Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Temmuz '12

 
Kategori
İstanbul
 

Mehmet Akif'in tabutunu Küllük'e bıraktılar

Mehmet Akif'in tabutunu Küllük'e bıraktılar
 

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un tabutunun bir kış günü Küllük Kahvesi'nin ortayerine bırakılıp terkedildiğini biliyor muydunuz?


"Bir demet güldür, takılmış göğsüne İstanbul'un,
Ey saba, sen de konakla bir gün uğrarsa yolun."


Cem Sökmen’in ‘Eski İstanbul Kahvehaneleri’ adlı kitabı, son yüzyılda büyük dehaların ilham aldığı ortamları hatırlamaya çağırıyor bizleri. Ki bu yazı, Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un -bir kimsesiz gibi- tabutunun orta yerde bırakıldığı Küllük hakkındadır...

"Divanyolu'nda kahvede oturuyordum. Muhtar Sencer ve birkaç tıbbiyeli arkadaş koşarak geldiler. 'Hocam' dediler, 'Akif'in cenazesini Küllük'e getirmişler, bir araba içinde bırakmışlar, ne yapalım?'
'Beyazıt Camii'nden cenaze örtüsü, üniversiteden de bir bayrak alınız, hizmetinde bulunalım' dedim. Koşup gittiler. Bir saat geçti ya da geçmedi, cenaze teçhiz edilip omuzlara alınmıştı. Nasıl oldu bilmiyorum ama, meydan dolmuştu. Hatta cenaze, Fatih Bulvarı'nda iken daha Beyazıt Meydanı'ndan hareket bile edilmemişti. Kar, kış kıyamette, hocaları tarafından yol kenarında dizilen küçük yavrular, ilkokul öğrencileri, göz yaşartacak bir manzara teşkil ediyordu. Üniversite talebesi, cenazenin arkasında idi. Kiminin üzerinde bir pardösü bile yoktu. Cenaze eller üzerinde Edirnekapı Mezarlığı'na kadar taşındı."

Bu ifadeler Prof. Ali Nihat Tarlan'a ait. 1936 yılının soğuk bir aralık gününde, İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy'un naaşı Beyazıt'taki Küllük Kahvesi'nin önüne bırakılır. Devrin iktidarı 'devlet töreni' düzenlemek şöyle dursun, alelade bir cenaze merasimini bile çok görmüştür Akif'e. Fakat öz vatanında onu garip bırakan devlet de bilir ki, taze ölüyü mezara yetiştirecek birileri varsa, bu ancak Küllük'te bulunabilir. Bir efsane, cansız bedeniyle arabaya yüklenip getirilmiş, başka bir efsaneye teslim edilmiştir.

NEREDEN ÇIKTI BU KADAR ADAM?
“Küllük'ten geçirilen Akif'in cenazesi, bütün gençliği heyecanlandırmıştı. O kış günü nereden çıktığı bilinmez, binlerce genç, merhumun naaşını eller üzerinde Beyazıt'tan Edirnekapı'ya kadar yürüyerek götürdü."
O tarihi günün binlerce tanığından biri olan Prof. Abdülkadir Karahan da böyle anlatıyor Akif'in Küllük'te biten öyküsünü. Fakat Beyazıt Camii'nin denize bakan tarafındaki çınarların altında bir büyük devrin kaydını tutan o mekanın ne ilk macerasıdır bu ne de son. Çünkü Akif gibi nice şahsiyetlerin yolu bir gün mutlaka Küllük'ten geçecektir.

ATATÜRK’ÜN EVİNİ BOMBALAMIŞLAR!
Hatay Cumhuriyeti'nin Türkiye'ye dahlini hızlandıran bombanın fitili de Küllük Kahvesi'nde ateşlenir. 1937'de Beyazıt'ta öyle bir miting yapılır ki, etkisi Suriye'den hissedilir. Günde yüzlerce talebenin doldurup boşalttığı Küllük, ‘yaşayan İstanbul’un dinamosudur. “Gençliğin asil heyecanını kapsayan hareketlerin çoğunu Küllük'te hazırlardık” der Abdülkadir Karahan. Aynı mekan, 1955’te sonu pişmanlıkla biten 6-7 Eylül provokasyonunun da en önemli merkezi olmuştur:
“Küllük'te oturuyoruz. Birden bir otomobil geçti. Arkasına çan bağlanmıştı. Az sonra da meydana açılan sokaklardan, 'Kahrolsun Yunanistan' diye bağıran insanlar çıkmaya başladı. Bir adam yanımıza geldi. 'Atatürk'ün Selanik'teki evini bombalamışlar' dedi. On dakika içinde meydan ana-baba gününe dönmüştü. Halk, 'Rumlara ölüm' diye bağırıyordu. Galeyana gelenler Beyazıt ve civarını harap etmişti. Kendimi Fatih'e attığımda, sıkıyönetim ilan edildiğini öğrenmiştim." (Prof. Bedii Şehsuvaroğlu)

DEHALARI ÇEKEN CAZİBE
Büyük olayların patlak verdiği yer olması, biraz da büyük şahsiyetlerin uğrak yeri olmasından ileri gelir Küllük’ün. 1900’lerin başında açıldığı sanılan efsane ‘kıraathane’, İstanbul Üniversitesi, Beyazıt Kütüphanesi ve Sahaflar Çarşısı’nın ortayerinde bulunması nedeniyle ‘aydınların yegane iletişim ortamı’dır. Devrin birçok büyük sanatçısı ve ilim adamı her fırsatta soluğu burada alır. Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Necip Fazıl’a, Peyami Safa’dan Rıfat Ilgaz’a, Faruk Nafiz Çamlıbel’den Orhan Veli’ye, Abidin Dino’dan Neyzen Tevfik’e, Özdemir Asaf’tan Cahit Sıtkı Tarancı’ya ve Sait Faik’e kadar son yüzyılın en mühim şahsiyetleri eserlerinin temel karakterleri ve kalıplarını burada şekillendirir.

VE BİR EFSANENİN SONU
1956’nın sonlarında bir gün şöyle bir ilan yer alır gazetelerde: “Beyazıt'taki istimlak hareketinin birinci safhasına başlanmıştır. Beyazıt Camii'nin etrafının açılması için otuz kadar binanın istimlâki kararlaşmış ve bina sahiplerine tebligatları yapılmıştır. Küllük ve civarındaki binaların istimlâki için 730 bin lira harcanacaktır.”
Eski İstanbul’un birçok semtinde gerçekleşen çevre düzenleme çalışmaları, ne yazık ki 1957’de Küllük’ü de yemiştir. Devrin iktidarı sonraları Küllük’ün yok olmasından pişman olmuş, bir gazede ilanında “Küllük yeniden ihya edilecektir” demişse de, kaybolan efsane bir daha geri gelmemiştir. Tavlası, gazozu, çayı, kahvesi ve devrin kelli felli adamlarının tadına doyulmaz sohbetleriyle bir devrin ‘hayat mektebi’ halini almış Küllük, nevi şahsına münhasır hayaller sinemasının perdelerini ansızın kapatıverir.

BİR DEVRİN HAFIZASI YENİDEN CANLANSA!
Cem Sökmen’in güzide çalışması “Aydınların İletişim Ortamı Olarak ESKİ İSTANBUL KAHVEHANELERİ” içinde bin yıllık fikirlerin çarpıştığı, sigara dumanından sararmış duvarları bulunan mekanları hatırlamaya çağırıyor bizleri. Bir Türkiye hafızasının yekpare halde sindiği o duvarlar, eski çağlarda değil, henüz 50 yıl önce dimdik ayaktaydı. O güzel mekanların birçoğunun silinip gittiği çağımızda işte tam da bu yüzden, bir Necip Fazıl ya da bir Peyami Safa daha çıkmadı ortaya. Oysa ki Beyazıt Camii’nin güney yamacında bir zamanlar ‘Küllük’ vardı; sanat adamlarına ilham üflemek için meleklerin ürkerek bekleştiği...

Türkiye şimdi, ‘Eski İstanbul Kahvehaneleri’nin müdavimleri olan dehalara bir vefa borcu olarak Küllük Kahvesi’nin aslına uygun şekilde yeniden hayat bulmasını bekliyor. Türkiye, Mehmet Akif’in naaşının emanet edildiği bu yerde Necip Fazıl’ın haykırışlarını duymak, Elif Naci’nin karakalemlerine bakmak ve Peyami Safa gibi nice mütecessis ruhların çırpınışlarını hissetmek istiyor. Aslına uygun bir Küllük, yeniden... Şimdinin Beyazıt’ındaki ‘tost-çay-plastik sandalye’ üçlüsünden arınmış bir anlayışla tabii...



Bir Huzur bir Matmazel diyarı

Yazar Cavit Yamaç’ın “Hayatın dedikodu, dedikodunun da hayat olduğu bir gölge çiftliğidir” dediği Küllük Kahvesi, son yüzyılın birçok romanında da kendine yer bulur:

“Başını çevirdi, hava güzel olduğu halde, paltosunun yakasını kaldırıp yüzünü içeri doğru çeki ve yürüdü. Küllük’ün önünden geçerken, hiçbir üniversiteliyle konuşmaya mecbur olmamak için koşuyordu. Aynada gördüğü yüzle demin başka birinin ve kendi kendinin huzurunda bu kadar vuzuhla krokisini çizdiği iç portresinin benzerliği ve kendi hüviyetinin üzerine birdenbire kendi içinden boşalan bu aydınlık onu sersemletti. Muhtar’dan kaçıp bu hüviyetle başbaşa kalmak, yağmurdan kaçıp doluya tutulmaktı. Bu muyum ben?
(Matmazel Noraliya’nın Koltuğu - Peyami Safa)

Mümtaz genç kızlardan ayrılıp Eminönü’ne döndüğü zaman saat beşi yirmi geçiyordu. İlk önce tramvayların her türlü binme teşebbüsünü reddeden kalabalığını seyretti. Çaresiz, bir taksiye atlaması lazım geliyordu. Fakat o zaman da Bayezıt’a çok erken varmış olacaktı. Sabahleyin Orhan’a rastlamış, “Altıda beni Küllük’te bekleyin” demişti. Vakit daha erkendi. Onlar gelmeden evvel tek başına kahvede olmayı istemiyordu. O kadar çok insan tanıyordu ki... On beş gündür, ilk defa kendi arkadaşlarıyla buluşacaktı; başkalarının aralarına katılmasından korkuyordu. “Ben müdafaasız adamım!”

Kahve, bu yaz akşamının koyu ışığı içinde, sıcaktan, uğultudan bunalıyordu. Vapur bekliyenler, biraz sonra evlerine dağılacak semt insanları, plaj dönüşünde arkadaşlarıyla bir çift laf etmeye gelenler, her cinsten, her seviyeden bir kalabalık, akasyaların arasından sızan akşam güneşine Niobe’nin kırk çocuğu gibi göğüslerini germişler, vaziyet üzerinde konuşuyorlardı: “Hakikaten bu güneşte kahramanca bir tahammülleri var! Adeta Homerique.”

Mümtaz yürüdükçe Hitler’in, Mussolini’nin, Stalin’in, Chamberlaine’in adlarını adeta havadan kapıyordu. Bir masa önünden geçerken tanıdığı birinin yüksek sesle söylediklerini duydu: “Azizim, bugünkü Fransa harp edemez, yozlaşmış millet... Andre Gide gibi insanlar...”

Kendisinde hiç tanımadığı bir katiyetle konuşuyordu. Karşı kahvelerden birisinde bir radyo veya gramofon, akşam saatine başka bir sarsıntı getirdi. Eyyûbî Bekir Ağa’nın Mahûr Bestesi akşamın içinde yüzdü. Mümtaz olduğu yerde sarsıldı. Dinlediği bestenin arasından, Nuran’ın dedesinin Mahûr Bestesi, aşkın ve ölümün o muzlim şiiri içine doluyordu. Kendi kendine “Yarın gidecek ve benden dargın olarak...” Birdenbire içinde garip, tahammül edilmeyecek kadar büyük bir hiddet kabardı. “Neden böyle oldu; niçin herkes bana yükleniyor? Huzurdan bahsediyordu. Peki benim huzurum nerede kaldı? Ben yok muydum? Bu kadar yalnız ne yapacağım?” Hemen hemen genç kadının kelimeleriyle konuşmuştu. “Huzur, iç rahatı...”

(Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar)


GAZETE HABERLERİNDE KÜLLÜK

Tarih sahnesine veda etmeden hemen önceki yıllarda, gazetelerde şu haberlerle yer bulur efsane KÜLLÜK:

Çay bardaklarını yemeye kalkan sarhoş
Cemil Yıldızca adında biri, sarhoş bir halde, Beyazıt Meydanı'ndaki Küllük Kahvesi'ne gelmiş ve kahvenin çay bardaklarını yemeye kalkmıştır. Ağzına aldığı cam parçalarıyla dudaklarından yaralanan Cemal, kendisine müdahale edenleri de dövmeye kalkmıştır. Yakalanan suçlu adliyeye verilmiştir. (30/09/1953 Milliyet)


(İHALE İLANI) YENİDEN BAZI YOLLAR AÇILIYOR
...

YENİÇERİLER CADDESİ
Beyazıt Meydanı ile Türbe arasındaki Yeniçeriler Caddesi'nin genişletilmesi için bir plan hazırlanmıştır. Çemberlitaş'ın etrafı park olarak tanzim edilecektir. Türbeden Sultanahmed'e doğru uzanan yolun genişliği 20 metre olacaktır.
Meydanların tanzimi işine de devam olunmaktadır. Beyazıt Meydanı'nın birinci kısmının düzenlenmesi tamamlanmış gibidir. Caminin yanındaki eski Küllük Kahvesi de ihya edilecektir. Beyazıt Kütüphanesi'nin etrafına verilecek şekil için plan hazırlanmaktadır. Kütüphanenin arkasından geniş bir yol geçirilecek ve etrafı yeşil saha olacaktır.
(27/03/1958 Milliyet)

BEYAZIT CAMİİ'NİN ETRAFI AÇILIYOR
Beyazıt'taki istimlak hareketinin birinci safhasına başlanmıştır. Beyazıt Camii'nin etrafının açılması için otuz kadar binanın istimlâki kararlaşmış ve bina sahiplerine tebligatları yapılmıştır. Küllük ve civarındaki binaların istimlâki için 730 bin lira harcanacaktır. (11/12/1956 Milliyet)

BEYAZIT VE CİVARI YAKINDA YEPYENİ BİR ŞEKİL ALACAK
...
4- İstimlak edilen Küllük ve civarı, Büyükçarşı önüne kadar meydan ve park olarak tanzim edilecektir. Bu suretle Büyükçarşı civarı Kara Mustafa Paşa Medresesi'ne kadar yeşil bir şerit halinde devam edecektir.
5...

(13/08/1957 Milliyet)

BEYAZIT MEYDANI'NA PLAN BULUNDU
...Camiin cadde tarafında eski Küllük'ün yerini tutacak bir gazino-kahve inşa edilecektir. Kütüphane'nin cadde tarafı ise seviye farkından istifade edilerek 7-8 dükkanın inşasına imkan verecek şekilde tanzim edilecektir. (30/01/1960 Milliyet)


Küllük'te hayat dedikodudur


1991’DE YAYIMLANMIŞ BİR YAZI DİZİSİNDE BEYAZIT MEYDANI’NIN SANAT ATMOSFERİ VE KÜLLÜK’TE GEÇEN ANLAR, DEĞİŞİK YAZARLARDAN ALINTILARLA ŞU ŞEKİLDE ANLATILIR:

Yazar Cavit Yamaç'a göre, Küllük Kahvesi hayatın dedikodu, dedikodunun da hayat olduğu bir 'gölge çiftliğidir.'

Beyazıt havuzunun kenarındaki kanepelerden birine oturmuş, sizi bekliyordum. Yaşını almış bir adamın, yirmi yaşındaki çocuk kederlerini, sevinçlerini yaşaması ne demektir, diye düşünüyorum: Belki bir, geç olma hadisesi. Belki de bir çeşit hazları, kederleri, çocuklukları uzatma temayülü. Ama, bu uzayan yaz, kışın gelmeyeceğine alamet değil. Kış müthiş olacak, kar yolları kapayaacak, bembeyaz ovada ölülük uzayıp gidecek.

Sizi bekliyorum. Sizi göreceğim; içimde bir şey koşacak. Siz görmeden geçeceksiniz. Ben, kederle, sevinci duyup dalacağım istediğim aleme. Dünyayı yeniden kederlerle kuracağım. Sonra, çarşılardan çarşılara, insan sesleri arasında, her şeyi sizinle kurulmuş bir şehirde dolaşacağım.

Herkesler geçti, siz geçmediniz. Yüzünüzü göremedim. Bayramım, çocukluk bayramım, salıncaksız geçmiş gibi gözüme yaş doldu.

KİMSELER AŞIK DEĞİL Mİ?
Soğuktan mı titriyordum, yoksa heyecandan, üzüntüden mi bilmem. Havuzun suyu bulanık. Kapının saatleri 12'yi geçmiş. Kanepelerde kimseler yok. Tramvay ne fena gıcırdadı! Tramvaydaki adam bir tanıdık mıydı, acaba? Ne diye öyle dönüp baktı? Yoksa, kimseciklerin oturmadığı kanepelerde, bu saatte, yalnız pek başıboşlar mı oturur? Kimseler, bir meydanın kanepesinde, kimseyi beklemeyecek mi, yüzünü bir dakika görmek için kimsenin?"

Belli ki, bu adam aşıktır. Ve belli ki şair mizaçlıdır. Meydan, Beyazıt Meydanı da, bu satırların yazarı aşinamız değil midir? Belli ki, aşinamız; belli ki, sevdiğimiz Sait Faik'tir. Onun, havuz başında oturmak gibi bir tiryakiliği olmasa gerektir ama az ötede Beyazıt Camii'ne yaslanmış, ağaçların gölgesine uzanıp, çayını yudumladığı sık sık görülür. Orası ise, şu bizim ünlü Küllük Kahvesi'dir.

BURADA HAYAT DEDİKODUDUR
Küllük, yazar Cavit Yamaç'a göre, hayatın dedikodu, dedikodunun da hayat olduğu bir 'gölge çiftliğidir'. Eylül 1939'larda yazdığı bir röportajda, sanki edebiyat tarihimizin bir dönemine ışık tutuyor gibidir:

"Masanın birinde, Romalı senatörler gibi, bir sabık mebus uyuklar. (Masanın ayakları arasına, iki İtalyan ipi gibi donlarının makarnası sarkmış.)

Diğer bir köşede Necip Fazıl'ın sesi Himalaya'yı aşarak gelir:
-Bu mu şiir? Gel şiiri bende gör!
-Bana, Peyami Safa; "Sen dahisin" demişti de, ben de o söylüyor diye, az kaldı inanmayacaktım.

Ve Şair Bey, bir berber makası gibi bıyıklarını açıp, kapıyor. Burnunu, sinirlerinin ipiyle bir Marionet gibi oynatıyor.

Kaşısındaki bayanın sigara dumanı, burnu ve sesi, 'Turan' tiyatrosunun dansözleri gibi kısık kısık kıvrılıyor.

-"O, mon Dieu, quelle idee bu kadar 'tubee' Şaziye sana 'entre nous'R kalmak üzere 'confidence'ım var... Sen de bana Vigni gibi, 'Ni vue' 'ni connue' diyeceksin. Necip, 'un moment'..

Şiirin en güzel bıyıkları, kalın dudakları üzerinde yeni bir rumba oynadıktan sonra 'hazırol' vaziyetinde kalır.

Yanıbaşında, ayak ayak üzerine atmış, saçları ile kulaklarını örtmüş ve burnunun üzerinde 'siil' çıkartarak ağzını Marmara'ya kadar açmış bir ressam, şair, resim ve sanat münekkidi:
Abidin Dino.

Bütün mecmualarımızın münderecatından daha boş kesesinden, nabap jestleriyle milyonlar fırlatıyor:
-Bedri Rahmi'nin resmi; harika! Fikret Mualla; müthiş. Zahir Sıtkı; fevkalade. İlhan Berk; şaheser!

SAİT FAİK: MERHABA AĞALAR
Fayn... Hoş... Güzel. Âlâ... İyi... Değil mi çocuklar?

Karşısında, çiroz sırası gibi bir yığın şair, romancı ve ressam. Adil, ipek kıravatını, su bardağının aynasında düzeltiyor:

- Bu meseleyi, Türkiye'de ilk defa ben yazdım. Ona, Asmalı Mescit'imde temas etmiştim. Tugeçikalpa'da çıkan Portügez mecmuasında şu karikatürü gördü.

Masanın başında riyaset Arif Dino'da
Elinde sekiz kalem, dokuz kalemtraş.

-Ah körolası kalem, yine kırıldı. Ellerim kalemtraşlarla nasır oldu.

Zahir Sıtkı Güvemli; Yalnız tebessüm, kara gözlük ve karikatür.

-Filan da roman yazmış, 'alelitlak bir adamdır'.

Şair Nail, kadının ne olmayıp ne olacağını, hiç kimseye bir şey söylemeden düşünürken, dudaklarının arasından ayırmadığı nargile çubuğunu, hatıranın kendisi zannederek kucaklamış.

Bedri Rahmi, üniformalı ve saçsız:

-Şimdi resim yapmıyor, şiir yazmıyorum. İlham perisi, askerlik postallarıyla, uygun adımda yürüyemiyor.

Sait Faik ADalı (Abasıyanık), elini, dervişane göğsüne götürerek, susmak grevinden ayrılıyor:

-Merhaba ağalar.

RAKI YERİNE KAHVE Mİ?
O an, oradan, garsonlardan biri, yüzü kahve telvesiyle fırçalanmış geçer.

Herkes sırıtır, ressamlar fikir yürütür.
Arif:
-Galiba, Elif Naci yeni bir tablo bitirdi.

Bedri:
-Hayır, Çallı'ya, rakı yerine kahve götürmüştür.

Abidin Dino:
Reşat Ekrem Koçu, tarihi tefrikasını yazarken kulağı dibinde 'şekerli biiiiirrr' diye bağırmıştır. O da sinirlidir. Tefrikayı bırakıp, ressamların işine karışmış, o kolayını bulsa Reşat Enis'i de böyle yapar.

Bu masaya, günde üç paket on bir buçukluk içen ve Salyapin gibi basbir bayanı da ilave ediniz. Bu masa kompledir.

Diğer masa başka bir alem. (Küllük felsefesi, prensibi): "Kaç masa, o kadar alem."

Nurullah Ataç, Yücelcilerle tenkitten, Fa Guette'den, Huxley'den, Nouvelles Literair'den, durmadan anlatıyor. Gülüyor, gülüyor anlatıyor.

Orhan Veli, zekidir. Orhan Veli... Onun "Ben de mi Sevecektim"i yok mu? Eh... Apojedir, Orhan Veli... Veli Orhan... Süleyman Efendi...

OLİMPOS GAZOZU
Yücelciler, bilmem kaçıncı defa içtikleri gazozla, bilmem kaçıncı defa, Nurullah Ataç'ın dahi olduğuna inanıyor. O, Ankara radyosu spikeri gibi, yutkuna yutkuna devam eder:
-"Bir taş attım ağaca
Taşımı ver taşımı ver."

Tesadüf rüzgarı, o gün Orhan Seyfi ile Yusuf Ziya'yı (Siyamlı bitişik ikizler) yakın bir masaya atmıştır.

Nurullah Ataç, tenkidi, tıpkı üstat Burhan Cahit gibi yapıyor:

-Romanın taçsız kralı münekkit değildir ki!

Sanki, Nurullah Ataç münekkit mi ya! Burhan Cahit, münekkit değildir, tenkit etmez. nurullah Ataç da münekkit değildir ama tenkit eder. Aralarındaki ufacık fark, biraz haddini bilmektir.

Suat Derviş açtığı anketine cevabı fal kağıtlarında arıyor.

Bazen, Küllük'te romantik devirden kalmış bir şair, başını masaya dayayarak içtiği rakıyı gözlerinden çıkarır. İnci gibi gözyaşları, uslu bir delidir.

"Küllük, daima yukarda yazdığım gibidir. Yahut yazdıklarıma benzer. Eğer, böyle değilse bile, olması lazımdır. Çünkü, Küllük bizim dostumuzdur.
Daha ziyade sevgilimizdir.
Ve onu, Olimpos gazozu kadar severiz."

ÜÇ İSİMLİ KAHVEHANE
Sıtkı Akozan'ın 'Küllükname'sine göre bizim kahvehane, "Beyazıt Camii'nin türbe kapısı dışında, körfez şeklinde, bahçemsi bir yerdir." Beyazıt semtinin mütevazı, fakat çok güzel bir köşesidir. Özellikle yaz tatillerinde, üniversite ve lise hocalarıyla pek çok fikir ve sanat adamının uğrağıdır. Bu ünlü kahvenin, üç de adı vardır: Muallimler Bahçesi, Akademi ve Küllük... Tabii en ünlüsü de Küllük'tür. Küllükname, şöyle başlar:

"Bir demet güldür, takılmış göğsüne İstanbul'un,
Ey saba, sen de konakla bir gün uğrarsa yolun."

"Sanmayın avare bülbüller gibi püllükteyiz
Biz yanık bir kor gibi akşam sabah Küllük'teyiz.
Yaz gelir, süsler güneşler Beyazıt Meydanı'nı
Söylenir lakin Nedim bir şair-i fevkaibeşer"

"Burda leylaktan demetler bağlıyorken ilkbahar
Sahneye çapkın akasya dalları konfet saçar
Burda bir 'Nef'i gibi tahmis okur her nargile
Rengi benzer çayların billur kadehlerde güle
Erguvanlar, her sabah genç başlara sümbül döker
Gölgelerde fırçasız bir Çallı İbrahim Güler
Süslüyorken türlü yıldızlarla etrafı gece
Kıskanır bu ihtişamı görse yüksek Çamlıca
Bir demet güldür takılmış göğsüne İstanbul'un
Ey saba, sen de konakla bir gün uğrarsa yol'un."


(10-01-1991 MİLLİYET
BEYAZIT MEYDANI'NIN YAŞAM ÖYKÜSÜ
YAZAN: GÜNGÖR GÖNÜLTAŞ)

 
Toplam blog
: 9
: 2344
Kayıt tarihi
: 08.10.11
 
 

O, Sıkıyönetim Kahramanmaraş'ında doğup 28 Şubat gölgesinde İstanbul'a geldi. Beyazid'da 'Gazetec..