- Kategori
- Dostluk
Melekciğimin resmi
Melek... Onun adı bu. Yaşça benden 4 yada 5 yaş büyük ama yaşam tecrübesinde 20yılı katlamış, tanıdığım en güzel, en güçlü kadınlardan biri.
İlk karşılaştığımızda, kendi derdimle öylesine meşguldüm ki onun iş yerindeki vazgeçilmez varlığını farketmem aylarımı aldı. Sabah erkenden gelip nöbet ekibinin geceden bıraktığı dağlar büyülüğündeki bulaşık yığınını yıkar, tezgahı sildiği son hareketiyle yıkanmış dağlarına bitmiş bir sanat eseri gibi bakarak, son rötüşunu, ilgisiz bir yere konmuş bir çatalı temiz kutusuna atarak yapardı. Üşenip gerilmeden tüm odaları, benimkini, ünite sorumlumuzunkini, hemşirelerinkini, tek tek, bir de türkü mırıltısıyla o günkü sanat eserler arasına katıveriridi. Bir toz bezi ve bir kova suyla.
Onu hiç suratsız görmedim. Üzgün, kaygılı gördüğüm oldu ama suratsız asla. Güleryüzünü esirgemedi ve iş gereği kasmadan geliştirdiğim samimiyetin sınırlarını hiç bir zaman laubaliliğe çevirmedi. İki çocuğu, onu terkederken arkasına bakmamış 'rahmetli' (ayrıldığı eşine öyle derdi) bir erkeği vardı, ve birde gözlerinde hiç dillendirmediği halde haykıradurmuş hüznü...
Neyin hüznüydü bu, 16 yaşında evlendirilmiş olmanın mı? Tanrının bahşettiği kömür gözlü güzelliğine, başka bir kadının tercih edilmişliği mı? İki genç yetiştiriken başlarına bir şey gelmesin diye kendi varlığını bir kenara bırakmış olması mı? Bilmem.
Bildiğim, Melekciğimin benim izleyebildiğim resminde İçinde gülümsemesi eksik olmayan bir hüznün hep olacağıydı.
Onu bu sabah yeni görev yerine giderken gördüm. Sarıldık, selamlaştık, hal hatır sorduk. Ben yerime geldim. Birisi geceden kalan dağ gibi bulaşıkları yıkamıştı. Ama bu yıkanmış dağ bir sanat eseri gibi gelmedi...