Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '22

 
Kategori
Güncel
 

MESLEKİ EĞİTİME DAİR

 

 

 

ÖZÜ EĞİTİM, İÇERİĞİ MESLEKİ TEKNİK EĞİTİM

(PROBLEMLER ÖNERİLER YA DA BENİM GÖRÜKLERİM)

MESLEKİ VE TEKNİK EĞİTİMİN GELİŞTİRİLMESİ

ALTERNATİF FİKİRLER

1.BÖLÜM

 

 

Bir ülkenin üretici gücünü oluşturan, mesleki teknik eğitim alan kişilerin aldıkları eğitimin niteliği, kalitesi bir ülkede üretim kalitesini arttırırken, ülkede üretilen ürünlerin dünya pazarlarına ulaşabilmesini, dünyada kabul gören ürünlerin satışı ile ülkede zamanla refahın yükseleceği, aksi durumun ise, kalite düştükçe ülkenin daha bağımlı bir ülke haline geleceği, zamanla daha da fakirleşeceği ve daha sonrasında ise çöküşe geçeceği unutulmamalıdır.

 

Her ülkede istekler sınırsız olabilirken, kaynaklar ise sınırlıdır. Hammadde kaynakları, üretim araçları, pazarlar ve elbette üretim kaynaklarının baş aktörü olmaya devam eden insan kaynakları sınırlıdır.

 

Sınırlı kaynaklarla refah toplumu nasıl inşa edilebilir? Zamanı, makineleri, parayı, enerjiyi ve elbette insan kaynaklarını efektif kullanarak mümkün olabilir. Aksi durum; refah toplumu inşa edemeyeceği gibi, zamanla fakirliğin artmasına neden olur ve söz konusu ülke milyonlarca insan için yaşanılamaz hale gelir.

 

Türkiye özelinde konuya bakacak olursak; Türkiye sanayisi on on iki şehre eşitsiz, plansız bir şekilde dağıtılmış, iş bulmak için insan kütlelerinin yoğun olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Bundan yüzlerce yıl önce İngiltere’de de yaşanan “yersiz yurtsuzlaştırmanın” bir başka şekli Türkiye’de yaşanmaktadır. Tüm sanayileşme çabasındaki ülkelerin geçtiği aşamaların aşağı yukarı bu şekilde olduğu bir gerçektir. Zamanla endüstrileşme ileri ligde olanlarla geride kalanların mücadelesine dönüşmüş ve hammadde kaynaklarını ele geçirme, pazarları büyütme 1. Dünya ve 2. Dünya Savaşının da motivasyon kaynağı olmuştur. Yaşanmakta olan düşük yoğunluklu çatışmalarla henüz bir dünya savaşı çıkmasa da her yıl öldürülen, yerinden edilen insanlar göz önüne alındığında 2. Dünya Savaşından sonra sürekli savaş hali devam etmektedir.

 

Eğitim kelimesinin başındaki milli ifadesi bu ülkenin kaynaklarının (işgücü, insan kaynakları, sermaye, makine-ekipman en tasarruflu olarak) bu ülkede huzur artırıcı, kültürü geliştirici, toplumsal katmanlar arasında gelir farklılıklarını azaltarak, insanların birbirine “karşı”, “sömüren” veya “düşman” gibi birliği zayıflatacak şekilde kullanılmasını önleyerek, toplumsal katmanların birbirlerini destekleyici  ve birbirine yardımcı olacak, yarımı büyütecek şekilde gerçekleşmesine hizmet eder. Eğitimin iki dili varsa birincisi “adalet” ise ikincisi de “doğruluk” olmalıdır.

 

Adalet hak edenin hak ettiğini alması, hak etmediğinden mahrum kalması, hak etmek için uğraşması ve bunu yaparken de kafasında acaba diye bir sorunun olmaması ile mümkündür.

 

Doğruluk ise sayısal, gerekse sözel ya da mekanik yeterliliklerin değerlendirilirken geçeklerin tüm açıklığıyla ortaya konması bir anlamda günümüz dijitalizminin makinelerde 0 ve 1’leri kulllanması gibi yalın ve net olarak ortaya konmasının sağlanmasıdır. Doğruluk eğitimin en önemli dillerinden birisi olursa, ölçme ve değerlendirmede standart sağlanmış olur. Güç gereksiz yere abartılmamış, kapasite gerçek verilerle ortaya konmuş olacaktır. Bir sistemde ya da bir olayda doğruluk en önemli prensip olmazsa ortaya doğru şeyler çıkarmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Bir doktora gözünüz yerine midenizi göstererek doğru teşhis koymasını beklemeyeceğiniz gibi, kişiye göre doğru olan, aslında doğruluğu tartışma götürmeyen konularda farklı yollara başvurmak, aslına uygun işler yapmamak, durumu kurtarmak, daha da kötüsü başka ülkelerin çıkarları doğrultusunda ülkede yanlış yollara sapılmasına olanak sağlayan adımlar atarken bunu ulusal ve uluslararası basın kanalıyla yanlışa doğru dedirtmek suretiyle ülkedeki insanları manipüle etmek, adına ne denirse densin kesinlikle iyi ifadelerle anılacak bir sıfata sahip olmamakla eşdeğer bir durumdur.

 

Bir ülkede sınıflar arası çatışma körüklenerek, herkesin birbirini engellediği, engellemeye çalıştığı bir sistem yönetim sistemi olarak dizayn edilmişse, orada doğru işlerin çıkmasını beklemek beyhude bir bekleyiştir.

 

Gerçekte her sınıf birbirinin tamamlayıcısı, birbirinin yardımcısı birbirini yükseltecek bir görev üstlenir. Bugünün çalışanlarından yapılan kesintiler, dünün çalışanlarına emekli maaşı olarak dağıtılırken, yarın da bugünün çalışanları emekli olduğunda şu anda ilkokulda, ortaokulda, lisede veya üniversitede okuyanları iş hayatına atılacaklar ve onlardan kesinlerden maaşlarını alabilecekleri gerçeği gibi toplumsal sınıflar da birbiri için rakip ya da düşman olarak asla telakki edilemez. En azından sağlıklı toplumlarda bu şekilde bir düşünce şekli, felsefe olamaz.

 

Mesleki teknik eğitimin de dede, oğul, torun dizisinde olduğu gibi her grubun birbiriyle karşılıklı çıkarlarının devamlılıkları vardır ve mesleki teknik eğitimde her grup bir diğerinin tamamlayıcısı, yardımcısı ve destekleyicisidir. Bir grup büyürken, bir üst grubu büyütür. Bu zincirin halkaları tersinden okunduğunda ise her grup küçülürken diğerini küçültür.

 

Mesleki teknik eğitimde kalite artarsa, bu durum “Türk Sanayisini” geliştirir, ürettiği ürünleri daha nitelikli hale getirirken, üretilen ürünler kaliteli iseler bunların dünya pazarlarına satılmasını sağlar. Bu durumda ülkeye döviz girişi artar ve ülke rakip ülkelerden bir adım öne çıkmış olur ki her ülke vatandaşı kendi ülkesi için iyi niyetli olarak bunları ister.  Sanayi derken bundan sadece makine ekipman imalatı anlamak yanlış olur. En nihayetinde her defasında bu ülkede verilen bir Hollanda örneği vardır ki hep söylenir; “Konya kadar yüzölçümü olmayan bir ülke sadece yüz elli milyar dolar tarımsal ürün ihracatı gerçekleştirmekte, onlar bunu yapabiliyorken biz neden yapamayalım” diye hayıflanılır durulur da Hollanda tarihi nedense göz ardı edilir. Hâlbuki Hollanda Londra’dan önceki merkez, dünyada ilk kez sömürge imparatorluğunu kuran ülkedir. Tarımsal üretim, tohum üretimi, toprakların verimli kullanımı dâhil bu alan da mesleki teknik eğitimin içinde düşünülmelidir.

 

*

 

Mesleki Eğitimden herkesin kendince anladığı bir anlam vardır.  Gerçekte meslek gruplarının birbirini yükselttiği çatışmadan ziyade birbirini sürekli desteklediği bir sistem inşa edemediğimiz sürece sağlıklı bir yükselmenin mümkün olmadığını, olamayacağını görmek gerekir.

 

Türkiye toplumu dini yapısı ve örf adetleri gereği kapitalizmin halini uygulayacak bir toplum değildir. Bunun birçok nedeni vardır; sanayileşme devriminde geride kalmıştır, başka toplumları sömürmemiştir, sömürgeci olmamıştır… Bakmayın siz Avrupa’da Osmanlı İmparatorluğunun uzunca bir süre misafir kalmasına sadece Budapeşte’de inşa edilen eserler, yapılan yatırımlar tüm Anadolu’ya yapılanlar kadar olması sebebiyle bu durum dahi göstermektedir ki gittiği yeri soymak, onların doğal kaynaklarına çökmek gibi bir düşüncesi olmayan biz Türkler ve Türklerin kurmuş olduğu devletlerde soygundan ziyade saygı kültürü öne çıkmıştır denebilir. Aynı şekilde “Endülüs Emevi Devleti” de bir işgal hareketinden ziyade bir davet, davete icabet etme şeklinde gerçekleşmiş ve orada yaşayan halkların daveti ile gerçekleştiği için de savaşarak değil de adaletle yönetileceği görüldüğü için kısa sürede çok az sayıda bir askeri birlikle tüm İspanya çok kısa bir süre içinde fetholunabilmiştir.  Aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu da Avrupa’da kimseyi zorla Türkleştirmeye, Müslümanlaştırmaya çalışmamış, hatta kendi merkezindeki gayrı Müslimlere dahi müdahalede bulunmamış, onların fikir ve düşünce hürriyetine büyük önem vermiş ve dini düşüncelerine saygı duymuştur. Aynı şekilde bir İspanyol veya Portekiz fetihleri ile bu durum karşılaştırıldığında yapılanlar sadece Bartolomeo De Las Casas’ın anılarında anlattığı ve İspanya kralına gönderdiği mektuplara bile bakılarak anlaşılabilecek batılı fatihlerle Osmanlı ve Müslüman ve de Türk fatihleri ciddi bir bakış açısı olduğunu uygulamanın taban tabana zıt olduğunu gösterir.

 

                Öte yandan Türklerin Anadolu’yu yurt haline getirmelerinde bundan sekiz asır önce Hoca Ahmed Yesevi’nin öğrencilerinden Ahi Evran Veli ve onların çağdaş ve fikirdaşlarının yaptıkları uygulamalar, mesleki eğitimden tutunda bir adalet mekanizması inşa etmeleri halkta olumlu karşılık bulan mesleki eğitimle Anadolu’nun yurt haline getirmelerinde büyük payları ve emekleri olduğu söylenebilir. Ahilik ve benzeri uygulamalar bugün Almanya gibi batı ülkelerinde geliştirilmiş haliyle uygulanmaktadır. Günümüz Türkiye’sinde çıraklık, kalfalık, ustalık geleneği ve “haftalık ücret ödeme” uygulaması birçok işkolunda o zamanın Ahi geleneğinin bir devamı niteliğinde olup halen bu uygulama devam etmektedir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur çünkü İslam Dini de “çalışanın alnının teri kurumadan emeğinin karşılığını öde” telkininde bulunmaktadır.

 

                Günümüz dünyasında ise dünya global bir köye dönüşmüş olup hemen herkesin istediği ürünü istediği yerden en ucuza bulup aldığı bir dünya haline gelmiştir. Bu durumun bizim gibi ekonomiler için bazı sakıncaları olmakla beraber tüketici için bu son derece mantıklı gibi görünebilir. Nihayetinde küreselleşmenin amacı daha ucuza üretmek, daha çok üretmek, daha fazla satmak, daha iyi şartlarda satmak şeklinde özetlenirse, pazara ürün sunan ülkeler arasında son derece çetin bir yarış olması kaçınılmaz hale gelir. Çoğunlukla piyasayı ellerinde tutan daha büyükler hangi ülkede üretim daha ucuza geliyorsa burada üretim yapmayı, hatta hiç üretim yapmadan ürettirmeyi tercih etmektedirler. Burada bir yarış olduğunu söylemiştik, bu yarış düzen değişmediği sürece artarak devam edecek, güçlünün zayıfı yok ettiği bir doğa kanunu gibi nerede son bulacağı belirsiz bir yolculuktur. Bu yolculukta sadece insanlar yok, ülkeler hatta devletler var ki zaman içinde bu savaşın bugünün güçlü denilebilecek devletlerini dahi (kendilerini yenileyip geliştirmedikleri sürece) oyunun dışına atacağı bilinmesi gereken gerçektir.  Biz ülke olarak, ülkemizde yaşayan bireyler olarak bu oyunun dışında değiliz, geride kalırsak oyundan atılabiliriz, daha fazla çalışırsak, daha nitelikli üretimler yapabilir ve bunları birleştirip, bilimle teknolojiyle yoğurabilirsek oyunun içinde kalabilir aksi takdirde daha fazla geriye itilebiliriz. Bu durumla baş edebilmek için ne ya da neler yapmalıyız ki ülkemizde refah artsın, üretim artsın, kalite artsın ve en nihayetinde birlik beraberlik huzur içinde devam etsin!

 

                Neler yapabiliriz, nasıl yapabiliriz!

 

 

*

 

Herkes kendi bilgisince bir şeyler yapabilir ancak nitelikli işler yapabilmek için daha fazla bilgi, daha fazla tecrübe, daha fazla görgü gerekir. Daha nitelikli üretim için mesleki teknik eğitim her toplum için gerekli ve şarttır.

 

Her defasında mesleki teknik eğitim dile getirilmesine rağmen bunun gerçekten iş ve üretim alanına yansıması için kararlılık ve tutarlılığın yanı sıra süreklilik de gerekir. Süreklilik için yapılması gereken en önemli şey ise verilerin abartılmadan dürüstçe üst üste konması gerekir. Günümüz dünyası artık çok daha çetin bir yarış içerisindedir. Bu yarışta elbette birileri bu yarıştan elenirken, birileri zamanla öne çıkacak, rehavete kapılanlar geriye düşecek, bir günü diğer günüyle eşit olanlar ilerlemiş sayılmayacakları gibi rakiplerinin hızına ayak uyduramayanlar geriye düşeceklerdir. Bu durumda sorulması gereken soru Türkiye’nin muhtemel rakipleri kimlerdir?

 

Birleşmiş Milletler Cemiyetinin beş daimi üyesinin bizim sıkletimizde olmadığı açıktır! Aynı zamanda yüksek sanayi kültürüne ve sanayileşme devrimine imza atıp birçok bilgiyi kütüphanelerine müzelerine taşıyan ülkelerin ki bu ülkeler bellidir; bizim rakibimiz olmayacağı, rakip olarak hayal edilmesinin fazlaca iyimserlik olacağından gerçekçi olamayacağı, öte yandan Finlandiya, Norveç, İsveç gibi desteklenen ve de sanayi ve de eğitimde bir noktaya gelmeyi başaran ülkelerin de rakip olarak düşünülmesi hatalıdır. Öte yandan Türkiye coğrafyasının da dikkate alınması, günümüzde etkileyen değil de edilgen kültürlerin etkisinde kalınan bir bölgede yaşadığımız gerçeğini de dikkate almak zorundayız. En nihayetinde Türkiye olarak PKK terörü ile uğraşan bir ülke olmamız hasebiyle, gelişmiş ya da gelişimini diğer medeniyetlere göre daha önce tamamlayan ülkelerin terör ihraç ettiği bölgenin tam da göbeğinde olduğumuz gerçeğini aklımızdan çıkarmamamız gerekmektedir.

 

Biz aslında neyiz? Gücümüz nedir? Zayıf ve de güçlü yanlarımız nelerdir? Daha bu konuda sorulabilecek onlarca soruya eksiksiz cevap vermeden bir kurgu oluşturmak, planlama yapmak yanlış hesabın Bağdat’tan döndüğü gibi her defasında dönecektir ve aslında eğitimde yaşadığımız bir ileri-iki geri sendelemelerin en önemli nedenleri diğer siyasi beklentiler çıkarıldığında, bu nedenlerdendir denilebilir.

 

Son yıllarda özellikle 12 yıllık kesintisiz eğitime geçilmesi ve sınavsız geçiş sistemi ve açık öğretim sisteminin içeriğinin genişletilmesiyle ülkemizde yükseköğretim mezunu insan sayımızın arttığı bilinen bir gerçektir. Esasında bu kadar yükseköğretim mezununu istihdam edecek işyerinin olmayışı, mezunlarda hayal kırıklığına yol açtığı gibi meslek öğrenecekleri yaşta aktif tüketici olmaları nedeniyle bir zanaat erbabı olmaları da ellerinden alınmıştır. Çoğu genç bu durumda habersiz eğitime devam etmiş ve bir umut beklentisiyle okullarının müfredatlarını tamamlamış ve mezun olmuşlardır. Plansız eğitimin, plansız üniversite kurmanın gençleri yeterince yetkin ve ihtiyaca dönük olarak yetiştirdiği söylenebilseydi, şu anda mezunların iş arıyor değil, işverenlerin onları arıyor olmaları lazımdı ancak gerçek ne yazık ki milyonlarca mezunun mutsuzluğu şeklinde tezahür eden bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Ben de ile bende arasındaki farktan habersiz camianın kendi dillerinden bihaber eğittiğini düşündüğü personel ne kadar nitelikli olabilirdi diye sormak lazım ancak bu işlerin sonunda yine de kazançlı çıkan birileri olmuştur. Şöyle ki bir il ya da ilçeye kurulan üniversite üretime kalite getiremese de tüketime bir geçici bir katkı sağladığı söylenebilir. Yirmi bin nüfuslu bir ilçeye kurulan ki bu rakam iyimser bir rakamdır ben bizzat iki bin iki yüz nüfuslu ilçede kurulan yüksekokulları gözlerimle görmüş biri olarak herhangi bir sanayi işkolunun olmadığı bir yerde, uzak bir ilçede kaliteli öğretim üyelerinin ders verdiği, o yerlerdeki eğitim altyapısının mükemmel üzeri olduğu iddiasında bulunmak abesle iştigal olacaktır, nitekim öyle de olmuştur.

 

Yüksekokulların birçoğunda öğrenciler eğitimini ya yarıda bırakmış ya da lise seviyesinde eğitim aldıklarını itiraf etmişlerdir.

 

Küçük nüfuslu ilçelerde yüksekokul açılması, ilçenin ekonomisine dışarıdan para getirdiği için en azından okulun açık olduğu zamanlarda bir hareket getirmiş, bu tür yerleşim yerlerinde genellikle öğrenci yurtları ya olmadığından ya da özel olduğundan ev kiraları, hızlı bir şekilde dönüştürülen yurtlara para girişi olmuş, bu da ilçelerde misafirlerin yemesi içmesi kalması gibi hizmetler karşılığı ödedikleri paralardan ötürü gerçek gelişme sebebi sayılamayacak suni bir gelişme havası yaratmıştır.  Bu işler olurken, yerel esnaf para kazanmış, öğrenci geliş gidişler de dâhil bütçesi dâhilinde sisteme bir para takviyesi yapmıştır.

 

Bu süreçte ebeveynler çocuklarını maddi imkânları doğrultusunda desteklemiş, en azından bir diploma sahibi olunmasını, bir umut diyerek ellerinden geldiğince desteklemişlerdir. Unutulan eksik kalan noktaysa eğer diploma sahiplerini devlet istihdam etmezse, dışarıda belgenin, diplomanın bilginin çok gerisinde kaldığı gerçeğidir.  Tüm bu eğitim sistemleri desteklenir halka umut dağıtılır ve bir bahar havası yaşanırken, devletin özelleştirme ve satışlar yoluyla üretimden tamamen değilse bile tamamen değilse de yakın bir şekilde ayrılması mezun üniversitelileri birkaç meslek dalında çalışmaya itmiştir. Asker, polis, bekçi gibi meslekler birçok üniversite mezunu için revaçta olan zorunlu seçilmesi gereken meslekler haline gelirken, göçmenler dolayısıyla özel işgücü piyasalarında ücretlerin bir türlü artmaması sonucu kalan üniversite veya yüksekokul mezunları özel güvenlik olma yoluna gitmişlerdir. Lise mezunlarında da benzer bir durum söz konusudur ve onlar da mesleklerinde kendilerini geliştirmek yerine kurye, kurye şoförlüğü yapmak ya da uzun zaman sabredip bir meslek sahibi olma arasında seçim yapmış, büyük şehirlerde, endüstrisi gelişen yerlerde iş bulabilenler mevzu taşra olunca, aldıkları eğitimler göz önüne alındığında potansiyel işsiz durumuna düşmüşlerdir. Gelinen noktada ara eleman ihtiyacı olmasına rağmen, kayıtlı kayıtsız göçmenlerin niteliksiz ya da yarı nitelikli işleri daha ücret alarak doldurmalarından ötürü özel sektörde çalışan ücretlerin artmaması, öte yandan fırlayan tüketim ihtiyaçları sorunun katlanarak büyümesine neden olabileceğini göz önünde bulundurulmaması halinde hem teknik ve mesleki eğitime yönelmede isteksiz olan yoğun bir kitle oluşmasına neden olmuş hem de belgenin sorunu çözeceğine dair yanlış kanıya kapılan insanımızı bir açmazın içine atıvermiştir.

 

Aileden geliri iyi olan ve tanıdıkları ile bir yerlere gelenler için belki sorun olmayabilir ancak tanıdığı olmayan kimseler için bu durumun ciddi sorun yaratacağı aşikârdır.

 

Bu açmaz nasıl çözülecek ya da çözülmelidir.?

 

 

*

 

Sadece eşeklerle yük taşınabilen bir yerde semercilerin çok iş yapması doğaldır. Aynı yerde traktör tamircisi iş bulamaz. Bu traktör tamircisinin semerciden daha az nitelikli olduğunu göstermemekle birlikte, her kilidin başka bir anahtarla açılması gerçeğini de önümüze serer.

 

“Gücünü tanı, ihtiyaçlarını bil, önceliklerini belirle” derken yerelden, genele, küçükten büyüğe her ihtiyaç kendisini doğuran sebepler ortadan kalkmadıkça anlamlıdır ve o ihtiyaç giderilmelidir.  Giriş paragrafındaki semercilik zanaatı bu bölge için çağında anlamlıdır. Yalnız yollar araçların kolaylıkla gidip geleceği bir şekle getirildiğinde, eğer o bölgede yaşayanların mobil araçları edinme güçleri de varsa semercilik mesleği o yerleşim yeri için gereksiz hale gelir. Ya semerciler motor tamircisi olacaklar ya da semercilik mesleğine ihtiyaç duyulan bölgelere gideceklerdir. Aksi halde kendilerince bir zanaatları olmalarına rağmen toplumda gereksiz adamlar olarak kalacaklar, yeterlilikleri ile istihdam olanağı bulunmadığından değerleri de her geçen gün daha da düşecektir. Benzer durum bir bölgede yaşayan ve yaşamakta ısrar eden insanların ihtiyaçtan fazla olarak bir işkolunda yetiştirilmeleri halinde de olacak olan durum da aşağı yukarı budur. Sit alanı olarak çivi çakmanın dahi yasaklandığı tarihi şehir tasavvur ediniz. Aynı şehirde bir üniversite ve söz konusu üniversitede de inşaat mühendisliği dalı ile eğitim verildiğini düşünün. Bölgede inşaat yapılamayacağı gibi teorik eğitim ne kadar yüksek düzeyde olursa olsun, pratik eğitimden yoksun olan mezun gelişimin bir dereceye kadar devam ettirebilir, mezun olması halinde mezun olduktan sonra başka bölgelere gitmemekte inat eden bir mezunun aldığı eğitimin anlamı kalmayacaktır.

 

Eğitim son derece pahalı bir yatırımdır. Bu yatırımda devlet üzerine düşen görevi yaparken aile de kendi üzerine düşeni yapmakta, ortaya bir mezun ortaya çıkarılmaktadır. Bu kadar yüksek bedeli toplum en nihayetinde ebeveyn ödemiştir ancak sonuçta böyle bir çalışma ya da yatırım ölü yatırım niteliği taşımaktadır.

 

*

Mesleki Teknik Eğitimin olmazsa olmazı elbette son derece donanımlı insan gücü ve bu insan gücünün,  pratik tecrübesini, uygun ortamda bizzat talep eden kişilere, öğrencilere yetişkinlere gerçek hayat ve üretimi destekletecek şekilde aktarmasıyla mümkün olur.

 

Mesleki Teknik Eğitime talep nasıl yaratılır? Meraklı öğrenci ve yetişkinler eğitim almaya nasıl motive edilir sorusunun cevabının net olarak verilmesi halinde bu eğitim yüksek donanıma sahip kişiler, yani eğiticiler tarafından verilen eğitim talep eden kişilere verilmesi halinde faydalı olur. Türkiye’de ise Mesleki Eğitime yönlendirilen kişiler uzunca bir zamandır

-Akademik başarısı düşük öğrenciler,

-Eğitim almayı reddeden, öğrenmeye karşı direnç oluşturmuş gençler

-Fakir ve kimsesiz olduğu için eli bir an önce ekmek tutsun denilerek mesleki eğitime yönlendirilen gençler.

-Ailesi parçalanmış ebeveynlerin çocukları.

Tüm bu genç zümrenin ortaklaşa mutabakat kurdukları arabesk müzik dinlemeleri, kendilerinin başarısız olduklarına inandırılmaları, alt ve orta sınıfa dâhil olan gruba mensup olmaları gibi yönleri ortaktır. Ancak tüm bu sebepler kaliteli bir mesleki eğitim almak için yeterli midir?

 

Yıllardır eğitimde yapılması gereken kişinin ilgi ve yeteneklerine göre yönlendirme 21. Yüzyılda bile yapılmamıştır. Yani aslında kimin neye ihtiyacı olduğundan çok ucuz işgücünü karşılamaya yönelik bir eğitim felsefesi ile sanayi işkollarının diğer rakip ülkelerle yarışamayacağı aşikârdır. Ekonomik gidişat da bu durumu sayısal verilerle desteklemektedir.

 

Bir işkolundan çok fazla niteliksiz eleman yetiştirmek yerine planlı, ülke ihtiyacına göre planlanan sayıda ve sürekli kendini geliştirecek şekilde tasarlanmış bir planlama ile çok daha etkin bir mesleki eğitim verilebileceği, mesleki eğitim denince de asla sanayi işkolları anlaşılmaması, tarım ve hayvancılık ile ilgili de tutarlı politikaların geliştirilmesine ihtiyaç elzemdir.

 

Gerçek bir motivasyon oluşturmak, talebede bilgiye, mesleki teknik eğitim talep oluşturmak için izlenilen yollar bu konuda birçok proje uygulanmasına rağmen henüz tam bir kimliğe bürünmüş değildir. Bu satırların yazarının lisede okuduğu yıllarda lise mezunlarına meslek edindirme projesi adı altında bir proje uygulanmaktaydı ki daha sonrasında da birçok proje uygulanmasına rağmen, bu konuda tam olgunlaştırılmış bir mesleki teknik eğitim sistemi inşa edilememiş olması bu konuda diğer konularda olduğu gibi bir ileri-iki geri, iki ileri-bir geri yolculuğumuz devam etmektedir. Her yeni gelen bakanla birlikte değişen şey sadece değişim, yapılanı bozma, bozulanı yapma şeklinde devam etmektedir.

 

Mesleki teknik eğitim içi güzel lafızlarla ilgi odağı yapılamaz. Bu konuda motive olan insanların;

 

-Mezun olduklarında daha müreffeh bir hayata kavuşacaklarına inandırılmaları (kandırılmaları değil)

-Başarılı öğrencilerin hatta en başarılılarının bir üst eğitime devam edebilmesi ki bundan sadece yüksekokul kastedilemez, okudukları alanın bir üst basamağı olan mühendislik fakültelerine geçiş yapabilmelerinin sağlanması,

-Aile işini yapanların, mesleğinde daha da gelişmek için aile işletmelerini KOBİ’lere dönüştürme yolunun açılacağının, mezunlara kredi de dâhil birtakım teşviklerin verilmesi

-Mesleki teknik eğitimin sadece fakirlerin mavi yakalı işçi olmak değil de sunulan fırsatların artırılarak iş geliştirme eğitimleri, mühendislik eğitimleri ve sürekli eğitim merkezleri ile desteklenmesi.

-Yetenek testleri ile ilgi alanlarının tespit edilerek doğru yönlendirmenin yapılması ki bu testler ilk dört seneden sonra işin uzmanları tarafından ilgili testler sürekli uygulanarak, hataya mahal vermeden gerekirse birçok kez tekrarlanarak doğru yönlendirme yapılması.

-Mezunları bütünün bir parçası ancak önemli bir parçası yapacak şekilde ulusal ürünlerin parça parça birlikte bütün oluşturmaya teşvik edilmesi gerekir.

 

Bu maddeyi biraz daha açarsak; kümelenme uygulamaları gibi örneği bulunan sanayi iş kollarında bir ulusal markanın alt parçalarını oluşturan, üretimleri gerçekleştiren, birbiriyle çatışma halinde olan değil de birbirinin varlığını sürekli olarak destekleyen uygulamaları teşvik ederek, parçaları bütün, bütünü ise büyük yapmaya yönelik, planlı çalışmaların yapılması gerekir ki bu durumda kişi ve işletmeler birbirlerinden bilgi saklamak yerine bir takımın parçası olarak hem tecrübe paylaşımı yapabilirler hem de uluslararası pazarlara bir bütün olarak çıkarak, uluslararası piyasadaki muhtemel rakipleri ile boy ölçüşebilir, bebek sanayi aşamasında iken yutulup piyasadan silinmeleri önlenerek, daha köklü ve rekabet gücü yüksek ürünlerle ülke ihracatına sadece işçilik olarak değil de hem marka gücü ve prestijinin sağladığı bedeli de getirmek suretiyle biri katlayarak ülkemizi hak ettiği, hak edeceği yerlere taşıyacaktır. Bir otomobilin bir parçasını üretmek de iştir ancak bir otomobili marka olarak üretmek ve uluslararası pazarda satmak daha nitelikli bir iştir. Bu durumda sizin tedarikçilerinizin çok daha ucuza üretip sizin markanızla, sizin patentinizle, size ait ürün olarak satılması farklı şeylerdir ve ilk üretici beşe yapıyorsa, son satıcı ona markasını bastıktan sonra yirmi beşe, dilerse yüze satabilir ki marka olmak, mark üretmek küçük işletmelerin üretecekleri sonrasında uluslararası pazarlarda rekabet edecekleri nitelik ve niceliği sağlayamayacağından en doğru yöntem birleşerek güçlü olmaktır ki eğitim alan kişilerin sonrasında bir bütünün parçası olması, aidiyet ve takım duygusunun oluşturulmasından kastedilen şey tam olarak bu minval üzeredir.

 

Mesleki Eğitime yönlenen öğrenci ve yetişkinlere eğitim kim ya da kimler tarafından hangi ortamlarda verilmelidir. Meslek eğitimi içerisinde olmazsa olmaz dersler mesleki dersler hariç neler olmalıdır?

 

 

 

 

*

 

 

 

 

 

 

 

Bir doktora yanlış bilgi vererek, sizi doğru şekilde tedavi etmesini bekleyemezsiniz. Aynı şekilde bir doktoru verimli ve güvenli çalıştırmazsanız, ona yeterli imkânları tanımaz, gerekli cihazlardan mahrum bir şekilde çalışmaya mahkûm ederseniz mesleğini doğru bir şekilde yapmasını sağlayamazsanız. Saygı duymazsanız saygı göremezsiniz, gerçek bilgiye gerekli ihtimamı göstermezseniz insanları, 21’inci yüzyılda hurafelerle baş başa bırakır ve insanlarınızı rezil duruma düşürebilirsiniz. İnsanlar gerçekte ne isterler sorusunun cevabını doğru olarak vermezseniz, sahadan gelen gerçek bilgiler yerine olmayan bilgileri varmış gibi sunarsanız, kalp nakline ihtiyacı olana beyin nakli yapmanız gerekir ki ikisi de zor bir operasyon olmasına rağmen yaptığınız çalışma hastayı ayakta tutmaya yetmediği gibi ölümüne dahi sebep olabilirsiniz. Doğanın kurallarına saygı gösterilmeli, köpürtülmüş bilimin değil de gerçek bilimin ışığına güvenilmeli, yapılan işler adalet üzere tecelli ettirilmeye çalışılmalı ki hak eden, hak ettiği yeri bulsun, düzen sağlıklı bir şekilde işlesin…Zaten siz ne yaparsanız yapın ya da ne yapmazsanız yapmayın adalet yerini bulacaktır. Adalet yerini bulurken doğal olarak, doğa kuralları gereği olarak bir tayfun, bir sel, bir zelzele anında orada güvende olmayanları da alarak, yok ederek bunu gerçekleştirecektir. Şanslıysanız, adaletin yerini bulduğu anda orada güvenli bir binada ikamet ediyorsanız belki hayatta kalacak ancak yine de güvende olamayacaksınız. Suçları kişiler işlese de suçlar telafisi mümkün olmayacak şekilde arttığında toplu ceza topluma kesilir. Doğal kurallar binlerce yıldır bu şekilde işliyor. Bunu rehberimiz Kur’an da Lut Kavmi ile ilgili olarak bize anlatırken bize anlayalım ve bundan dersler çıkaralım diye değilse acaba nedendir?

 

Mevzu teknik, mühendislik olunca ne değişir? Aslında değişen bir şey yoktur. Doğada milyonlarca yıldır işleyen kurallar suyun kaynama noktası, donma noktası hep aynıyken suyun kaldırma kuvveti de milyonlarca yıldır değişmemiştir. Olan nedir dikkati bir gözlemci bu durumu bir yasa haline getirmiş ve bilimler bu şekilde üstüne eklene eklene bu hale gelmiştir.  Var olan bilgiyi kullanıcılarına sunan eğiticilerdir ki bu son derece önemli bir uğraştır. Bunu keşfeden, bilgi vermenin ekmek vermeden daha yüce bir uğraş olduğunu bilen ve de kabul eden dinimiz de “İlim Çin’de olsa gidip, alınız” veya “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen dinimiz İslam, bu prensiplerle dünyaya kök salmış, “işi ehline verin” diyerek kutsal mekânların bakımını o zamanlar Hıristiyan bir aileye vermemiş midir? İşi ehline vermeyenlerin şirketlerini büyütebilmeleri, işlerini geliştirmeleri mümkün olmadığından kurulan işletmenin batacağı, yeterince gelişmeyeceğini bilmek için o konunun uzmanı olmaya gerek mi var?

 

Ekmek vermekten daha kutsal ve daha kaliteli bir iş insana ekmek yapmasını öğretmektir. Ekmek yapabilen kişi hem bağımlılıktan kurtularak ekmeğini yapabilir hem de insan olarak daha saygın hale getirilir ki kendine bağımlı insandan ziyade insana yatırım yapan toplumların da yapmaları gereken esas iş budur. Çin atasözü ne güzel diyor? “Bana balık verme, bana balık tutmayı öğret!”  Aynı şekilde bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek ağaç dik ama yüz yıl sonrasını düşünüyorsan ise düşündüğün halkı eğit. Ekersen bir kez ürün verir tohum, bir kez ağaç dikersen on kez ürün verir. Halkı doğru eğitirsen yüz kez olur bu ürün, balık tutmayı öğretirsen doyar hep karnı. Gelecek nesillere yapılacak en büyük yatırım verilecek en büyük hediye de nitelikli, özünde yalan bulundurmayan, iyi niyetli, tarafsız ve bilimsel eğitimdir.

 

Bugün herkes kabul eder ki kıtalar arası yolculuk yapmak isteyenler uçağı tercih etmek zorundadır, kıtalar arası yolculukta eşeği tercih etmekte inat edenlerin olmadığı günümüz dünyasında bilimle inatlaşmak da nedir!  Madem bilime bu kadar karşısın, o zaman hadi bakalım Amerika’ya gideceğin zaman eşekle gidiver bakalım o yolculuğa eşeğin sırtındakiyle bir ömrü yetecek mi! Olmaz denilen şeyleri sırf insanları belli amaçlar için yanıltarak, hatalı kararları bilinçli olarak alarak varılacak yer bellidir. İnat etmenin manası ise yoktur.

 

Eğitim konusunda da gerekli olan durum; bilgi sahibi insanların edindikleri bilgilerini sağlıklı ortamlarda, zamanlarda, güven içinde bunları karşı tarafa ki karşı tarafın da bu bilgiye talebi olması lazım sunmak ister. Eğitim ve öğretim sonunda bilenin bildiğini kanıtladığı, bilmeyenin ise neden öğrenemediğini öğrenip tekrar öğrendiği ancak asla ve asla bilmeyenin biliyormuş gibi yaptığı, bilmeyenin bilmediği bilgileri verdiği ya da veriyormuş gibi yaptığı durumlar,  gerçeği kesinlikle doğru olarak yansıtmaz.

 

-Bilgi sahibi insan, korunma bekler.

 

-Yetenek sahibi insan iltifat bekler.

 

-Bilgili ve çalışan insan, huzur içinde çalışmak ister.

 

-“Bilgi sahibi saygı görmek ister ki nerede saygı ve iltifat görürse oraya da gider.”  Gerçekte bu durumu bizler sıklıkla yaşamakta ve yurtdışına göç eden binlerce uzmanımızla “uzaktan” gurur duymakta, onların neden bu ülkede kalmadıklarını anlamamakta ısrar etmekte ve de durumun vahametini anlayamadığımızdan olsa gerekir ki hala içimizden böyle değerler çıkarmakta gurur duyarken, bir virüsle gündeme gelen iki uzmanımız yaptıkları aşı ile bize yeterli dersi vermiş, bilginin ne derece saygı ve iltifata layık olduğunu bir kere daha ziyadesiyle kanıtlamışlardır diye düşülmelidir.

 

 

 

*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölçme söz konusu olduğunda elinizdeki ölçü birimin hatasız, güvenilir, şişirilmemiş, abartılmamış olmasını sağlamak için güvenilir ölçme yöntemlerinin kullanılması esastır. Hassas terazide nasıl ki domates tartılmıyorsa, altın da pazarcı terazisinde tartılmaz. Aynı şekilde yakında olan mikro veya nano seviyedeki bir varlığı görebilmek için teleskop, yıldız kümlerinin hareketlerini inceleyebilmek için de mikroskop kullanılmaz.  Mevzu eğitim olunca işler daha da karmaşıktır.

 

Mesleki eğitimde işler ise daha nettir. Bir kişi mesleki eğitim almadan önce yapamadığı işleri yapabiliyor ise işi öğrenmiş demektir. Öğrenme öğretilmişse, yoluna devam eder. Burada faydalı veya faydasız, insan sağlığına, toplum sağlığına faydalı üretim tamamen kişinin tercihine kalmıştır. İnsan elindeki bilgiyle bomba da imal edebilir, devlet savunması için bilgisini kullanmak suretiyle vatan savunması yolunu tercih edebilirken, bilgisini başka amaçlarla da kullanabilir. Meselenin yapıyor, yapamıyor yapıyorsa daha iyi nasıl yapabilir ya da yapamıyorsa neden yapamıyor diye geliştirilmesi sorunun nedenleri parçalanarak, sonuca gidilir ve gerekli yerlerde düzeltmeler yapılarak çalışmayan bir sistem çalışır, çalışan bir sistem de daha iyi çalışır hale getirilebilir. Bu bir anlamda dijital 1 ve dijital 0 gibi bir durumdur ki burada abartma yapılmaması şarttır. Abartma sonucu, olmayan şeyler varmış gibi gösterilerek birileri bir süre yanıltılabilir ancak gün ağarıp da sabah olduğunda her şey güneş ışıkları altında aslına döner.

 

Mesleki Eğitimde de eğer bir sağlıklı bir analiz yapılacak ise sahadan verilerin doğru olarak alınması, o verilen asla hataya mahal vermeyecek şekilde korunması gerekir. Bunun için de bir internet taraması ile kaynakları da belirtmek suretiyle geçmiş verileri alt alta sıralayalım. Elbette bu satırları yazan insan da tüm Türkiye’deki istatistiksel bilgileri ezbere bilmesi mümkün değildir.  Nedir acaba sayısal veriler? Hadi birlikte bakalım:

 

Araştırmalardan birincisi Milli Eğitim Bakanlığı EARGED tarafından Erkek Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü, Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü ile Ticaret ve Turizm Öğretimi Genel Müdürlüğüne bağlı okullarda istihdam özelliğini kaybetmiş bölümlerin genel bir değerlendirilmesini yapmak amacıyla “Meslek Liselerinde İstihdam Özelliğini Kaybetmiş Bölümlerin Değerlendirilmesi” araştırmasıdır.(1) Bu araştırmanın önsözünde “Hızla sanayileşen ülkemizde, sanayi - hizmet sektöründeki üretim ve hizmetin fabrikasyon ve uzmanlaşma ile yapılmasından dolayı çalışan elemanların kalifiye olmasına ihtiyaç duyulmaktadır.

 

Meslek liseleri açılış amaçları doğrultusunda iş dünyasının ihtiyaç duyduğu nitelikli ara eleman yetiştirme görevini yerine getirme gayreti içerisindedir. Hızlı bir gelişim ve değişim gösteren teknolojinin okullarımızda meydana getirdiği donanım yetersizliği piyasa ile uyumu güçleştirmektedir. İş dünyasının taleplerine uygun öğrenciler yetiştirebildiğimiz zaman mezunlarımızın istihdam sıkıntısı da azalacaktır.

 

İstihdam özelliğini yitirmiş alanlarda eğitim ülke ekonomisi için bir kayıp insanımız için ise karanlık bir gelecek demektir”(1)  deniliyor.

 

Giriş kısmında ise bu ülkenin gerçeği, en önemli problemi aslında ne de güzel tanımlanmış. Dilerseniz problemin tanımlanış paragrafına birlikte bakalım: “Genel olarak bir ülkenin gelişimini etkileyen en önemli faktörler doğal kaynaklar ve insan gücüdür. Yönetim, sermaye ve girişimcilik de bu faktörlere ilave edilebilir. İnsan gücü ve doğal kaynaklardan gereği gibi yararlanarak yüksek düzeyde üretim sağlamak bir ülkenin gelişimi için temel unsurlardandır. Doğal kaynaklardan en iyi şekilde yararlanmak da insan gücünün bu konuda yetiştirilmesine bağlıdır, bu da ancak eğitim ile mümkündür.” (1) Bu ifadelere kim itiraz edebilir? Son derece doğru, son derece güzel ifade yerini bulmuş ve sorun kesin olarak belirlenmiş oluyor.

 

Çalışmada sınırlar belirlenmiş ve çalışmayla ilgili detaylar ise şu şekilde belirlenmiştir:  “Araştırmanın evreni; Erkek Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü, Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü ile Ticaret ve Turizm Öğretimi Genel Müdürlüğüne bağlı Ek-1 listedeki 44 bölüm, bu bölümlerin 1880 meslek dersi öğretmeni, 2002-2003 öğretim yılının 6634 mezunu ve bu mezunların son sınıfta iken staj yaptıkları 1880 iş yerinin sorumlularından oluşmaktadır”(1)

 

Araştırmada ulaşılan sonuçlar özetlenirse;

.”Öğrenci sayısındaki düşüşün en önemli nedenleri arasında üniversite sınavlarında düşük başarı seviyesi ve istihdam yetersizliği olarak belirlenmiştir.” Öğretmenler tarafından “öğrenci üniversiteye giremiyorum, eğitimime uygun iş de bulamıyorum, o halde ben bu okula neden devam edeyim diye düşündüğünden” mesleki eğitim almadığı veya talebin düşmesinin en önemli nedenlerinin özellikle bu iki madde olduğu düşünülmektedir.

 

Mezunlarla ilgili yapılan mülakatlarda ise mezun öğrencilerin yarıdan fazlasının mezun oldukları alan/dal ile ilgili çalışmadıkları belirlenmiştir. Ayrıca “Araştırma kapsamındaki hâlen çalışan ya da daha önce bir işte çalışmış olanların büyük çoğunluğu mezun oldukları okul yönetici ve öğretmenleri ya da arkadaş ve tanıdık vasıtasıyla iş bulabildiklerini belirtmişlerdir. Bu bulgular iş yerlerinin genellikle ikili ilişkilerle personel alma eğiliminde olduğunu göstermektedir.” (1)

 

İş bulamayan ya da istihdam edilemeyenlerin verdikleri yanıtlarda ise “Alanlarında iş bulamayan mezunların; % 45.2’si illerinde bölümleri ile ilgili iş sahasının olmadığından dolayı iş bulamadıklarını belirtirken, % 24.4’ü hâlen üniversitede okudukları için iş bulamadıklarını, % 10.2’si alanlarındaki iş yerlerine lise mezunu almadıkları için işe giremediklerini, % 6.4’ü üniversiteye gitmek istedikleri için, % 5.3’ü okullarında ki eğitimin yetersizliğinden, % 2.6’sı alan dışı iş bulabildiklerini, % 2.1’i çalışmak istemediğinden, % 1.6’sı okulların teknolojinin gerisinde kalmasından, % 1.1’i ise yabancı dil ve bilgisayar bilgilerinin yetersizliğinden dolayı iş bulamadıklarını belirtmişlerdir.” (1)

 

Araştırma kısa sürede iş bulabilmek için meslek liselerine yönelenlerin ezici üstünlükle önde olduğu görülse de lise diploması almak, aile isteğiyle, kendi isteğiyle, tanıdık tavsiyesi ile ve de mecburiyetten böyle tercih yaptıklarını belirten mezunlardan yarıdan fazlası istihdam edilecek iş sahası olmadığından istihdam edilememişlerdir. Görüldüğü gibi Milli Eğitim Bakanlığı yedi coğrafi bölgeden verileri toplayarak sorunun kökenine inmişler, gayet güzel bir çalışmayı 2006 yılında ortaya çıkarmışlar.

 

Bir başka çalışma yine Ticaret Meslek Lisesi Mezunlarının izlenmesi çalışmasıdır ki sorun tespiti anlamında gayet detaylı hazırlanmış bir çalışmadır. (2)

 

Üçüncü çalışma Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan Mesleki Eğitimde Niteliğin Artırılması Çalışma Grubu Raporudur ki bu rapor 2018 yılında yayımlanmıştır.  (3)

 

Çalışmanın hemen girişinde problem tespit edilmiştir. Gelişen teknoloji ve gelişen teknolojiye tam olarak sağlanamayan uyum, uluslararası pazarda rekabet gücümüzü azalttığı, yüksek teknoloji ihracatının toplam ihracatın son derece beklentilerin altında gerçekleştiği ve düşük olduğu bu doğrultuda yapılması gerekenler ele alınmıştır.  Raporun uygulamaya ne derece bilinmemekle beraber geniş katılımlı gerçekten hemen her sahadan uzmanın isminin yazması, bu kişilerin son derece yetkin üniversitelerde bakanlıklarda sendikalarda işçi ve işveren sendikaları, standardizasyon kuruluşları da dâhil tamamen bir şemsiye görevi gören toplumun sorumlu her kesiminden uzmanların katıldığı geniş katılımlı bu raporda;  Yıllara göre insanlar köylerden şehirler göç ettiler, göç ettirilen insanlar bir yere kadar işgücüne katkı sağladılar ancak bundan sonra göçlerle işgücünün karşılanması mümkün değildir. Yani aslında insanların İç Anadolu’da birkaç şehre, yine Marmara Bölgesine göç ettirilmelerinin nedeni işgücünü karşılamaya yönelik bir uygulamaydı. Ancak bundan sonraki süreçte ya kişilerin çalışma verimini artırmak gerekiyor ya da ekonomik üretimde sanayi üretiminde bilgiye dayalı yüksek teknolojide diğer ülkelerle Türkiye’nin rekabet edebilmesi mümkün değil denilmektedir.

 

TÜİK 2017 Ekim ayı işsizlik oranı % 10,3 gençler arasında ise ne eğitimde ne de istihdamda olanların oranı % 24,1 olmuş. 2016 yılı itibariyle ise Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD verilerine göre Türkiye’de ne eğitimde ne de istihdamda olanların tüm gençlere oranı %28,2’dir Bu gençler ne herhangi bir mesleki eğitim görmekte ne de herhangi bir iş yerinde çalışmaktadır. O halde bu gençler ne yapmakta, geçimleri kimler tarafından sağlanmaktadır?

 

İşletmeler açık pozisyonlarının yalnızca açık pozisyonlarının %6,6’ı kadar lisans ve lisansüstü eğitim şartı ararken, % 34,4 herhangi bir eğitim düzeyi aramadıklarını,  %25,7 oranında lise altı eğitimin yeterli olacağını belirtmişlerdir! “Açık işlerin yaklaşık yüzde 60’ının herhangi bir mesleki veya ileri düzey eğitim gerektirmediği anlamına gelen bu durum, yüksek işsizlik oranları ile birlikte değerlendirildiğinde, işsizliğin bir kısmının işverenlerin talepleri ile işgücü piyasasına katılan kişilerin sahip oldukları becerilerin örtüşmemesinden kaynaklandığı şeklinde yorumlanabilir.” (3)

 

Yine aynı araştırmada dünyada da benzer bir problemin yaşanmakta olduğuna dikkat çekiliyor. “İstedikleri zaman bu pozisyonlara uygun eleman bulamamalarının en önemli nedenleri sırasıyla; başvuru yetersizliği (yüzde 24), teknik beceri eksikliği (yüzde 19), deneyim eksikliği (yüzde 19), başvuranların yüksek ücret beklentisi (yüzde 14) ve sosyal beceri eksikliğidir (yüzde 11). (3)

 

“Eylül 2017 itibarıyla Türkiye’de işgücünün yüzde 55,9’u lise altı düzeyde eğitime sahiptir. İşgücünün yüzde 10,2’si genel lise, yüzde 10,8’i mesleki veya teknik lise, yüzde 23,1’i de yükseköğretim mezunudur. İşgücünün eğitim düzeyi (genel lise mezunlarıyla birlikte yüzde 66,1’inin belirli mesleklere yönelik veya ileri düzey eğitim almamış olması) Türkiye’nin yeni sanayi devriminin aradığı; geleceğin fabrikalarında ya da genel olarak iş dünyasında ortaya çıkabilecek problemlere etkili bir şekilde çözüm üretebilecek, yapılan işlere bütünsel bir bakış açısıyla yaklaşabilecek, donanımlı çalışanlara sahip olmadığı şeklinde yorumlanabilir. (3)

 

Rapor işverenlerin ihtiyaçlarını doğru olarak tanımlamada güçlük çektiklerini, ihtiyaç duyduğu beceriler konusunda doğru bir tanımlama yapamadıklarını ifade ediyor! (20.sf, 1,prg)

 

Öte yandan işverenler staj eğitimi sırasında eğitim vermekten kastettikleri konusunda net bir cevap verememeleri aslında stajdan ne kastettiklerini bu konuda belirli bir plandan ziyade, staj süresince sadece öğrenciyi ucuz işgücü olarak değerlendirdikleri varsayımı çıkarılabilir. Yani bu rapora göre; staj yapan elemanlarla ilgili planlı, projeli bir çalışması çoğu işverenin yoktur denilebilir. “Ortaöğretimde net okullaşma oranı genel ortaöğretim ve mesleki ve teknik ortaöğretim olarak ayrıştırıldığında, genel ortaöğretimde bu oranın yüzde 40,16, (imam hatip liseleri dâhil) mesleki ve teknik ortaöğretimde ise yüzde 42,38 olduğu görülmektedir. Ortaöğretimin tamamı ele alındığında net okullaşma oranı kadın-erkek öğrenciler arasında çok büyük bir farklılaşma göstermemektedir. Ancak genel ortaöğretim ve mesleki ve teknik ortaöğretim olarak ayrı ayrı bakıldığında durum değişmektedir. Genel ortaöğretimde erkek ve kadınların net okullaşma oranı sırasıyla, yüzde 38,24 ve yüzde 42,19; mesleki ve teknik ortaöğretimde ise erkek ve kadınların net okullaşma oranı sırasıyla yüzde 44,46 ve yüzde 40,2’dir.”(3)  Raporda İmam Hatip Liselerinin de meslek lisesi statüsünde olduğu belirtiliyor. Rapor eksikleri ve yapılması gerekenleri ziyadesiyle ortaya koymuş. Kalan eksikleri ortaya koymak için daha farklı şeyler yapmak gerektiği açık. Her sistem deneniyor, bir türlü doğru yol bulunamıyor olmalı ki sonra başka yollar deneniyor.

 

Görüldüğü üzere notlar ne olursa olsun sayılar gerçeği deyiveriyor. Ölçmek gerçekten daha kolay. En sonunca, sonuçta insan ya yapabiliyor ya da yapamıyor. Yapamıyorsa satamıyor. Satamıyorsa satın almak ve elinde avucunda ne varsa harcamak zorunda kalıyor. Üretmeden tüketmek insana başta işkence gibi bir kelimeyi asla düşündürtmezken, gerçek kâbus oluveriyor.

 

  1. https://www.meb.gov.tr/earged/earged/Meslek_Liseleri_istihdam.pdf
  2. https://www.meb.gov.tr/earged/earged/TML_mezunlari_izlenmesi.pdf
  3.  https://www.sbb.gov.tr/wp-content/uploads/2020/04/MeslekiEgitimdeNiteliginArtirilmasiCalismaGrubuRaporu.pdf

 

 

 

 

 

 

 

YAPAY ZEKÂ ÜRÜNÜ AŞAĞILAMA KÜLTÜRÜMÜZ

 

Burada da meslek erbaplarının, zanaatkârların, üretici sınıfın neden bu denli aşağılandığını, aşağılanan sınıflarla birlikte aslında neden toplumun da sürekli düşüşte olduğunu anlayalım. Malum kültürel alanda da bu düşüş devam ediyor. 1940’larda tek partili dönemde dahi daha fazla şair yazar yetiştiren o zamanın Türkiye’si şimdiye göre dörtte birden daha az nüfusa sahipti ve tek partili döneme göre sanatçı, yazar, çizer bakımından günümüz Türkiye’si ile boy ölçüşebilir derecede idi. Çünkü henüz bizim de kaderimizi değiştiren 1947’deki görev dağılımı yapılmamıştı!

 

Aşağılanan Grup-1

 

Türkiye algılarla bilinçaltına zehirlerin verilerek değerlilerin değersiz, değersizlerin de sınırsız bir şekilde değerlendiği nadir ülkelerden biridir ve bu yapılırken o denli bilinçaltına çalışma yapılır ki çoğu zaman insanlar bunun neden yapıldığını anlamaz ve hatta dile dolanır, şarkı veya türküye dönüşür. “Zeytinyağlı yiyemem” de yiyemem örneği…

 

Kültürel olarak aşağılanan gruplardan birincisi ve en önemlisi bu ülkede köylülerdir. Bakmayın siz köylü milletin efendisidir diyen Atatürk’ün sözlerini kullananlara. Kimse köyde çobanlık yapmak istemez, kimse şehirde köylü olarak aşağılanmak istenmez. Hatta bazı şehirlerde aşağı köylüler (denize yakın olanlar) bile yukarıdakileri (ormana yakın) dağlı ve daha birçok sıfatlarla aşağılarlar. Modernlik, insan olmanın bizdeki karşılığı aslında şehirli olmaktır. Şehirli temiz beyefendi demektir. Hanımefendi demektir. Köylü ise tarlada doğum yapan, bunu yapması kendi suçuymuş gibi üstüne aşağılanan insan türüdür. Dizilerde filmlerde de bu böyledir ne yazık ki! Birinin kabalığını vurgulamak için köylü denir. Ben bunu ben çok kez duydum, çoğu insanın da duyduğundan eminim. Neredeyse kimse köydeki bir çobana ki o çoban kendi hayvanlarına bakan biridir kız vermek istemez. Köyden bir kız şehre gitti mi birçok köyde hanımefendi, şehirli oldu zannedilir. Şehre bir kez ayak basan kazma küreği eline almayagör bu defa da kendi gibi konuşan, kendilerinden biri olduğunu vurgulayanı kendi köylüleri aşağılar. Şehirdeki gibi konuşsa başka şey derler, kendileri gibi konuşsa şehre gitmiş ama şehirden hiçbir şey öğrenemeden gelmiş derler. Birbirini sözde hatalarından ötürü aşağılayanları başkaları neden aşağılamasın.

 

Aşağılanan Grup-2

 

Başka bir aşağılamaya maruz kalanlar zanaatkârlardır. Okumayan çocuğa cezadır sanayi, sanayiye düşen var ya cezalandırılmıştır bir kere! O geridir, aykırıdır, istenmeyen kafası ezilmesi gereken adam adayıdır. Arabesk dinler artık acıları çocuğudur aynı zamanda. Bir nevi parayı bulunca bir bulunca neler, neler yapacak tüketmeye odaklanmış kazandığını bir gecede pavyonda yemeye aday, gözü kara acıların çocuğu…

 

Bir arkadaşım anlatıyor. Arkadaş meslek okulunda öğretmen, dört erkek kardeşler. Kardeşlerden ikisi okumuş, ikisi de babası ile baba mesleğinde çalışıyorlar. Baba mesleği derken, inşaat malzemeleri satıyorlar, aynı zamanda doğalgaz ve sıhhi tesisat malzemeleri ve kombi satışı yaparken hem de kendileri takıyorlar.  Okuyanlardan birini ben tanıyorum. Lisede Meslek Lisesine, Meslek Lisesinden sonra Teknik Eğitime elbette baba mesleği olan sıhhi tesisat bölümünü tercih ediyor. Okuldan kalan zamanlarında da kardeşleriyle babalarının yürüttüğü aile işletmesinde çalışıyor, mesleki becerilerini artırıyor, hem üretime katkıda bulunuyor. Günlerden bir gün bir eve gidiyor. Kombi takacak, tabi üzerinde iş tulumu ve takım çantası yanında kalfası ya da çırağı beraber gidiyorlar ve başlıyorlar işe. Evdeki kadın bir ara daha yedi sekiz yaşlarında olup ders çalışmayan oğluna bizim arkadaşı göstererek “bak okumazsan sonun bu abi gibi olur” diyor. Arkadaş da dayanamayıp abla ne varmış benim halimde diye sorunca, kadın üstün başın toz toprak içinde, güzün gözün is pas diyor. Bizim arkadaş ise dayanamayıp iyi de abla ben zaten okudum, fakülte bitirdim, ben bu mesleğin öğretmeniyim dediğinde kadın mahcup oluyor ama burada yaşananlar; asıl kıyafet ve kıyafetten ötürü alt sınıf algısının ne derece yanlış, hatta yanlı olduğunu gösteriyor.

Aşağılanan Grup-3

 

Bu grubun için de yıllardır öğretmenler ve din adamları imamlar var. Bunu bilinçli olarak söyleyenler “okuyup da muallim mi olacaksın” derken bunda alaylı bir aşağılama olmadığını düşünedursunlar, okumanın iyi bir şey olmadığını kendileri okumadıkları için başkalarının okumasını kaldırmayacakları bilinçaltları söylerken, okuyanı sadece dua okuyan olarak zanneden bir grup ise nedense pozitif bilimlerin eseri olan son teknoloji ürünleri kullanmak söz konusu olunca bir anda değişiveriyorlar. Ne derler; “solculuk parayı bulana kadar!” Dini oku denen bir millet okumuyorsa, okuyana, okutana saygı duymuyorsa sonunun karanlık olacağını bilmek için müneccim olmaya gerek yok. Özel olarak yazarına diyeceğim bir şey olamaz ama Hababam Sınıfı benzeri filmleri izleye izleye eğitim üzerine eğitilmeyen beyinler eğitimden başka şeyler, öğretmenle dalga geçmeyi anlıyorlar ki gerçekte sizlerin gördüğünüz devasa binaların içinde öğretmen varsa o bina eğitim hane, aksi halde bir yetimhanedir.

 

            Gerçek üreticisini aşağılayan, kendi alın terinden başka birinin emeği ile geçinmeyen insanlar neden aşağılanır hiç düşüncünüz mü?  Çoğunluğun sırtına binen asalaklar, onları sömürenler değerli ancak üreten, çalışan insanlar aşağılanmaya layık öyle mi? Bunları iyi niyetle eğitmeye çalışan eğiticiler, eğitimciler de gruba eklenirse zincirin halkası tamamlanmış olur.

            Aşağılanarak başarılı olan bir canlı türü duymadım, görmedim, bilmiyorum. İnekten bile daha fazla süt almak isterseniz tatlı sözler söylemelisiniz. Yaylağa gönderdiğiniz ineği bir çift tatlı söz söylemezseniz o ineğin eve mutlu gelmesini bekleyemezsiniz. Aynı şekilde atınızın, eşeğinizin sizi taşırken sırtından atmasını istemiyorsanız biraz okşayın, tımar edin, eşek olsa bile eşeğinize hakaret etmeyin, ettirmeyin!

 

 

 

          Aşağılanan kişi ya da gruplar toplumda kendilerini ifade edemediklerinde, ezildiklerinde o topluma karşı, kinlenir ve bilenirler. Bir grubu, zümreyi ya da insanı kaybetmenin en kusursuz yolu onu sürekli  aşağılamaktır.

 

            Özellikle kendisi seçmediyse, genellikle insanlar kendi seçimi sandığı şeyler genellikle başkalarının seçimi, çevredekinden etkilenme, zorunluluk gibi nedenlerle gerçekleşir, mesleki teknik eğitime devam eden öğrenciler değer gördüğü yıllarda özel olarak hem yazılı hem sözlü hem de motor becerilerinin kontrol edildiği meslek liselerinin altın yılları bir tarafa bırakılırsa, dar gelirlilerin, köylülerin, taşralıların devam ettiği okullardır.  Bu durum da neden meslek liselerinin daha muhafazakâr olduğunu açıklar. Entelektüel birikimi olmayan, kendini tam olarak tanımayan gençlerin başarısız olmalarından ötürü ya da kendileriyle maddi imkânlarını da kullanarak ilgilenen velilerinin olmamasından ötürü meslek lisesine giden öğrenciler eskiden daha içe kapanıktı, şimdilerde ise ne yazık ki mafya dizileri ve birtakım kötü hareketleri meşru yapan dizi ve filmlerin de etkisiyle artık daha umarsız, daha pervasız oldular.  Özellikle son yıllarda öğrencileri bir laboratuvara aldığımızda bir eğitim setinin başında çocukların ilk sordukları şey “bu cihazın, bu setin fiyatı ne kadar” diye soruyorlar. Setin fiyatının bin, bin beş yüz Euro olduğunu duyunca hemen her sınıfta karşılaştığım tepki ise “bu seti çalıp satsak, köşeyi döneriz” diyorlar.

            Toplumda çalışmak anormal, çalmak normalleşmiş gibi bir tepki oluşmuş ki burada öğrencilerin hemen hepsi bir an önce köşeyi dönme derdinde ancak öyle kafa yorup çalışmak da işlerine gelmiyor. Onlara güzel örnekler, iş sahibi olan eski mezunlardan bahsediyoruz, yaptıkları işlerden falan ancak çok az öğrenciye ulaşabilmek hemen her okulda öğrencilerle derse giren eğitimcilerin ortak sorunu olsa gerek. Elbette bu konuda yapılan bir araştırma varsa ve de neden bir an önce köşeyi dönmek istediklerine dair araştırmalar yapılırsa ve de bizler de bundan haberdar olursak, duyurmak en azından ilgilenenlere aktarmak görevimiz. Açık Meslek Lisesine devam eden öğrenciler yani yetişkinler ise bilgiye daha fazla önem veriyorlar ve dersleri daha dikkatli dinlerken zamanlarının değerini biliyor ve derse giren öğretmeni bulunca, konunun da uzmanı ise onu soru yağmuruna tutuyorlar ki bir öğretmeni dersleri merak eden, soru soran, sorgulayan öğrenciden mutlu eden başka bir şey olamaz ki en azından ben öyle düşünüyorum.

            Toplumda kendini gerçekleştirme demek, lüks araçlara sahip olmak, daha çok parası olmak demek olan saygınlığın toplumun her katmanında son derece kabul görmesi, Türkiye’de kaynakların çoğunun gösterişe harcanmasına neden oluyor ki işyeri kiralık, makinaları kiralık borç harç içinde yüzen bir adam, işyeri sahibi bile olsa mutlaka son model araba ile dolaşmayı erdem sayıyor ki bire bir konuştuğumuz insanların tamamına yakınının ortak cevap “daha kötü bir araba ile iş görüşmesine gitsem firmalar ve insanlar tarafından dikkate alınmıyorum, bırakın işyerinde görüşmeyi kapıdaki güvenlik araba modeli düşük olunca, arabamı gittiğim işletmeye ait otoparka çekmeye izin vermiyor.” Bu ve bunun gibi cevaplar alıyoruz ki “ye kürküm ye geleneği” hala toplumsal hastalığımız olmaya devam ediyor.

            “Fakirlik utanılacak bir durum değildir” diyor bir filozof. Bizde bu söz tam tersi çalışıyor ki çoğu aslında fakir olmasına rağmen kendisini zengin gösterebilmek için birçok şeyini feda ediyor ki ülkemizde patronların durumu böyleyken, insanın doğrusu daha lise çağındaki öğrencilere söyleyecek sözü kalmıyor.

            Eğitim her şart ve mahalde her zaman gerçekleşir. Kendini gerçekleştirerek yapılan eğitim ise; çok daha nitelikli olacaktır ancak bu kültürel savaşın, kültürel baskının sosyolojik sömürü ile kutsal ittifak kurduğu bir dünyada algı çoğu zaman gerçeği silip süpürüyor. Birileri kocaman binalar görür. Güzel ve kocaman göğü delen binalar… Korkar büyüklerden… Şanslı olanlar, kendini gerçekleştirenler, insanı tanıyanlar ise büyük görünen şeylerin o kadar da büyük olmadığından hatta çok küçük olduğundan emindirler.

(4)https://9lib.net/article/i%CC%87lgili-ara%C5%9Ft%C4%B1rmalar-i%CC%87lk%C3%B6%C4%9Freti%CC%87m-seki%CC%87zi%CC%87nci%CC%87-%C3%B6%C4%9Frenci%CC%87leri%CC%87ni%CC%87n-ai%CC%87leleri%CC%87ni%CC%87n-meslek-li%CC%87seleri%CC%87.dzxvkdyr

 

 

TESPİT EDİLEN BELLİ BAŞLI PROBLEMLER

 

PROBLEM 1.

 

Meslek lisesini tercih eden ya da mesleki eğitim devam eden öğrencilerin özgüvenli, kendilerini bilen, kendi bilinçli tercihleriyle bu seçimi yapmaları önemlidir. Ancak o yaşlarda öğrencilerin kendilerini yeteri kadar tanımamaları önemlidir. Olgunluk düzeylerinin yetkin olmasıyla, yeterli bilgiyle seçim yapabilmeleri önemlidir. Bu problem en önemli problemlerden biridir.  Çünkü çoğu öğrenci neyi neden seçtiğinden habersiz seçim yapmaktadır.

 

PROBLEM 2.

 

 

Meslek lisesi ya da mesleğe geçişi ne kadar överseniz, genel yapısı itibariyle karma eğitim olmaması nedeniyle birçok öğrenci tarafından tercih edilmemektedir. Tercih edenler ise karşı cins konusunda hayatlarının ileriki dönemlerinde sorun yaşamaktadır.  Karşı cins belli yaş ve imkânlar da iyileşince kişilerin kendilerini başka mecralarda da gerçekleştirme isteği kızışır bu da kişisel verimi düşürmekte, büyüyebilecek bir iş bebek aşamasında ölmektedir. Öte yandan mesleğe ve zanaat işiyle uğraşanlar belli zamanlarda övülseler de “sanayi bir ceza olarak” hafızalarda hala kötü bir imgedir.

 

PROBLEM 3.

 

Mesleki Eğitim yapan okullar bu işi işverenin işine yarayan teknik elemanlar yetiştirmek üzere yapmaktadır. Bir ülkede, bölgede, şehirde istihdam alanları ve staj imkânları ne denli genişse öğrenci o denli daha fazla ve farklı şeyleri pratik olarak görme imkânına sahip olacaktır. Meslek okulları bölgesel ihtiyaçlara da cevap verecek şekilde, bölgesel imkânları kamu- özel karma bir şekilde kullanarak gelişecek, bölgesel işyerlerini büyütecek şekilde tasarlanmalıdır. Bölgeden nüfus sürekli olarak başka bölgelere göç ediyorsa, bölgede büyüme imkânı yoksa orada nitelikli elemanların iş bulabilmeleri gerçekçi bakış açısı olmaz.

 

PROBLEM 4.

 

Meslek Eğitiminde görev alan öğretmen kadrosu, öğretim elemanları arasında uzmanlaşma olmalıdır. Bir meslek alanında eğitim alan öğretmenden örneğin elektrik-elektronik branşı için elektrik öğretmenini ele alalım; bu öğretmenin anlatacağı dersler alt alta yazıldığında bu dersleri hakkıyla ne Türkiye’de ne de dünyada tam anlamıyla anlatacak bir eğitici olabileceği düşünülüyorsa bu büyük bir yanılgı olur. Kesinlikle öğretmenler için “sürekli eğitim merkezleri” açılmalı, teknolojik gelişmeler, uygulamalar bu yüksek teknoloji ile bölge ya da merkezlerde açılan eğitim merkezlerinde gerçek uygulama ve gerçek uzmanlarla, kesinlikle eğitim durumuna bakılmaksızın işi bilen, yapan uygulayan teknik personel eşliğinde eğitimler planlanmalıdır.

 

PROBLEM 5.

 

Okul sayısı çok olmakla birlikte altyapı donanımları birbiriyle uyumlu değildir. Bu donanımlar Tüm Türkiye’nin ortak zenginliği olduğundan bu altyapıların tam zamanlı kullanılması gerekirken, yaz tatilinde kullanılmayan binlerce takım tezgâhı, laboratuvar akşam saatlerinde de atıl kalmaktadır.

 

PROBLEM 6.

 

Öğretmen öğrencinin yetişmediğinin farkındadır, öğrenci kendinin yetişmediğinin farkındadır. Kâğıt üzerinde ise işler son derece mükemmel görünmektedir. Gerçek ise aslında böyle değildir!

 

PROBLEM 7.

 

İşyerleri halen öğrenciye çırağa ucuz işgücü olarak bakmakta, çoğu işveren vasıfsız işleri için (yer süpürme, çay yapma da dâhil ) öğrenci isterken aslında öğrencinin kişisel gelişimine dair çoğu usta ya da ustabaşının misyonu yoktur. En nihayetinde kendisinin zam döneminde anlaşıp anlaşamayacağı kesin olmayan işyerinde öğrencilerin eğitimini misyon edinen ve onlarla ciddi anlamda uğraşan pek az sayıda profesyonel işyeri vardır.

 

PROBLEM 8.

 

İşveren az maaşla çalıştırabileceği eleman derdindedir. Bunda ekonomik koşullar önemli olmakla beraber dünya pazarında yarışan firmaların alt ekipleri şeklinde milli bilinç yerine birbiriyle çatışan, rakibini yok eden düzende ilerleyen sistemin de bunda payı büyüktür. Türkiye’den bir firmanın küresel bir firma olması güç olduğundan, büyüyenler rakipler veya global ekonomik yapılar tarafından yutulmaktadır. Bu da doğumu gerçekleşen buzağının süt ineği olduğunda sütü başkalarıyla paylaşmak ya da rakiplere teslim etmek (zorunlu satış da olabilir) demektir.

 

PROBLEM 9.

 

Yerli ve Milli ifadelerinin laftan ibaret kalmaması için organize sanayi bölgelerinin sadece küresel şirketlerin işçileri değil de belirlenen dal ve alanlarda organize sanayi bölgesindeki şirketlerin birbirlerini destekleyecek şekilde ortak ürünler üretmeye odaklanması,

 

 

PROBLEM 10.

 

Kararlı Değişkenlik: Basın ve yayın organlarının katılımıyla yapılan ve devrim niteliğinde bir “olay” olarak sunulan ve altyapısı olmayan birçok fikir daha fikir aşamasındayken bir süre sonra unutulur, yerini devrim niteliğinde başka bir fikre bırakır. Daha önce iyi denilen şey bir süre sonra nasıl kötü olmuştur bunu kimse sormaz. Artık sistemin içinde olanlar sadece bir şeyden emindirler, iyi diye getirilen her fikir, her sistem alkışlarla geldiği gibi yuhalanarak birkaç sene sonra çöpe gidecektir.

PROBLEM 11.

 

Eğitim Sistemi Üzerindeki siyaset etkisi; elbette hesap verenler kendilerini yaşatacak sistemi inşa etmekte özgürdür. Burada esas olan kriter işin ehline verilmesi şeklinde olmalıdır. İyi şoför olmayan birini şoför yapabilirsiniz, şoför kötüyse işe geç kalır, arabayı duvara vurur ancak binlerce, milyonlarca insanın kaderini değiştirecek kararları alanlar hatasız ya da en az hata yaparak işlerini yapmak zorundadırlar.

 

PROBLEM 12.

 

Bölgeler arasındaki imkânlara ulaşmada eşitsizlik. Hiçbir insan doğduğu yeri, annesini, babasını, memleketini, doğum çevresini seçemez. Her ülke için geçerli olan bu kural, mevzu bir ülke olunca daha özel bir durum içerir.  Bölgesel farklılıklar ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına dair yapılacak en doğru adım, problemi kabul etmektir.  Eşitsizliklerin körüklenerek ucuz işgücünü daha da zor duruma düşürülen insanlar sayesinde karşılamak tüm dünyanın hatta en fazla da modern dünyanın uyguladığı bir uygulama olmakla beraber insani ve vicdanlı değildir.

 

PROBLEM 13.

 

Sürekli sayısal verilerle ihtiyaçları bir otomasyon dâhilinde yönetmek günümüz şartlarında daha da mümkündür. Hatta veriler doğru yüklendiyse bazıları için sır olan bilgiler işin uzmanı olanlara tek tuş uzaklığındadır. İhtiyaç fazlası her üretim, buna teknik personel de dâhil pazarda değeri düşen bir duruma düşer. Bu durumda kişiye yatırım yapanların emekleri de boşa gider. Bu durum yapılanların yanlışlığından değil, fazla üretimden dolayı arz talep dengesinin korunmamasından kaynaklanır. Yüz nüfusa sahip köyde on berber olsa, her biri bu durumda en fazla kendi koyununu kırkar.

 

 

 

 

ALTERNATİF ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

  1. BÖLÜM

 

PROBLEM 1.

 

Meslek lisesini tercih eden ya da mesleki eğitim devam eden öğrencilerin özgüvenli, kendilerini bilen, kendi bilinçli tercihleriyle bu seçimi yapmaları önemlidir. Ancak o yaşlarda öğrencilerin kendilerini yeteri kadar tanımamaları önemlidir. Olgunluk düzeylerinin yetkin olmasıyla, yeterli bilgiyle seçim yapabilmeleri önemlidir. Bu problem en önemli problemlerden biridir.  Çünkü çoğu öğrenci neyi neden seçtiğinden habersiz bir şekilde seçim yapmaktadır.

 

 

Ekonomik olarak düşük gelirli insanların çocukları, ucuz işgücüne layık görülebilirler. Onlar cahilleştirip daha da fazla sömürülebilir ancak uluslararası arenada beyni pürüzsüz çalışan gençlerin beyinlerine bedenlerinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız.

 

 

Daha önce de anlatıldığı gibi emeğiyle para kazananlar aynı zamanda bu ülkede tarımdan hayvancılığa, sanayiden, hizmet sektörüne, inşaat imalatına kadar hemen her alanda “mavi yakalı” olarak da adlandırılan işgücü ile üretim yapılır. Bu insanların bedenleri doğru beslenirse verimleri artar. Beyinleri temiz olursa zihinleri parlak olur ve daha fazla kendilerinden fikir katarlar. Çoğu zaman veriler toplanırken masa başından toplanan, masa başında alınan fikirlerle işler yapılır. Hâlbuki sahada hatayı ilk fark eden genellikle en önemsiz işlerin layık görüldüğü kişilerdir. Esasında da ürüne değer katanlar tam olarak onlar olmasalar da ürünü rezil edebilme potansiyelleri de yok değildir.

 

Sahada bizzat gerçek ürünle gerçek üretim yapan kişiden daha fazla verim almak yerine daha ucuz işgücü olarak kullanmaya çalışmak tercih edilmesi kesinlikle yanlış bir tercihtir.

Zaman zaman başka ülkelerin eğitim sistemleri örnek alınmış, örnek alınmaya çalışılmış, alınması fikri oluşmuş ancak asla birebir tutmamış ve verimli olmamıştır. Her ülke gerçekleri, coğrafyası, altyapısı, dini gelenek ve görenekleri farklıdır ve birebir aynı şekilde olamayacağı yap-boz deneylerle fazlasıyla görülmüştür. Gelinen aşamada eğitim sistemimiz hala eleştiri konusudur ve halen istenilen durumda değildir. En azından şimdilik bunun meyvelerini almış olabilirdik.

 

Seçim yapabilmek için, kişinin geleceği öngörebilmesi gerekir. Bu öngörü çoğu zaman gerçekleşmez. Özellikle kişiler, işinde son derece usta kabul edilen insanlar dahi gelecekte hangi mesleğin daha popüler olacağını öngöremeyebilir. Öyle ki bugün hiç okula gitmemiş bir insan son derece lüks otomobiller ve son derece lüks imkânlara sahip olabilirken, bir meslek üzerine okumayı seçmiş kişiler belki bugün zar zor geçiniyorlar ve de çoğu da yaptığı seçimlerden dolayı pişman.

 

Ekonomi ile seçimler arasında büyük oranda paralellikler olması doğaldır. İnsan bir su damlası ise neticede çevresi de bir kap vazifesi görür ki insan gördüğü ile düşünür. Bazı çevrelerde memuriyet makbulken, başka çevrelerde ise ticaret daha makbul karşılanabilir. Yine toprağın kısıtlı olduğu bölgelerde ise göçlerin olması bunun da yurt içi, yurt dışı göç hareketlerinin tetiklenmesi normaldir.

 

Bundan önceki dönem projeksiyonu tersten okunduğunda köylerdeki nüfusun şehirlere göçünün hızlandırılması elzem olmalıydı ki şehirde, özellikle büyük birkaç şehirde ucuz işgücü ihtiyacı giderilebilsin: Bunun için, bu düşüncenin vücut bulması, eyleme geçilmesi Karadeniz bölgesine yansıması “İstanbul’a kavimler göçü” iken İç Anadolu Bölgesindeki yansımaları ise genellikle Ankara’ya göç şeklinde tezahür etmiştir.

 

Önceki dönemlerde göçlerle karşılanan ucuz işgücü ve ihracata dayalı büyüme ucuz işgücü düşünüldüğünde mantıklı gelebilir ancak zamanla gerçekleşen otomasyon birçok işi çok daha ucuz ve yirmi dört saat yedi gün esaslı makineleri devreye soktuğunda, ucuz işgücü yerine son derece yetişmiş insan gücünü ya da son derece basit işçiliği gerçekleştirebilen bireyleri hele de rakip ülkelerin ivmeleri göz önünde bulundurulduğunda geriye düşen ülkede her iktidarı zorlayacak gelişmelere gelecekte gebedir. Hele de gelirleri dışarıya akan bir ülkede kaliteli beyinlerin de sermayeyi takip edecekleri düşünüldüğünde önümüzde büyük bir açmaz bulunmaktadır. Ne derler; “marifet iltifata tabidir” bu dünyada iltifat bir yere kadar vatan, din, iman sonrasında ise en nihayetinde insanca yaşayacak bir gelire sahip olarak insanca yaşamaktır ki, profesyonel olarak düşünmek zorunda kalan insan en nihayetinde her zaman karar verirken dünyevi ve pozitif değerleri de göz önünde bulunduracaktır ve bulunduruyor da. Bu açıdan bakıldığında ise ülkemiz kaliteli işgücünün sürekli olarak kaçtığı bir ülke konumundadır ki ekonomi büyümüyorsa insanlar kendi çözümlerini kendileri buluyor ya da basın medya eğitim sistemi hep birlikte gelişmiş ülkelerin işçi bulma kurumuna dönüşmüşse hatayı çok da derinlerde görünmeyen, gösterilmek istenmeyenlerde aramak ve bulmak lazımdır. Doktorların dövülmesi, sağlık çalışanlarına yapılan saldırılar bu tip haberler ve bu saldırıları yapanlar ertesi gün ya da genellikle aynı gün serbest kalıyor ve neredeyse hiçbir ceza almıyorsa bu konuda danışıklı dövüşün olmadığını düşünmek en iyi ihtimalle saflıktır. Zannediliyor ki basın insanların haber ihtiyaçlarını giderir. Basının patronları olmasa bu belki mümkün olabilirdi ancak basının dünyada en önemli görevi kamuoyuna bilgi vermekten öte bir şeydir.

 

Ne istiyoruz? Önümüzdeki on yıl sonrasının hedefi nedir? Yüksek hedefleri olan bir ulusun nitelikli insanlarının başka ülkelere göçmesi şeklinde bir hedefi olabilir mi? Öncelikle bire bir mi katmak istiyoruz? Yoksa bire bin mi katmak istiyoruz? Bire bir katmak az bilgiyle mümkün olabilir ancak bire bin katmak için çok daha fazlası gerekir ki bu yazıları yazan kişi dahi bunu yapabilecek nitelikte değildir. Bire bin katmak için çok daha fazla bilgi, çok kaliteli bir eğitim, doğru zamanda doğru yerde, iş çevresinde olmakla alakalı birden çok değişkenin birlikte insanda değiştirebileceği niteliklerdir ki bu da sanıldığından çok daha zordur. 

Genellikle değil, özellikle söylüyorum; sandığınız, sandığımız kişiler gerçekte yoktur, varsa da onlar, onlar değildir. Sıradan insanın belki de çok geç öğreneceği, belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceği en hakikat budur.     

 

*

 

Fakir ya da ikinci sınıf ülke vatandaşlarının öyle pek ahım şahım seçim şansları yoktur. Biz bunu ancak başımıza geldiğinde anlarız ki insanoğlu genel olarak bencildir ve öncelikle sadece kendini düşünür. Çağın gereği olarak “ben” artık çok daha önemlidir.

 

Ben, bencillik, başkalarını görmemek günümüzün en önemli hastalığıdır.  Ne demek istediğimi anlamak istemiyorsanız, ülkemizdeki “tarım işçilerine” bakmanızı öneririm.  Bazı bölgelerimizde yaşayan vatandaşlarımız herkes aslında biliyor ki aileleriyle beraber Mart ayında başladıkları konargöçer işçilik serüvenlerini Kasım ayında noktalıyorlar. Aileleriyle beraber kundaktaki bebekleri bir ovada, bu ova Eskişehir Alpu, Adana, Samsun Çarşamba Ovasında veya fındık bahçelerinde çay bahçelerinde görebilirsiniz. Nispeten Doğu Karadeniz’de çok yağmur yağdığı ve çadır kurmak için düz araziler olmadığından ve de pek çok terkedilmiş evler olduğundan belki oralarda çadır göremeseniz de yaz olunca tarımı toplayan birkaç milyon insanımızın hayatı böyledir aslında. Köyler boşalınca halk artık kendi işini kendi başına görebilmekten uzaktır. Gençler şehirde bir iş buldularsa kendilerini şanslı hissetmekte olduklarından on iki ayda on dört gün yıllık izinlerinde zorunlu değillerse köylerine dönüp tarım işçisi olarak çalışmak istememekte, onlar istese eşleri istememekte, çalışmaları artık köye dair yetenekleri olmadığından verimli olmamaktadır.

 

Tarımsal faaliyetlerden, üretimin her türü ayrı ayrı bir ülke için elzemdir ve biri diğerinden çok daha önemsiz değildir. Dünya globalleşme aşamasında her ihtiyacını kendi üretmese de halen kendi üreticisini daha fazla önemser, kendi insanını üstün tutar nitelikte olmakla beraber, devletler; hele de medeniyet, ahlak, demokrasi dersleri gelişmiş devletler bugün, dünkünden daha fazla ahlaklı değillerdir. Kendi üreticilerini desteklerken, kendi üreticilerinin ürünlerinin satılacağı pazar bulmak için, ikinci sınıf ülkelerde bazı kişi ya da kurumları fonlamak suretiyle yönetimleri değiştirmekte gerekirse sözde halk hareketlerini destekleyerek, kimi ülkelerde ise askeri darbeleri destekleyerek bu emellerine ulaşmayı alışkanlık haline getirmişler ve getirmeye de devam edeceklerdir. Kan, gözyaşı, acımasız bir sömürü düzeninin ürettiği medeniyet ne yaparsa bunun için uygun kılığı bulmakta zorlanmayacaktır. Ülkemizde bu hareketlerden oldukça nasiplenmiş bir ülke olarak görüntü ve şekillerin yapıların gerçekte ne olduğunu anlamaksızın zaman zaman birbirine olmayacak işkenceler etmiştir.

Etmemiş midir?

 

*

 

 

 

 

“Sanayileşmenin Gizli Tarihi”diye bir eser vardır. Koreli bir yazarın eseridir. Genellikle ilk sanayileşen ülkeler diğerlerini pazar olarak görüler ve güçleri yeterse de acımaksızın sömürürler. Bu kuraldır.

 

İnsanın insanı sömürdüğünü bilen ve yakın çevresinden görenlerimiz çoktur. İnsan insanı sömürmekten beter eder, kardeşle kardeş arasına çıkar girerse kan çıkar ki bu duruma şahit olanlar ülkemizde azdan çok daha fazladır. O halde kardeş kardeşe acımazken, birbirini hiç tanımayan insanlar birbirlerine neden acısınlar söyler misiniz? Düz mantık gereği, başkasından medet uman, başka milletlerin gelip de kendilerini kalkındıracağına inanan insanlar en basit tabirle saftan öte bir şey olsa gerektir.

 

Sanayileşme başka milletlerin inisiyatifinde gerçekleşecek bir son şeydir. Ola ki bir devlet diğer devlete yaklaştı ki günümüzde bu asla mümkün değildir, derhal oyunun kurallarını değiştirme yeteneğine sahip devletler kuralı değiştirse yapılabilecek bir şey yoktur. Merdiveni çekme kuralı da denen basit ilke şöyle çalışır. Bir duvara dayalı bir merdiven hayal edin, merdinle duvarı tırmanan ilk kişi elinde merdiveni çekecek imkân varsa kendisi rakibi tarafından yakalanmasın diye merdiveni tam zirveye çıktığında çektiğinde ne olur?

 

Basitlik ilkesi dünyada en geçerli kuraldır. Sadece basitlik çok karmakarışık veya basitçe insanın gözünün önünde bırakılır ki doğrusu da yüzyıllardır insanlar en çok da gözleri önündeki şeyleri anlamak yerine, cinleri, melekleri, cenneti, cehennemi, büyüyü daha birçok kesinlikle doğruluğu ispatlanamayan şeylerin peşinde koştuğunu bildiklerinden ya da koşturanların bizzat kendileri ya da ortakları olduğundan olsa gerek basit kuralları anlamak istemezler. Bunun yerine bizde şüphe götürmesi gereken her şey basitçe üzümünü ye bağını sorma, sorma şarkılarıyla geçiştirilir. Elbette bunların hepsi yüzyıllarca mükemmel çalışan algısal yönetimin uzmanlık alanlarıdır ki insan insanı önce kendinde avlar.

 

“Tarağın varsa başını tara” derler de ne güzel derler. Birlik beraberliğin dünyadaki en büyük güç olduğunu doğru anlayan ve uygulayan ve bu uğurda bırakın aileleri ülkeleri birbiriyle akraba kılan basit denge yüzyıllardır dünyanın en tepesinde değil mi neticede?

 

*

 

Hizmetlerinden, çalışmalarından fayda sağlanacak araçlar ya da kişilerle ilgili iki farklı yol izlenmesi mümkündür.

 

İzlenecek yollar eğer bir taşıtsa buna bakar, bakımını iyi yaparsanız o da size gerekli hizmeti en iyi şekilde yapar. Düşünün her gün kullanmakta olduğunuz asansörler, arabalar, işyerinde tezgâhlar… Bunların bakımlarını düzenli olarak yaparsanız o cihazlardan, makinelerden maksimumum seviyede verim elde edebilirsiniz. Aynı şekilde bir köylü iseniz, mecburen at veya eşeği yük hayvanı ya da binek hayvanı olarak kullanıyorsanız aynı şekilde ondan da maksimum verim elde etmek istiyorsanız, yemini vermeli, suyunu eksik etmemeli, hayvancağıza gerektiği gibi bakmalısınız. Yoksa güçten düşerler, yapmaları gereken işleri yapamaz, hasta olur ve ölürler.

 

İnsanları verdikleri hizmetler bakımından hayvanlarla eşitlemek insanlara yapılabilecek en büyük hakarettir. Lakin yaptıkları hizmetler karşılaştırıldığında insanların da bazı durumlarda hayvanların yerini aldığı unutulmamalıdır. Elbette çoğu insan da makine ya da sadece hayvanın daha iyi yapabileceği işlerde insanı çalıştırmak istemez. Esasında aynı işi yapanlar arasında kim daha ucuza ve daha iyi kaliteli olarak o işi yapıyorsa o insan tercih edilir ki globalleşen dünyada görevler dağıtıldığında herkesin kalitesine göre iş yapacağı, yaptığı işe göre, işin kalitesine göre, yiyecek ve yaşama kalitesine sahip olabileceği unutulmamalıdır. Bu işin bir gerçeğidir. Bir yerde aynı iş diğer yerdekinin üçte biri fiyatına yapılıyorsa maddiyatı öne alan herkesin öncelikle tercihi ucuz olan olacaktır. Bu durumda pahalı iş yapanlar fiyat kırmak, giderlerini azaltmak durumunda kalırlar. Bu işin önemli bir boyutudur.

 

Çalışan, iş gören, işgücü sağlayanlar sayısal olarak çok daha kalabalık ve birbirleriyle sürekli rekabet halinde olmak zorunda olan gruplardır ki bu durum bir tavuk kümesinin önüne ekilen mısır tanelerini kapışan tavukları andırır. On tavuk ve yüz yem atıldığını varsayalım, tavuklar içgüdüsel olarak kendi paylarının on tane olduğunu bilmezler ve ne kadar çok kapabilirlerse o kadar yerler ki bazı güçlüler bu durumda diğerlerini kovarak daha fazla yem yemek ve bir an önce yemek için var güçleriyle yemlere saldırırlar. “Yemlere odaklanan tavuklar her zamankinden daha fazla yem olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.” Birbirlerinin arkalarını kollayarak hayatta kalacağından çok o anda daha fazla, diğerinin payını da yemeye odaklanan tavuğun o andaki düşmanı onları besleyen, onları uzaktan gözetleyen bir etçil (büyük ihtimalle bir tilki) değil, aynı kümesin başka bir tavuğudur. Kendi midesine odaklanan tavuk, biraz sonra biri tarafından yakalanıp, akşam yemeği olacağını elbette o anda aklına getiremez. Aynı şekilde burnunun dibine sokulan tilkiden habersiz kendi gibi tavukla o andaki mücadelesi her şeyden daha önemli ve önceliklidir ki tuzaklar işte o zaman amacına ulaşır.

 

Mevzuu insansa ne olur? Nasıl olur, nasıl olur da onlar da daha hem üretken, hem birbirleriyle mücadele halinde hem de kendilerini o kadar değersiz hissetmeleri gerekir ki gerçek güçlerini hiçbir zaman anlayamasınlar? Burada yapılan sosyolojik bir değersizleştirme çalışması da olabilir ya da değerli hisseden kişilerin bilgilerini, kendilerini gerçekleştirmek üzere daha fazla kendinin farkında olduğu durum arasındaki fark elbette çok farklı neticeler verir. Bizde uygulanan yüzyıllardır her zaman ve öncelikli olarak birinci yol olmuştur. Eksik kişisel gelişim özellikleri üzerinden daha ucuz yöntemlerle yönetme arzusu: Bu nedir? Bu şudur; iş gören üreten kesimler sosyolojik olarak kendilerini alt sınıf hissetmeli ve kendilerinin çaresizliğine inanmalı, yetersiz ve cahil elbette başka birinin, daha (sözde) büyük birinin emri altında olmalı ki yönetilmeleri kolay olsun!

 

            Bir insan ya da grubu ve de yaptığı işi aşağılayarak onun pazarlık gücünü zayıflatmak bilenen ve hemen herkesin bildiği ve uyguladığı bir numaradır. Hele de çok zenginlerin belki de yaptıkları en iyi numara budur. Özellikle geneli kastediyorum, genel böyledir. Bu numaranın bayat bir numara olduğunu bilenler ise işlerini daha yukarı taşımak için insan gücünün çok değerli olduğunu bilirler ve en iyilerle çalışanlar, en sadık olanları tespit ederek onları yükseltebildikleri kadar yükseltirler ki bir takım bilinci yaratmak, aidiyet hissini en yüksek seviyeye çıkarmak için ne gerekiyorsa yapanlardır ki onlar zenginliklerinin sırrı olarak “en iyilere en çok para verdikleri, en iyilere en çok değer verdikleri için zengin olabildiklerini” biyografilerinde itiraf etmişlerdir.

 

            Anadolu’da değersizleştirdikleri kişileri yönetme olgusunun kökenleri ne kadar eskilere dayanır bilinmez ama Roma’dan önce pek sağlıklı bilgiler alınamadığında göre Roma İmparatorluğu ve sonrasında kurulan Bizans ve Bizans’ın emrindeki halkları birbirine karşı kullanmaktaki profesyonelliği aklın alabileceği her türlü numarayı kullanma becerisi bize “Bizans Oyunu” denilen bir kavram hediye etmiştir. Devlet kurabilen Türkler ise asla bürokrasi ve kalem ehli olamadıklarından olsa gerek görüntüdeki devletin özünün aksine yönetim ve ara kademelerde her zaman yabancı memurlar, Selçuklularda Pers asıllı devlet memurları, tercümanlar, Osmanlı’da ise Yahudi, Rum ve Ermeni zümreler her zaman, çoğu zaman da yetenekleri sayesinde üstlerde yer almışlardır. Dil bilmeleri, kurumsal varlıklarını birlik beraberlikleri ile koruyabileceklerine olan inanç kendini tehdit altında hisseden her grubun özel olarak geliştirdiği savunma refleksidir ve bu refleksin en iyi örneklerini “Yahudi Tarihinde” görebiliriz. Erken bilinçlenen halklar kendi öz benliklerini korurken günümüzde öz benlik bilincine sahip olmayan milletler tarih sahnesinden silinmedilerse de tamamen kimliklerini kaybetmişlerdir. Düşününüz; Atilla ki meşhur Hun Ordularının kumandanı ve devlet kurmuş ve arkasından köklü bir bilinç bırakamadığı için Avrupa’da Atilla sadece Macaristan’da yaşayan bir efsane, diğerleri ise günümüze kadar gelmeyi başarabilen gerçeklerdir.

 

            İnsanların emekleri daha ucuza nasıl ellerinden alınabilir? Bunun birkaç yolu vardır. En güzel kendilerinin istekleriyle bir beklenti olmadan kendi elleriyle vermeleridir.  Lakin bu da yeterli değildir. Verimli çalışmaları daha çok üretmeleri için de umutları olmalıdır. O da daha rahat yaşayacaklarına olan inançlarıdır. Aynı zamanda üreten ve o üretimi çok az bir bedelle ellerinden almanın yolu ise onlara kendilerini değersiz hissettirmek yoluyla mümkün olabilir. Bu süreç bizde yüzlerce yıldır profesyonelce uygulanan bir projedir. Osmanlı’da asker, ırgat olan bugünün Türkleri, kendilerinin de bey soyundan geldiği unutturulduktan sonra onlara verilen idealler sayesinde bir derebeyinin himayesinde nüfuslarını saymaya bile gerek görmeyen halk yığınlarıdır ki “Yeniçeri Ocağı” devlet için daha fazla fetih yapamaz ve devlete de yük olmaya başlayana kadar halk sadece ırgat statüsündeydi ve 18’inci aşıra kadar neredeyse İstanbul’dan geride halk için yapılmış doğru dürüst bir okul ne de bir devlet yatırımı bulabilirdiniz. Buna mukabil gayrimüslimler, kiliseleri aracılığıyla muntazam olarak sayılmış ve kilise ve dini örgütleri vasıtasıyla birlik beraberlikleri sağlanmış, Avrupa’daki dindaşlarıyla kurdukları ilişkiler neticesinde ticaretlerini geliştirmişler, dil yeteneklerini geliştirmişler Türkler daha fazla ırgat olurken onlar ise Osmanlı’da diplomasi de dâhil devletin dili, gözü olmuşlardır. Bunda saray ehlinin kısa zaman içinde Türk’ten ziyade “gayrimüslim” akrabalığı sebebiyle kan mı çekmiştir bilinmez ama Türk’e bir şey verdiği pek de söylenemez. Halk arasında bir tabirdir; “kan çeker” derler.  Yine halk arasında söylenir; adama sormuşlar “nerelisin” diye, adam “henüz evlenmedim” diye cevap vermiş derler hani ne derler “ateş olmayan yerden duman tütmez.”

 

            Atatürk zamanında Türk ve Türk Milletine kazandırılmaya çalışılan bilinç 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında Türkiye’ye verilen rol gereği değişmiştir. “Köylü milletin efendisidir” özdeyişinden yaptığı her kaba hareket sonucunda aşağılama ifadesi olarak “köylü” ait olma duygusundan öte kabalığın, gayrı nizamiliğin, gayrı temizliğin sembolü haline gelivermiştir. Köylüler gerçekte kimseden bir şey beklemeyen kendi çalıştıkları ile ürettikleri ile kıt kanaat geçinen ve buna mukabil, arazilerinin içinden akan suyun bile toplanıp barajlar yapıldığı ürettiği ürünler günümüzde ise tekelleşen alıcılar tarafından yok pahasına alınıp üretemez hale getirdiği, eğitim kurumlarının hızla çekilerek nitelikli eğitim yerine niteliğin asla desteklenmediği süreçte köyden şehre, köyden Avrupa’ya kaçış hızlanmış; özellikle Avrupa’ya yerleşen işçiler orada ondan fazla grup halinde birbirlerine selam veremez hale getirildikten sonra kimileri Türkiye aleyhinde hareketlere destek veren yapılara katılıp destek verirken, kimileri de Türkiye’de yatırım istekleri ağır sanayi hamlesi, üretim seferberliği adı altında birçok organizasyona yatırdıkları paraların batırılması sonucu kendileri olmasa dahi çocukları Türkiye aleyhtarı olmuşlardır. Osmanlı’da gayrimüslimlerin nitelikli azınlık refleksiyle kazandıkları başarıların tam aksine kimliğin kaybedilmesi riskiyle karşı karşıdadır.

 

1947 yılında Türk ve Türkiye’ye ne rol verildi? Atatürk’le bizzat cephede savaşan herkes nerdeyse yüz yaşını devirirken elbette onun erken yaşta ölmesi birçoklarına göre siroz, yine bazılarına göre ise bizzat ve planlı bir yavaş yavaş öldürme operasyonudur ki bunu bazı tarihçiler de bugün yüksek sesle dile getiriyorlar…

 

Atatürk halka gerçek ve gerekli kimliği verirken, onu sömürmek, onu daha fazla bağımlı yapmak tek dertleri ise ve bunun için de dışarıdaki ortakları ile el ele vermiş sözde elit azınlık takımı ve desteği sözde gizli her akımın, en sonunda efendisinden koruma isteyeceği aşikârdır ve bu koruma yüzlerce yıldır ne yazık ki İngiliz yanlısı vezir, Rus yanlısı vezir, Fransız yanlısı vezir,  Alman yanlısı nazır hikâyelerinden sonra, her darbe sonucu soluğu efendilerinin kolunda alan, normalden çok hızlı bir şekilde yurtdışına kaçışlar sıradan insanın gücü ile gerçekleşecek durumlar olmadığını aklı başında olan hemen herkesin algılayabileceği bir durumdur.

 

1950’li yıllara gelince işler daha da organize olmaya başlar. Milli kimliğinden tamamen sıyrılan, ağır sanayi yatırmalarına son vererek kendine verilen düşük bilgi ile yapılacak montaj sanayi ve tarımla gelişme, kültürel anlamada da kimliğin bir bunalıma sürüklenmesine yol açmıştır ki işte o zamanlar ortaya çıkan bir müzik türü elli yıldan beri alt ve üretici sınıfların durumu kabullenmeleri için adeta bir kültürel bir bombardıman aracı olmuştur ki bunu normalde bu kültürel bombardımana uğrayanların algılayabildiklerini düşünmek, gerçekten neden böyle bir müzik türü ortaya çıktı diye sorgulamalarını beklemek büyük bir iyimser olmak demektir ki bu asla gerçekleşmemiştir. Nedir bu müzik? Elbette arabesk. Bugün alt düzey üretici sınıfların kendini değersizleştirdikleri ve bunu da niçin yaptıklarını bilmeden içinde kayboldukları, kendilerini değersiz, yetersiz hissederken, topluma karşı kinlendikleri, gerçekte kendilerini değersiz hissettikleri için de asla kayda değer bir değer ortaya koyamadıkları sosyolojik olarak üzerinde çalışılmış mükemmel bir oyundur. Kendini değersiz hissedenlerden değerli hareket beklemek sürpriz olur. Özellikle ticaret ve KOBİ olarak hayatlarına devam eden pek azı hayata dair okumaları aynen şu şekildedir: Ticarette zengin olurlarsa son derece lüks otomobiller alırlar. Çünkü hayata dair yarışabilecekleri bilgileri yoktur ama paraları vardır ve bundan da büyük keyif alırlarken; okumuşlara okuyamadıkları için kin duyan bu grup, ezilerek hayata adım attıklarından ezme konusunda son derece acımasızdırlar. Nihayetinde pek azı aslında gerçek bir üretime imza atabilecek sınıfa mensup olabilirken yapabildikleri daha lüks araba ile zenginliklerini kanıtlamak, daha lüks konutlarla saraylarda yaşadıklarını, yaşayabileceklerini, “artık oldum” savaşı da denilebilecek tüketerek mutlu olunabileceğine dair sanal zenginlik savaşı bu sınıfların hayatının özünü oluşturdu. İstenen de oydu. Tüketerek mutlu olabileceğine inanan, Araplarla yarışan gösteriş düşkünü bir millete dönüşen milletimiz artık bir yol ayrımındadır…

 

Üretici sınıflar son elli yıldan fazladır, yeterince aşağılandı ve aşağılanarak üretim yapması gerekenlerin kendilerinden beklendiği gibi kendilerini değersiz, yetersiz hissettikleri, o yüzden de emeklerini ucuza verdikleri, emeklerini ucuza kapatanlar için karlı bir alışveriş olmuş olabilir. Ancak hepsi bu kadar… Şimdi yeni bir şeyler söylemek lazım. Onlar kendilerini değerli hissetsinler ki ürünlere gerçekten de akıl ve değer katsınlar. Yeni vizyonun bu yolda ilerlemesi gerekir. Aksi halde sorunlarımız katlanarak büyüyecektir.

 

 

*

 

Cahil kelimesiyle, ahlaksızlık ve her türlü kötü gayrı ahlaki eylemi yapmak, iyi niyetli olmakla saf, salak sayılmak özellikle birbirine karıştırılan kelimeler olmuş, bu karıştırma hızı son zamanlarda ise oldukça artırılmış durumdadır. Tabi bu yapılanlar bilinçli eylemlerdir.  Özünde hepsi de birbirinden farklı olan kelimeler özünde niyeti belirttiğinden bir şeyler daha masum kelimelerin içine saklanmak, anlam karışıklığı yaratılmak istendiğinde yapılan budur.

 

İnsanlar seçimlerinin sonuçlarından bihaber olabilirler. Bu durumda en doğrusu onlara velileri ve vasileri kanalıyla seçim yaptırmak olacaktır. Velileri ya da vasileri de eylemlerinin sonuçlarından haberdar değillerse onlara da seçim yaptırmamak daha doğrudur. En nihayetinde insan doğumu yüzünden suçlu değildir. Seçmemiştir. Anne ve babasını, çevresini seçemeyen insanın zamanla çevresinin şeklini aldığı, buna mecbur olduğu kesindir. Buraya kadar yine insanın suçu yoktur ancak iş toplumla ilgili tercihlere, seçimlere ve de elbette eylemlere gelince işler değişir. Demokrasi düzeni bu yüzden sakıncalı sonuçlar ortaya çıkarabilir ki bu durum kimi yerde ciddi sorunlara yol açar. İki aile seçim yapıyor; ailelerden birisi işinde gücünde, çevresine hiçbir zararı olmayan bir aile, kötü hiçbir alışkanlıkları yok, çocuklarını da kendileri gibi yetiştiriyorlar. Diğer aile ise bu ailenin tam tersi, geçimlerini hırsızlık, haydutluk gibi eylemlerden karşılıyorlar. Seçim yapılıyor ve ikinci ailenin nüfusu daha kalabalık olduğu için başa onlardan birisi geçiyor. Son derece düzgün bir hayat sürmeye çalışan ailenin mallarını hile yoluyla, diğer aileye hibe ediyor. Yönetici seçen aile nüfus olarak kalabalık olduğunda demokrasi işlemiş oluyor seçimde kötülerin dediği seçiliyor da adalet gerçekten tecelli ediyor mu? Mümkün mü böyle bir şey? Diyebilirsiniz ki mahkeme var, başka kontrol mekanizmaları var. Var da orada diğer görevlerin de o seçilen tarafından atandığını düşünün. Ne olur o birinci ailenin hali?

 

Dünyada hemen her iş için diploma gerekir. Birkaç iş ise diploma, eğitim gerektirmeden kolayca yapılabiliyor olması çok komik. Bunlardan birisi evlilik ve üreme, ikincisi de seçimlerde oy kullanabilme hakkı! Bu uzun yıllardır demokrasinin çözmesi gereken en önemli problemlerden biri olması gerekirken nedense bu problemler özellikle bizim gibi ülkelerde göz ardı edilir ki, gerçekte sistemin adı ne olursa olsun adaletin tecelli etmediği sistemler gelecekte çok daha büyük sorunlara gebedir. Demokrasi belki de bu eksiklerden, eksilerden ötürü sancı çekmektedir ki nüfusa, çoğunluğa dayalı bir düzen hele de uzmanlık gerektiren konulara da karışmaya başlarsa ne olacaktır. Ben söyleyeyim: Demokratik çoğunlukla ortaçağa geri dönülecek, Galileo dünya dönüyor dediği için aforoz edildiği gibi gün gibi ortada olan gerçekler sayısal çoğunluk ve taraftarlık ilkesi gereği görmezlikten gelinecek ve demokrasi gerçekte doğru prensiplerle uygulanamayan sistemlerde büyük sıkıntılara neden olacaktır ki bugün de tüm dünyada olan budur. Netice demokrasi havarisi Amerika’yı dahi yaşı sekseni geçmiş bir dede yönetirken, kendine ait bir mülkü bir yere bağışlarken doktordan akıl sağlığının yerinde olduğuna dair bir rapor alma zorunluluğu vardır. Düşünün kendi malını alıp satmayan bir dede dünyanın süper gücü Amerika’nın kararlarına imza atabiliyor. Ne yaman çelişki!

 

Dünyada olan bitenlere karar verenlerin doğru karar verdiklerini iddia etmek abesle iştigal demek olur.

Resmen tüm dünyada olan güçlülerin hukuku ilkesi çerçevesinde kurulan bir ortaoyunudur ki bunu aklı başında her insan en çıplak haliyle görebilir.

 

Ülke olarak çılgın dünya düzenindeki dişliler arasında ciddi hasarlar aldığımız açıktır. Neticede ülkemizi parçalamak üzere Anadolu’ya gelenlerin çıkarları doğrultusunda ve emirlerine itaat ederek aradan otuz yıl geçtikten sonra Kore’ye gitmiş bir milletiz ki sözde müttefiklik ilişkileri içinde onlar adına katıldığımız onlarca askeri operasyonları saymakla burada bitiremeyiz. Öte taraftan tam da sıkıştığında Rusya karşısında “bizden umut beklemeyin” Kıbrıs’ta ise ambargo uygulayanlar da aynı takımın beyinleridir.

 

*

 

İnsanımızın sayısı bellidir, nüfus hızla yaşlanmakta, üretici sınıfın üretim kalitesinin artması ile ancak ayakta kalabileceğimiz gerçeği ile karşı karşıya kaldığımız günlerin tam da arifesindeyiz. İnsanca yaşamak için buna çok ihtiyacımız var ki bu da insanlarımızı doğru yönlendirmekle gerçekleşebilir. Şu günlerin yöneticilerinden birçokları belki on yıl sonra hayatta olmayacaklar ancak daha önünde bir asır olan yeni doğanlarımız hemen her gün hayata merhaba derken, çok daha akılcı ve verimli işler yaparsak hayatta kalabileceğimiz gerçeği önümüzde en yalın haliyle durmaktadır.

 

Büyüklerin biriktirdikleri bazılarını hayatta tutmak için bir süre yetebilir lakin bir söz var; “hazıra dağ dayanmaz” diyor bu atasözümüz. Hazır bittikten sonra ne olacak? Bu zamana kadar niteliksiz eğitim sistemleriyle oyaladığımız insanımız gerçek üretim bandında bir robot verimliliğinde çalışamaz, robotun parçaları, çipleri satın almazsanız, robotlar çalışamaz, “çip bitti, yapı paydos” mu diyeceğiz. Ne yiyecekler? Ne yiyeceğiz?

 

Önümüzdeki yıllar bu dönemde bugün “(2000-2023)” yenen hurmaların bizi tırmaladığı yıllar olacak ki o refahı yaşayabilmek için içeride gelir getirici ne varsa bir yıllık, ya da iki yıllık gelirleri karşılığında uzaklardaki patronlara vermiş ve kendimizi de uluslararası anlaşmalarla bağlamış bir ülkenin vatandaşları olarak önümüzde çetin yılların olduğu kesindir. “Şapka düşmeden kel görünmeyecek” o belli de kel göründüğünde ortada kralın çıplak olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalacağız ki işte o zaman slogan olarak kullanılan nice beyhude ve boş şeyleri görüp birlikte üzüleceğiz o kesin!

 

Yıllardır özenle devlet kaynaklarıyla fonlanan sözde gazeteler, sözde gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler, sanatçılar, aydınların aslında hiç var olmadıklarını gördüğümüz zaman ya da şimdiden satın aldıkları yedi sülalelerine yetecek servetleriyle Amerika, İngiltere ve adalarındaki sayfiye yerlerine taşındıklarında bizler ne yapacağız?

 

Nesillerimizi gelecekte karşılaşabilecekleri en çetin şartlara karşı eğitmek zorundayız ki hayatta kalabilsinler. Onlar sürekli“pışpışayarak” onlara iyilik yapmıyoruz. Onları hiçbir şey bilmedikleri halde bildiklerini söyleyerek onlara yalan söylüyoruz. Hangi düzenden doğruluğu, adaleti çıkarırsanız çıkarın oraya uğrayacak şey sadece kaos olmakla kalmaz, arkasından bol gözyaşı ve kan gelir. Onlarda olmayan bilgileri belgede varmış gibi yaparak, yaptığımız şey aslında onları kandırmak, onlara bilerek ve isteyerek yalan söylemektir. Yalanın iyi niyetle söylenmesi yalanın, yalan olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi bir nesil yalanla yetiştirilir ve ona göre sözde belgeler düzenlenirse o belgelerin anlamı kalmaz ki bu da dürüstçe söylemek gerekirse belgede sahtecilik suçu olur. Mezunlar eğer yeteri kadar eğitilmemişlerse, bunu herkes de biliyorsa söyler misiniz onlara verilen belgelerin ne anlamı var?

 

Eğitim konusu özellikle siyasete çoğu zaman kurban ediliyor. İnsanlar yüksek notlar aldıkları özel okullarda eğitim almadıklarının bilincinde olmadıkları gibi yalana, sahte belgeye bir de üstüne para veriyorlar. Söyler misiniz bu nasıl bir akıl tutulmasıdır. Ortada bir hasta varsa neden hastaya hasta olduğunu söylemiyoruz da beyin ölümü gerçekleşen hastalara sağlıklı raporu verip duruyoruz! Bunun sağlıklı izahını yapabilecek biri, ya da bu konuyla ilgilenen biri var mıdır? Belgeler sahte ise o belgeler için neden onca zahmete katlanıyoruz? Nedir bize bunu yaptıran!

 

Ayakta sağlam durmasını istediğimiz bireylerimize öncelikle ayakta sağlam durmalarını göstermeliyiz. Bu da onların düşüp kalkarak zorluklara katlanarak öğrenmesi, herkese öğrenme stiline göre öğretilmesi gereken bir durumdur. Burada da en önemli ölçüt doğruluk olmalıdır ki gerçekten ayakta durabilen kişilere ayakta duruyor diyebilelim.

 

 

*

 

Öğrenciler, yeni nesiller bizden çok daha iyi çok daha nitelikli olmalıdırlar ki hayatta özgür kalabilsinler. Aksi halde son derece bağımlı bireyler yetiştiririz ki birçoğumuzun şu sıralar yaptığı şey tam da budur… Özgürlüğün bedeli ağırıdır ve bunu en iyi bilmesi gereken milletlerden birisi de Türk Milleti’dir.

 

Şimdi hep birlikte düşünelim, içerik kısmında yazılanların içeriğinde olmadığını bildiğiniz bir yiyeceği almak ister misiniz? Mevzu insanla ilgili olduğunda ne değişiyor. Belgesinde aldığı dersler sıralanmış, hepsinden de başarıyla geçmiş, geçerli not almış. Bu ne demektir? Bu kesinlikle belgelerde yazanlar doğru ise o işi yapabiliyor demektir. İçerikte yazanla gerçek uyuşmuyorsa bu durumda ya belge, geçersiz olmalıdır, ya da içerik belgede yazanı yansıtmıyor demektir.  Doğrusu nedir? Burada belki de fikirleri hiçbir zaman sorulmayan ve en az suçlu olması gerekenler öğrenci velileri ve öğrencilerdir. Önce onların bu psikolojiye hazırlanmaları gerekir ki burada siyasetten öte, devletin ağırlığını ortaya koyması gerekir ancak burada toplumun tamamen aydınlatılması yönetim mekanizması halkın oylarıyla belirlenen siyaset kurumu tarafından yapıldığından, siyasetin sevdiği en güzel numaranın da halka gerçeklerden ziyade halkın duymaktan hoşlanacağı şeyleri söyleme ihtiyacı ve seçilmeyi garanti edebilmek için halka, daha doğru ifadeyle sayısal olarak çok ve örgütlü olanlara şirin gözükme ihtiyacı en önemli kural haline geldiğinden sistem bir şekilde birbirinin günahını örtmek üzere sürekli yalan üretmekte, üretilen yalanlar bir zaman sonra kokuşmuşluğa, kokuşmuşluk, çürümeye, çürüme de başka bir şeye dönüşüme yol açacağından erdemli olmayan toplumların erdemli yönetici seçemeyeceğinden hareketle sistem sürekli bir kısır döngü içindedir ki bu durumun çözümü toplumun doğrulara, doğruları duymaya her şeyden çok ihtiyaç duyması ile mümkün olabilir.

 

*

 

Bazı psikologlar çocuklara kaş kaldırmanın dahi çocukların psikolojilerini bozduklarını söylüyorlar ki haklı olabilirler. Gereksiz yere kaş kaldırmak, kızmak, onlara kötü örnek olmak elbette çocukları daha fazla etkiler. Bugün bilinen başka bir gerçek de insanların öyle sizin sözlerinizden ikna olmadığını yaptığınız şeylerin onlara örnek olması bakımından çok daha önemli olduğunu ortaya koyuyor ki yine bir filozof “çocuklarınızı yetiştirmeye çalışmayın, sizler önce kendinizi geliştirin, onlar nasılsa size benzeyecektir, sizleri örnek alacaklardır” diyor. Ki bizde de buna benzer özdeyişler “kenarına bak bezini al, anasına bak kızını al” ya da “kır atın yanında duran ya suyundan ya huyundan” veyahut da “üzüm üzüme baka baka kararır” deniliyor ki pek doğru örnekler bunlar.

 

İnsan birçok açıdan suya benzer. O su damlası ki kadehe konulursa, kadehte durur, çay bardağına konulursa çay bardağında durur. Biz de öyleyiz. Nasıl ki Almanya ve çeşitli Avrupa ülkelerinde kurallara harfiyen uyan insanlar bizim ülkemize gelince zincirlerinden boşalır gibi yüz seksen derece farklı yapısal bir duruma dönüşüyorlarsa bunun nedeni insanın topluma yani ortama göre hareket ettiğinin kanıtıdır. Hukuk konusunda katı kurallarıyla bilinen Almanya vatandaşı bir Alman Antalya’da evinin üzerine kaçak kat çıkmaya cesaret edebiliyor ve gelen kamu görevlilerine ve de polislere şiddet uygulamaya kalkışıyorsa insanın duruma uyum sağlamada son derece usta canlı olduğunun en büyük kanıtıdır. Özünde var olan ahlak, felsefe ya dışarıdan katı kurallarla insanlara dikte ettirilir ya da insan içinden geldiği doğruyu içinden geldiği için, doğru bildiği ve doğru yapmak istediği için yapar. Birincisi zorlama ile ikincisi sahici, gerçek bir eğitimle mümkün olabilir. Çölde yapayalnızken burnunu karıştırmak ya da karıştırmamak, beyninden insanlar ve diğer canlılar hakkında kötü düşünce geçirmek ya da geçirmemek bunların hepsi de eğitimle mümkün olabilir. Bu eğitim öyle sözle, sazla ya da gazla değil, saf dürüstlükle ve iyi, doğru örnek olmakla olur. Aksi mümkün değildir. –mış gibi yaparak çok zaman kaybettik, nesiller boyu kayıplarımızın haddi hesabı yok. Nesillerimizin kurumaması yok olmaması için onları doğru eğitmekten başka çaremiz yok.

 

İyi de bunu kim, nasıl ve ne zaman yapacak? Sözler söylemek, eleştirmek kolay yapmak, çözüm önerileri getirmek nedense zordur ve herkes eleştirirken, iş bütün oluştur hadi bu problemi birlikte çözelim denince ortada pek de fazla insan kalmaz. Sorunu teşhis etmek çözmek için atılabilecek en önemli adımdır. Gelin birlikte düşünelim ve sorunu, sorunumuzu birlikte çözelim.

 

*

Hangi güzel isim ya da eylemin başına zor ya da zorunlu ibaresini koyarsanız itici olur. İnsan kendini hapsedilmiş ve bir an önce çıkılması gereken yer, yol veya sistem olarak görür. Zorunlu istikamet, zorunlu ödeme, zorunlu eğitim. Zorunlu kelimesini hayatta en zevk alarak yaptığınız şeylerin başına getirin, bir anda onları nasıl sevimsizleştirdiğini görürsünüz. Zorunlu bal yemek diye bir zaman dilimi olsa insanlar baldan bıkar, bal yemekten kaçınır, mutlaka bir alternatifini, o bal yeme saatinden yırtmanın bir çaresini arar.

 

Esasında zor olan sonrasında zorunluya dönüşen kelimenin dilci olmadığım için kökünü kökenini bilmiyorum ama zor kelimesinin korkutucu, cesaret kırıcı olduğunu biliyorum. Öte yandan insanda zorsa neden uğraşayım, zorsa ben nasıl yapacağım türünden korkuları da tetikleyeceğini anlayabiliyorum. Zorunlu izin, zorunlu faaliyet, zor işler… Kısacası insanlara hele de daha işin başında olanlara baştan zor diyerek, onları korkutmamak özellikle herkesin iyiliğine işler ise bunun gönüllü olarak yapılmasını teşvik etmek lazımdır diye kendimi düşünmekten alamıyorum.

 

Zor ya da zorunlu diye çıkılan her yol baştan yenilgiye, başarısızlığa zemin hazırlamanın da bir nevi nedenidir. Neden yapamadın? Zordu. Neden yapmıyorsun? Zorla mı? Şeklinde karşı koyma, tehdit algılama, tehdit algısına ise karşı tehdit cümleleri ya da refleksleriyle cevap vermeye de neden olur. Bu kelime işin başında yanlıştır demek istemiyorum ama daha güzel ve teşvik edici, insanları ikna edici olabilirdi. Bakıyorum zorunlu kelimesi eğitim lügatine ne zaman girmiş, bulamıyorum. Çünkü araştırmak zor, kim onlarca kitaba bakacak, yasaya yönetmeliğe kanuna bakacak? Zorsa ben nasıl bulayım, zorunluysa beni biri neden bu iş için zorlasın, zaten gönüllü olarak ne bu dünya ne de öbür dünya için şu anda bir beklenti içindeyim. Öbür dünya için dinin farz kıldıklarını yapar, bu dünya için de ticaret yaparım. Şu anda her yerde kar var, dışarısı soğuk ama yine de kar temizleme aparatları (sıvılar, kürekler, zincir, takoz) satabilirim. O da zor, izin almak lazım, belediyeden, ticaret odasına bir sürü işleri var. En doğrusu belgesiz iş yapayım, o da zor hele de parsellenmiş sokaklar ve caddelerde öyle kafana göre bir şey sattırırlar mı hiç adama.

 

Ne yapsak acaba?

Kavramları seçerken verilen isimler, önadlar önemlidir. Kavramlardan önemli olan içlerinin dolu dolu olmasıdır. Bizde burada önemli bir baskı unsuru oluşturulur. Sevimli şeyler sevimsizleştirilir, anlamsızlar anlamlı hale getirilecek şekilde övülürken, anlamlılar anlamlı hale getirilir.

 

Eğitim kelimesinin başındaki zorunlu ibaresinin daha sevimli ve insana şevk verecek, katılımı sağlayacak, teşvik edecek bir kelime bulunması ile başlanabilir. Bu kelime baştan irrite edici ve insanların zihnine verilen geri plandaki imge ön taraftan çok daha önemlidir ki ön taraftaki normal algılıyormuş rolü yaparken arka plan farklı çalışır. Halk arasında buna durumu ifade etmek için,  “…derken   … demek” denir.

İnsanlar doğumdan itibaren öğrenirler. Her şekilde öğrenirler. Bu öğrenme genellikle “formal sistemlerle” gerçekleşmez. Bugün ilkokul mezunu denilen bir sürü insan üniversite mezunu bir sürü insanı parmağında oynatır. “İnformal sistemler” her zaman formal sistemlerden daha etkili bir şekilde insanların beyninde belleğinde yer yapar ve çoğunlukla informal eğitim neticesinde alınanlar hayata dair yönün belirlenmesini sağlar.

 

Genç ve genç adaylarına doğru davranış eğitim verebilmek için üretmeden tüketimin mümkün olmadığı, emeğin değeri doğru olarak anlatılmalı ve bu anlatım en erken zamanda gerçekleşmelidir. Kim anlatacak? Onlarca yıldır öğretmen, öğretici namına kim varsa sırf daha az para kazanıyor diye değersizleştirilen öğretmenler mi anlatacak. Kim anlatacak? Öncelikle her şeyi bir şekilde öğrenen halk gerçekleri elbette öğrenebilir ancak sorun doğru öğrenmeyi öğrenememe sorunudur.

*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ZOR, ZOR-UNLU

İYİ ŞEYLER NEDEN ZORUNLU?

YA DA ZOR?

Enseyi karartmadan düşünmek, insanımızın tarihte hak ettiği yeri alması için gerekli çalışmalar halkın gerçek münevverleri tarafından yapılmalıdır. (O münevver kimdir? Nasıl tanıyacağız onu? Görünce ne yapmalıyız gibi sorular akla gelebilir. Çok uzun zamandır dillendirilen geldi gelecek denilen zaman zaman kendisini ilan... eden insanlar olabilir. Öyle biri ya da birileri gelir mi gelirse biz görür müyüz bilmem, bilemem ama hayatımız kurtarıcı beklemekle geçecekse bence beyhude bir ömür yaşayacağız.) Muhtemelen de yapılıyordur. Ancak onların sahipsiz oluşu, organize olmayışları seslerini duyuramayışları onların düşünmediği anlamına gelmez.

 

Bundan yedi asır önce bir Anadolu kasabasında Kırşehir’de olan Ahi Evran bunu o zamanın imkânsızlıkları içinde yalnız “çok berrak bir zihin ve temiz bir beyinle” yapabilmişse onu bunu yapmaya zorlayan bir güç olduğundan değil, inandığı yolda inandığı için yürüdüğü için bu günlere gelebilen bazı prensipleri olabilmiştir. O zamanın eğitim şekli Almanlar tarafından transfer edilmiş, Almanca ’ya çevrilmiş ve günümüz modern, güçlü Almanya’sının doğuşuna yardımcı olmuştur. Burada da Ahilik Temelli, günlük siyasetin ayak oyunlarına alet edilmeyen bir sistem kurulmasına ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaç artık her zamankinden daha acil, daha elzemdir. Rakipler ilerlerken biz geriliyoruz. Dünyanın 17’inci büyük ekonomisinden 20’ciliğe düşmüşsek, bu artık kendi kendimizi de besleyemeyeceğimiz manasına gelir ki, bu ulusu gelecekte bekleyen kıtlık, açlık ve daha büyük açmazlardır. Bu ülke bu ülkenin yetiştirdiği uzmanlar tarafından tedavi edilmezse, yabancı uzmanlar tarafından da asla tedavi edilmeyecektir.  Neden sizi “güzel bir pazar” yapmak yerine tedavi edip, iyileştirsinler, ayağa kaldırıp da başlarına bela, ülkelerine rakip yapsınlar?

 

Eğitimin detaylı olarak düşünülmesi, gelecek yıllardaki Türkiye’ye başkaları tarafından roller gereği değil, bizim ve bize ait olduğunu düşündüğümüz töreden, inanca hemen her düzen bu eğitimin içinde düzenlenmeli “zorunlu eğitim” yerine “gönül yolculuğu eğitimi” gibi iç ve arka planı muhalif yapmadan ikna ederek bunu sağlarsa ideale yakın bir düzen, bir sistem kurulabilir. Aksi halde ayaklardan biri eksik olan binanın ayakta sağlam durması beklenemeyeceği gibi doğru şeyler ortaya çıkarmasını beklemek dahi beyhude hayal olur.

 

Çocuk eğitimi geleceğin altyapısının doğru yapılması, temel atma işlemidir. Bu temel atma işlemi bir ülke için en önemli işlemdir. Bunun kesinlikle şöyle olması gerekir demek zor. Bunu kim diyorsa elbette alternatif fikirleri, dünya üzerinde bu iş geçmişte nasıl yapılmış, kimler ne tür çalışmalar yapmışlar ve doğru sonuçlar almışlar detaylı olarak araştırılması yetmez, bu topluma uygun kodları da yüklemek doğru olur. Yine de eksiktir. Kesinlikle şöyle olması gerekir diyemem ancak en önemli prensibin kesinlikle doğruluk, kesinkes dürüstlük olması gerekir. Dinen de bu dürüstlüğe uygun olan gerçekliğimiz yüzlerce yıldır tarumar edilmişse, bunda yalanın, yalanın en büyük sebep olduğu münafıklığın eseri, esiri ya da münafıkların silahına yenilmiş olmamızdır. Bir yerden başlayacaksak, bir doğrudan başlayacaksak toplumda dürüstlüğü doğruluğu öyle bir yüceltmeliyiz ki yalan ve yalanla kurulan sahte şeytani yalan imparatorlukları tarumar olsun. Bu milletin yüzyıllardır tepesindeki giyotin varsa o da yalanın kullandığı düzeneklerdir.

 

Çocuklar kendileri seçmeli, seçmeyi öğrenmeli, erkenden kendilerini tanımalı bilinçli seçimler yapabiliyor olmalılar. Ama nasıl olacak bu? Bugünlerde eğitim sistemlerinin insana verdiği, insanımıza verdiği şey, çocukluk süresini daha fazla uzatan, çocukluk süresini tüketimle, birleştirerek, nitelikli tüketici ve bağımlı insan yaratma projesi yıllardır gayet ve de oldukça başarılı oldu ki, bugün yapılanların tamamen tersi yapılırsa herhalde çok daha faydalı ve de tersi yapıldığında da düşünen ve sorumluluk alan nesiller yetiştirilebilir.

 

Bundan otuz kırk sene önce on iki on üç yaşındaki çocuk zamanımızdan çok daha fazla sorumluluk sahibiydi ve daha büyük mesafeler arasında yolculuk yapabilir, para kazanabilir gerektiğinde ailesini geçindirebilirdi. Biraz daha büyüdüğünde on beş yaşında evlendirilir ve ailesinin geçimini sağlamak için var gücüyle çalışabilirdi. Elbette on beş yaşında evlensinler hemen de hayata karışsınlar demek istemiyoruz. Sadece başkalarının eline başkalarının verdiği rotada uzunca süre ilerlemek yerine kendi rotalarını kendileri bulmayı daha erken yaşlarda öğrenebilsinler. Yolunu doğru bilen, yolunu kendi ve inanarak çizen birisi erken yaşta olgunlaştığı için suçlanabilir mi?  Bedenen yetişkin olanlara uzunca bir zaman çocuk muamelesi yapmak pek de akıllıca değil, her kim ki bu yönde kesin kanaat bildirerek toplumları o yönde yönlendiriyorsa o topluma, o fikri takip edenlere en büyük kötülük de yapılıyor olabilir. Neticede araştırmalarla desteklenen sayılar, bilimsel olduğu iddia edilen deneyler… İyi de yüzlerce yıldır deneyleri parası olanlar yaptırıyor. Bize verilen her şeye doğruymuş gibi kabul edemeyiz. Her duyduğumuz doğru olsaydı keşke ancak genelde sözler ve yazılanlar çoğu zaman gerçeği çıkarmak için değil, izleri gizleme için de olabilir. “Hansel ve Gratel Masalı” ne anlatıyor bize!

 

İzler özenle gizlenince, yanlış da bir yön üstelik sonu yüksek uçurum olan tuzaklar olma ihtimali hiç aklımıza gelmiyor mu? Neden her duyduğumuza hemen inanıyoruz da sorgulamıyoruz? Bugün ayetler dahi sorgulanıyor sonrasında çeviri hataları gün yüzüne çıkıyorsa yıllarca yanlış çeviriden dolayı hatalı uygulamalar yapanlar ben suçsuzun, çevirmen beni kandırdı diyebilir. O zaman da sorarlar; “sana bu akıl neden verildi!”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 2.

 

Meslek lisesi ya da mesleğe geçişi ne kadar överseniz, genel yapısı itibariyle karma eğitim olmaması nedeniyle birçok öğrenci tarafından tercih edilmemektedir. Tercih edenler ise karşı cins konusunda hayatlarının ileriki dönemlerinde sorun yaşamaktadır.  Karşı cins belli yaş ve imkânlar da iyileşince kişilerin kendilerini başka mecralarda da gerçekleştirme isteği kızışır bu da kişisel verimi düşürmekte, büyüyebilecek bir iş bebek aşamasında ölmektedir. Öte yandan mesleğe ve zanaat işiyle uğraşanlar belli zamanlarda övülseler de “sanayi bir ceza olarak” hafızalarda hala kötü bir imgedir.

 

 

MESLEKİ EĞİTİM NEDEN CEZADIR?

 

Onlarca yıllık serüvenimiz en azından bizim gördüğümüz şey şudur; zanaat sahibi bir yandan övülürken, zanaat ehli olabilmenin ilk adımı sanayide çalışmak, “sanayiye sürülmek, sanayide ezilmek, sanayide adam edilmek;” babaların ve annelerin çocuklarının gözünü korkutma şekli olmakla kalmaz, toplumsal bir aşağılanma ile de karşı karşıya kalmak demektir.

 

Sanayide çalışanları karalayan, küçük düşüren her söz, imge, ima kabul edilemez. Bu eylem bilinçsiz yapılıyorsa aslını inkâr edenlerin en temiz cehalet örneği, bilinçli yapılıyorsa ülkeye ihanet,  ötekileştirme ve bölme aracı, toplumsal sınıflar arasında kin ve nefret oluşturma şeklinin vücut bulmuş halidir.

 

Toplumda sanayiye sürülenler, sanayide çalışmak zorunda kalanlar kimlerdir? Zorunda diyoruz çünkü algı kötüdür, o kadar kötüdür ki kendisi sanayici olan (KOBİ) insanların çocukları dahi sanayici olmak istemez. Onlar yönetici olurlar ama çıraklık yapmazlar, yapamazlar. Çıraklık yapamadıkları mesleğin kalfası, ustası ve patronu olamadıkları için babalar yapar, oğullar yıkar ve ikinci, üçüncü nesillere aktarılamayan bilgi, değerler ve en nihayetinde milli değerler erir ve yok olur gider.

 

Eziklik duygusunu bir grup diğer gruba neden yaşatır? Toplumsal sınıflar, sağlıklı her toplumda birbirinin rakibi, düşmanı değil; gruplar birbirinin yardımcısı ve destekçisidir. Bir fabrika düşünün, iyi işleyen bir fabrikada birçok çalışma grubu olabilir. Sağlıklı çalışan bir sistem; grupların birbirlerinden korktuğu, birbirlerinden nefret ettiği, küçümsediği bir yapı olabilir mi? Günümüzde başarılı olan işletmelerde bir mühendisin de fikri önemlidir, bir ustanın ya da kalfanın hatta çırağın dahi düşüncesi pek değerli olabilir. Sormadan ne söyleyecekler bilmezsiniz. Onlara fikirlerini açıklama hakkı vermeden fikirleri değerli mi değersiz mi kim nereden bilecek? Elbette aldıkları eğitim, öncesi ve haklarındaki mezuniyet belgeleri, daha önce yaptıkları işler insanları değerli kılar ancak hiç fikri sorulmamış insanlar ne düşünüyorlar bilinemez ki bu büyük bir hata olur. Mesleki tecrübem gereği söylüyorum, uzun zaman köyden daha yeni mezun çıraklarla çalıştım. Çoğu köyden geleli bir hafta, on gün ya da bir ay olmuştu şehre geleli. Onlara mesleki eğitim kursu verirken uygulamada sıkıştığımız noktalarda onlara nasıl yapabiliriz diye sorduğumda son derece çözüme yakın cevaplar aldığımı bizzat sahada görmüş biri olarak söylüyorum bir iş yapılırken yapılan işi izleyen, yapan çocuk dahi olsa eğer ilgiyle izliyorsa mutlaka kafasında kendince başka bir çözüm yolu üretebiliyor. Her zaman olmasa da bazen son derece doğru çözümler sunan o çocukları görünce insan umulmadık fikirlerin, nice insanlardan çıktığını görünce bazen şaşkınlıktan küçük dilini yutuveriyor. Bir fabrika sınıfları çatıştırmak yerine uyum içinde çalıştığı zaman başarılı olabiliyorsa, ülke olarak da böyle bir yol izlemek zorunluluğumuz vardır.

 

Sınıflar birbirinin rakibi ya da düşmanı değildir. Sınıflar birbiri için vardır ve birbirinin işini kolaylaştırmak içindir. Biri diğerinin işini görür, diğeri diğerinin, bu bir zincirdir ve bu şekilde devam eder. İçeride çok düşmanı olan her yapının dışarıdaki rakibi çok daha büyük ve çok daha acımasızdır.

 

Aşağılayarak yükselmek hangi tip insan ve hangi tip toplumların sorunudur. Kesinlikle düşmanı tam da içinde, zehri kendisi olan iflah olmaz toplumların yükselme metodu olabilir. Aşağılık kompleksine sahip insanlar da öyle yükselirler. Kanat yapmak zordur. Kendi kanatlarıyla uçmak yerine insanlarının üzerine çıkarak yükselen liderler unutmamalıdır ki onların yukarıda durabilmeleri için altlarındaki insan kütlesinin ölmemesi, aksine sağlıklı ve güçlü olması lazımdır ki tepedekini sağlıklı bir şekilde yukarıda tutabilsinler.  Toplumda sağlıklı yükselme ise kişi açısından, kendi yaptığı kanatlarıyla olmuyorsa birlikte yapılan kanatlarla uçmak daha güvenli daha sağlıklı olabilir. Olur.

 

Cezalandırıldığı için sanayiye gönderilen bir birey ya da kötülendiği için meslek sahibi olmaya özendirilen bir birey gerçek başarıya nasıl ulaşabilir? Bu mümkün değildir. Öncelikle tercihi olmadığı halde mesleğe yönlendirilen kişi topluma karşı bir kini her zaman içinde derinlerde bir yerde tutar.

 

Okullarımız da bu işi cezalandırılan kişilerin sanayiye gönderilmesini, mesleğe yönlendirilmesi konusunda gerekli yönlendirmeyi yaparlar! Başarısız çocukların meslek lisesine ve çıraklığa yönlendirilmesi konusunda söz birliği yaparlar. Akademik olarak başarısızların, istenmeyen çocukların yeri sanayi, zanaat okulları mıdır sadece? Şu haliyle meslek liseleri, meslek okullar genellikle istenmeyen, zekâsından şüphe edilen, haşarı, kavgacı, yerine göre başka sıfatlarla anılan öğrencilerin son ikametgâhı gibidir. Bu çocuklar neden bu haldedir? Neden başarısızdırlar? Önemli bir kısmının son derece dar gelirli ailelerin çocukları olmaları bir yana, parçalanmış aileler, kimsesiz çocuklar da genellikle bu gruba girerler. Peki, gerçekte bu dışlandığını hisseden özgüveni zedelenmiş insanlar mı olmalıdır zanaat okullarına ve mesleğe yönlendirilenler?

 

Mesleğe karşı ilgisi var mı bilinmeyen dışlandığı açıkça hissettirilen insanlarla bir ülke nasıl bir mesleki teknik eğitim arzular? Bu tür kişilerle ne tür bir başarı yakalamak ister? Bu sorular genellikle sorulmaz. Bizde zaten soru sorulmaz, “ben yaptım oldu” “itaat et, rahat et” “karışma karıştırma” bize din ekseni de olup yedirilen bir özel bir çalışmanın eseri olan bir kültürdür! Buna kültür dedim ama aslı çürük olan, çürüyünce oluşan cinsten bir kültür. Esasında ezerek yönetme ve sömürme amacı güden, değersizleştiren bu bakış açısı sahiden bu kesimleri değersizleştirirken, onlara verilenleri de aşağıya çeker, pazarlık güçlerini kırar. Hayal güçlerinde kendilerini değersiz hisseden insanların, cezalı insanların yapabilecekleri, ortaya çıkaracakları bir değer ise yoktur.

 

 Bilmeyenler olabilir. Dünyada köleliği Allah’ın hikmetine bakın resmi olarak hiçbir HAK din kaldırmamışken 1925 yılında o zamanki adı “Milletler Cemiyeti” olan Amerika ve İngiltere’nin öncülüğünde kaldırılmıştır. Köleliği kaldıran o zamanı süper güçleri halen süper güç ve İngiliz ve Amerikan tarihini bilenler, batı sermayesinin gelişmesinde köleliğin, sermayedarların önemli sermayelerini köle ticaretinden kazandıkları gerçeğidir. Ne olmuş da Hak Dinlerin ancak tavsiye ettiği köleliği bu ülkeler kaldırmışlardır? Cevabı basittir aslında. Kölelik verimli değildi. İnsanlar bir şeyler kazanabileceklerine dair umuda kapılırlarsa gece gündüz ve birim zamanda daha fazla ürün elde edebilmek için birbirleriyle yarışırlar, hâlbuki kölenin umudu yoktur, ne diye kendini parçalasın ki! Yatacak yer, yiyecek yemek yeter. Kaytarmaya fırsatları olunca bu fırsatı kaçırmazlar. Hâlbuki özgür köleler öyle mi? Gece gündüz, yerine göre yirmi dört saat çalışabilir. Kazandıklarını da yine başka metotlarla (moda hatta okullar, televizyon, internetin önemli var oluş nedeni budur) ellerinden alınabilir.

 

“Köleliğin kaldırılması”örneği de göstermiştir ki gönüllü bireyler daha fazla üretir, beyinlerini kullanır. Elbette biz çalışanlarımızı köle gibi düşünemeyiz ancak nitelikli üretimin varsa birinci sırrı gönüllü, işine aşkla bağlı olanların üretecekleri değer, kalite bir işe zorla gönderilenlerin yanında çok daha değerlidir ve niteliklidir.  “İşine âşık olanlar bir gün bile çalışmış sayılmasalar yeridir” mealinde bir veciz söz diyor bir düşünür. Doğrudur. İnsan zevk aldığı şeylerle, zevk aldığı işleri yaparken mutlu olur, verimli olur, yaratıcı olur. İnekleri bile sağarken onların hoşuna giden müzik dinletiyorlar değil mi?

*

 

 

Mesleki Eğitim genellikle ülkemizde kadın erkek mesleği olarak ayrışmış durumdadır. Doğrusu bu mudur? Elbette bu tartışılır ancak gençlerin meslek okullarına gitmek istememesinin en büyük nedenlerinden biri de karma eğitimin gerçekleşemeyişidir. Meslek liseleri, mesleki eğitim merkezleri genellikle erkek ve kız okulları olarak ayrılmıştır. Seçme şansı olanlar ise karma eğitimi tercih etmektedirler.

 

Meslek seçimi ülkemizde halen tesadüfen yapılmaktadır ki tesadüfen seçimlerin tesadüfen başarı getireceği, normal şartlarda ise başarı getirmeyeceği açıktır. Nasıl getirsin ki? Tesadüfen başarı gelir mi hiç!

 

Ülkeler insanlarının ne tür meslek yapacaklarına dair planlı programlı çalışırken, bir plan doğrultusunda ilerlerken bizde işler bir plandan ziyade birinin bir grubun bastırmasıyla siyasete kurban edilir ki seçkinlerin grubu olan etkinlerin bu ülkeye dair öyle pek de hayalleri yoktur. Bu ülkede siyaset yapanlardan tutun da birçok planlamacının, işadamı, sanayici, sanatçının yurtdışı, Londra hayali hep vardır. Dikkat ediniz, sağcısından solcusuna hemen hepsinin çocuklarının eğitim aldığı ülkeler ne Rusya, Ne Suudi Arabistan her halükarda ya Amerika ya da İngiltere’dir. Ne garip değil mi?

 

Ülkelerin kendi halklarının en tepesindekilerin başka ülkelerde gelecek kurmaları bizde sıkça rastlanan bir durumdur. Tıpkı Afrika’nın Fransa sömürgesi olması gibi adı konmamış bir sömürge düzeninde yaşayıp yaşamadığımızın dahi farkında olmadan içerideki horoz döğüşü sayesinde şükürler olsun dışarıda neler olduğunu her daim kaçırıyor, eller aya giderken bizler yaya kalıyoruz. Bu ülke kendi çocukları için bu ülkede gelecek görmeyenlerin yönettiği ülkedir. O yüzden de adına ne derseniz deyin, bu hastalıklı durum geçmeden düzelme beklemek hayalden öte bir şeydir ama yine de burada enseyi karartmak, umutsuzluk tohumları ekmenin kime ne faydası var diyelim.

 

Karma eğitimin güzel yanlarından biri şüphesiz doğru sosyalleşmedir. Kızların erkeklerle bir arada bulunması, kişilerin birbirlerine karşı güvensiz bakmasının önüne geçer. Aynı şekilde cinsler birbirini doğru tanır, doğru sosyal ilişkiler geliştirir ve neticede sağlıklı gelecek kurmalarına yardımcı olur.  Aile düzeni, doğru kurulabilir. Hayatının hiçbir evresinde erkek olmayan bir kızın ya da erkeğin evlilik çağına geldiğinde doğru karar vermekte zorlandığı açıktır. Esasında en büyük iki toplumsal sorunumuz olan, doğru olmayan cinsellik eğitimi, doğru olmayan din eğitimi üzerinden inşa edilen yaşantı, eş seçiminden iş seçimine birçok alanda etkili olur. Ergenlerde ise bu durum çok daha önemlidir. Beğenilmek ister, karşı cinsle konuşmaya ihtiyaç duyar. Bu durumun gerçekleşmemesi halinde ilk gözüne kestirdiğiyle evlilik kuran,  âşık olduğunu zannederken kendini evlenmiş buluverir.

 

Ergenlikte insanların karşı cinsi düşünmeleri sanıldığından fazladır. Hele de karma eğitimin dışında kalanlarda daha da fazladır. Sırf bu yüzden birçok ergen, ergenlik çağlarının daha başlarında eğer seçim şansı varsa kesinlikle meslek lisesine gitmek istememektedir. Kabul etmek gerekir ki meslek liselerinin gençler ve ergenler arasında bu konudaki algısı oldukça kötüdür. Meslek lisesine gitmek bir aşağılanma vesilesidir ki çoğu ergen çoğunlukla da bu yüzden meslek lisesine gitmek istemez.

 

Eğitim sadece zanaat sahibi olmak için gidilen bir okul, uğraş değildir. Aynı zamanda kendi kendini gerçekleştirmek, doğru anlamda yetişerek doğru şekilde zamanın kullanılmasını öğrenmektir. Gerek okula giden, gerekse gitmeyen hatta işyeri sahibi çıraklıktan yetişme insanların önemli bir kısmının kendini iş çıkışı değilse, özellikle çalışanlar arasında kendini pavyon denilen eğlence merkezlerine atıp yolunması normaldir. Normalde kendini gerçekleştiremeyen insanlar, ellerine para geçince kendilerini biraz alkol ve müziğin ritmine kaptırınca ellerinde avuçlarında ne varsa orada saçıp dökmeleri olağan işlerdir. Eksik ve doğru olmayan şekilde ilişkileri anlama biçimleri Anadolu’da onlarca yıldır büyük bir sorundur ve halen sorun olmaya devam etmektedir.

 

Adam ilkokul mezunu, işleri yolunda gitmiş. Ticaret yapmayı öğrenmiş. Bizde son yıllarda ticaret denirken, bir tarafa yaslan, karşıya aslan şeklinde zuhur eden bir durum olmuştur ki; kendisi ilkokul mezunu olan insanın ilk yaptığı şey arabasını yenilemek olur. Burada sınır yoktur. Zira ne kadar lüks araba sahibi olursa o kadar saygı göreceğine olan inanç ona geçici bir sarhoşluk verir lakin işin aslı eline para geçtiğinde kendini lüks araba, lüks hayatla kamufle ettiğini zanneden kişiye araba satan da arabayı ithal eden acente de bunu bilir ve bu aşağılık duygusunu kabarttıkça kabartırlar ki bu şekilde ülke değerleri yabancı ülkelerde birkaç firmanın kasalarının dolmasını sağlar o kadar. Bugün Avrupa ve Amerika’daki lüks otomobillerin en büyük alıcıları petrol ve gaz satışı ile ülkelerine taze para girişi olan Arap ülkeleridir, bindikleri onca lüks otomobillere karşın dünyada ne bir ağırlıkları ne de saygınlıkları vardır ki kendini gerçekleştirme denilen durum sadece tüketim üzerinden gerçekleşir ki gerçekte gülünç bir durum bizde de ne yazık ki son derece yaygındır. Adı Türkiye Cumhuriyeti olmasaydı bu ülkeye yakışabilecek isimlerden birisi herhalde “ye kürküm ye cumhuriyeti” olsa yeridir.

 

Eğitimde sıkça kullanılan birkaç öğüt vardır. Bunu öğrencilerin beynine olumlu imgeler yaratmak, onları düşünmeye sevk etmek isteyen bir şeyler çakmak isteyen herkes yapar, yapmalıdır. Sır bir “sizin beynininiz var.” Sır iki “beyin kullanıldıkça eskiyen bir uzuv değildir” Sır üç “çok tüketen obur, görgüsüz olabilir, lüks tüketen de zengin olabilir ancak doğadaki kaynakları daha fazla kullandığı için aynı zamanda diğerlerinin yaşam hakkına en fazla zarar verenler de, doğaya her şekilde zarar veren de odur ya da onlardır.”

 

 

*

 

 

 

Erkek kadın arasında uzaklaşma şekline göre birbirlerine daha farklı anlamlar yükledikleri aşikârdır. Meslek liselerinde özellikle bu anlamda sosyalleşme yaşanmadığı için insanlar daha çocukluktan başlayarak bu tür cinsler arası türler arasında izole bir hayat sürmesi demek birçoklarına göre normal karşılanabilir ancak gerçekte bu ileride daha büyük sorunların çıkmasına sebep olabilir. Elbette fizikleri gereği kadın ve erkeğin yapabileceği işler ayrıdır. 2. Dünya Savaşı ile başlayan ve ivme kazanan süreçte kadınlar evlerinden çıkarılmış, sanayinin işgücü azalan erkek sayısına karşın kadınlarla sağlanmıştır. Batılı Düşünce akımları gerçekte kadın daha farklı gözlerle baktığı, genelinin aşağıladığı bilinir. Buna rağmen işgücüne olan ihtiyaç, kadınları gerek Hitler dönemi Almanya’sında gerekse karşı taraf olan İngiltere bloğunda savaş esnasında ucuz işgücü olarak, erkeklerin yerine onlardan kalan boşluğu doldurmak için düşünmüştür. O zamana kadar batının pek de umurunda olmayan kadın işgücünde gereken değeri yakalayabilmiş midir? Kesinlikle bu mümkün olmamıştır. Öncelikle anne olmaları, doğum yapmaları olası işgücünden uzaklaşma ihtimalleri onlara daima erkekler karşısında bir alternatif olmakla birlikte olmadığı zaman düşünülen bir yedek olarak öngörülmüş ve gereken eşitlik asla sağlanamamıştır. Hem ailede çocukların annesi, evin kadını, işin kadını olabilmek üç yükü birlikte sırtlamak, onlara erkeklere nazaran bu denli ağır yükler yüklemek kesinlikle haksızlıktır. Üretimde yarışan, yarıştırılan modern kölelik dünyasında makineler tamamen insanların yerini alana kadar bu durumun hazırlanan sosyolojik projelerle insanlara yedirileceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.

 

Bizde ortaokul, lise çağlarında seçilen mesleki eğitim esasında tamamen ayrı, cinlerin birbirine yoğun özlem duydukları zamanlar olmaları nedeniyle eksik kalan sosyalleşme neticesinde erkeklerin tuzağa düşmesini, kendini gerçekleştirmek için hedef haline getirdiği kadın sahibi olmak, güzel kadına ulaşma özlemi artarak devam eder. Her ne kadar din bu duyguyu yatıştırmak için motivasyon kaynağı olsa da kadınlar erkek için özellikle izole eğitim sistemlerinde, mesleki eğitim çalışmalarında zihnin arkasında kalan, ertelenen ama asla unutulmayan, objeleştirilen ve fethedilmesi gereken varlığa kavuşmaya bir özlemdir.

 

Bu konuda yayınlanan bir yazı Karma eğitim modelinde, kız ve erkek öğrenciler ilkokuldan yani yaklaşık 5 yaşından itibaren aynı çatı altında ve aynı sınıfta eğitim görmektedir. Kişiliklerinin oturmasında en önemli dönemlerden biri olan 5-17 yaş arasını bu sistem içerisinde her gün birbirleri ile iletişim halinde olarak geçirirler. Psikolojik olarak kız çocuklarının bu yaş aralığında erkeklere göre daha duygusal oldukları yadsınamaz bir gerçektir. Aynı zamanda bu yaş aralığında erkek çocukları da tam aksine kızlara göre daha aktif, hareketli ve duygusallıktan uzak bir dönem geçirir. Erkekler ve Kadınlar adlı kitabında Hutt; kadın ve erkeğin doğal olarak farklı olduğunu ve bu özelliklerin değişime açık olmadığını ileri sürmüştür (Hutt, 1972). Erkek ve kız çocuklarının doğal olarak farklılıklarından kaynaklanan bu değişik davranış şekilleri, karma eğitim sistemi içerisinde sorunlar yaşamalarına sebep olabilir”şeklinde karma eğitim modelini açıklamıştır. (3)

 

Cinslerin birbirlerini doğru tanımları, birbirlerini olduğundan daha farklı anlamlarda yorumlamaları onların gelecekte alacağı kararları olumlu etkileyecektir. Eğitimden bireyin beklenen sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlamak, sağlıklı gelecek inşası için diğer türü de doğru tanımasını sağlamak gerekir. Aksi halde kişilerin verimlilikleri düşebilir, kurulan iş hayatı bir noktadan daha ileriye devam edemez.

 

Özellikle çıraklıktan başlayarak hayatı iş içinde geçen ve yaşı geldiğinde evlendirilen insanların yeterince büyüyemedikleri açıktır. Bunun birçok nedeni vardır ama eksik kalan ve tamamlanması gereken, kendini gerçekleştirme olayı belli bir yaşta gerçekleşmediği için döngü tam olarak, sağlıklı bir şekilde tamamlanmadığı için yeterince büyüme şansı olsa dahi kişiler bunu tam olarak sağlayamamaktadırlar. Özellikle görünen bu tip sanayiciler, ustalar, eğer yeterince kendilerine güven kazandıklarında bir işyeri açıyorlar. Eğer alkol, kadın ve başka kötü alışkanlıklar zamanla onları esir alabiliyor ki bu durum asla sağlıklı bir büyümeyle sonuçlanmıyor ve emekler çoğunlukla bir noktadan sonra heba oluyor. Elbette istisnalar kaideyi bozmaz ancak karma eğitim neticesinde, gençliğinde sosyalleşmesini tam olarak sağlayamayan kişi ya da kişileri özellikle sanayi sitelerinin hemen yakınına açılan pavyon denilen sözde eğlence, gerçekte ise belli bir kıvama getirilen müşterilerin yolunacak kaza çevrilmesini amaçlayan mekânların gedikli müşterileri olup çıkıveriyorlar.

 

Sanayicilik, zanaat kesinlikle bir disiplin içerisinde yapıldığı takdirde başarılı olunabilecek bir meşgaledir. Kültürel, teknik, sosyal gelişimini sağlıklı bir şekilde devam ettiren ve ortaya sağlıklı bir kişilik ortaya koyanların diğerlerine göre daha başarılı olduğu açıktır. Çevrede çıraklıktan gelen ve pavyon türü yerlerde servetini yok eden girişimci hikâyeleri ile doludur ki esasında insanların servetini nerede harcadıklarına karışmasak da ülkeye dair değerler, bilgi ve sermaye birikiminin doğumdan kısa zaman sonra ölmesi, ölü doğum ya da başka ülke ya da devletlerin eline geçmesi kabul edilebilirlikten uzaktır. Değerli bir bütünün, değerli bir parçası yapmak zorunda olduğumuz birikimlerimiz olan insanlarımız, işgücümüz, üretici veya müteşebbislerimizin emeklerinin heba olması gelecekte sağlam bir yapı inşa etmeyi hayal edenlerce kabul edilebilir değildir.

 

Bazı ülkeler karma eğitim konusunda o kadar katı değiller, elbette altyapısı sürekli tırtıklanan bir düzende diğer sorunlar çözülürse bizde de uygulanabilir ancak batı dünyası örneğinde din dahi öncelikle millileşmemişse dahi o ülkedeki bütünlüğü, ekonomik kaynakların kesinlikle dışarıdan içeri doğru akıtılması konusunda akıl ve fikir birliği etmişlerken bizde bu durumun tamamen tersi olduğu, batıda birleştirici, daha fazla insan kazanma adına diğer ülkelerde misyonerlik çalışması teşvik edilirken esasında bunun ekonomik fetih aracının yumuşa gücü olduğu gerçeğine karşın bizdeki durumun tam tersine işlemesi, akla zarar uygulamalardan bazılarıdır. Batı ülkelerinde kilise fakirlere aş evleri, yardımları organize ederken bizde bitmek bilmeyen bir inşaat iştahı, cami altlarının ticari rantının birkaç kişiyi zengin etmeye yönelik uygulamalar olduğunu, esasında bizde kimsenin insan kazanma gibi bir derdi olmadığı gibi halkın bazı kısımlarının ötekileştirilmek suretiyle ortamdan uzaklaştırıldığı, bizdeki dini yapıların birleştirici özelliğinden çok ayrıştırıcı özelliğinden bahsedilebileceği söylense pek de hata edilmiş sayılmaz.

 

Mesleki eğitim alanların en büyük ihtiyaçlarından biri kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır. Bu durum şimdilik karma eğitimle nispeten çözülebilir. Esasında uygulamadan pek imkân olmasa da mesleki eğitim alanların doğru sosyalleşmesi için sanayi işkolları ve eğitimciler ortaklaşa bir çalışma yürütebilirler ki gelecekte şimdikilerin yerini alacak insanlarımızın doğru eğitilmesi sosyalleşmesi, fikirlerini söylemesi, haklarını bilmesi, her şeyden önce molalarında sadece telefonla oyun oynayan, çeşitli resimlere bakarak zaman öldüren bireyler yerine, mola saatlerinde kitap okuyan, felsefe konuşan, edebiyattan bahseden, şiir okuyan, sanattan bahseden meslek erbapları yetiştirilmesi zorunluluğu vardır. Bunun da eğitimle olabilirliği açıktır. Mesleki eğitim alırken çalışanlar, sadece ucuz işgücü olarak düşünülüp, o şekilde algılanamazlar. Bu model onlarca yıldır denendi ve işte gelinen yer.

 

(1)http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2020/01/Türkiye’deki-Karma-Eğitim-Uygulamasına-Yönelik-Öğretmen-Görüşleri.pdf

(2)https://m.bianet.org/bianet/egitim/200732-osmanli-dan-turkiye-ye-karma-egitim-nasil-gelisti

(3)http://www.genclikakademisi.com/karma-egitimi

(4)https://www.egitimebakis.org/karma-egitimin-tarihi-ve-sosyal-gelisimine-kisa-bir-bakis/

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 3.

Mesleki Eğitim yapan okullar bu işi işverenin işine yarayan teknik becerilere sahip elemanlar yetiştirmek üzere görev yapmaktadır.

Bir ülkede, bölgede, şehirde istihdam alanları ve staj imkânları ne denli genişse öğrenci o denli daha fazla ve farklı şeyleri pratik olarak görme imkânına sahip olacaktır.

Meslek okulları bölgesel ihtiyaçlara da cevap verecek şekilde, bölgesel imkânları kamu- özel karma bir şekilde kullanarak gelişecek, bölgesel işyerlerini büyütecek şekilde tasarlanmalıdır.

Bölgeden nüfus sürekli olarak başka bölgelere göç ediyorsa, bölgede büyüme imkânı yoksa orada nitelikli elemanların iş bulabilmeleri gerçekçi bakış açısı olmaz.

 

**

GÖÇLERİN MESLEKİ EĞİTİME OLUMSUZ ETKİLERİ

 

Mesleki teknik eğitim veren okullar, çevrede iş yapan iş yerinin ihtiyacına göre teknik eleman yetiştirmektedir. İhtiyaç sahibi olan hem işletmeler hem de meslek yönelen genç kişi ortak bir noktada buluşmalı arz talep dengesi bir plan halinde gerçekleşmelidir. İş ve inşaat alanı olmayan bir ilçede gerekli sayıdan çok fazla öğrencinin meslek okuluna kaydedilmesi halinde o bölgede o alanda istihdam edilemeyecekleri açıktır. Yapılan bir talebe karşılık iki veya daha fazla arz sağlamak ise bu durumda hem staj hem de sonrasında eleman fazla iş az olacağından elemanın değeri düşer. İşsiz kalan, az ücretle çalışmaya dolaylı olarak zorlanan mezun, gelecekte o mesleği seçeceklere kötü örnek olacak; “okulu bitirdi ancak boşta geziyor, demek ki bu bölümde iş yok, iş yoksa neden okuyalım” algısının oluşmasına neden olunacaktır. Burada hem kaynaklar, eğitim giderleri, eğitimcilere ödenen ücretler mezun pozisyonundaki kişi işe giremediği takdirde boşa gitmiş demek olmasa da verimli kullanılmış olmayacaktır. Mesleki teknik eğitim (sanayi, sağlık, ziraat iş kollarına eleman yetiştiren okullar) diğer eğitimlere nazaran son derece pahalı bir eğitimdir. Kullanılan kaynakların verimli kullanılması, “bedene göre en iyi, en kaliteli, en son model elbisenin dikilmesi esastır.”

Bölgesel ihtiyaç analizlerinin çok iyi yapılması gerekirken bizde uygulama taşıma sistemiyle ucuz iş gücüne dayalı kalkınma modelidir. Ucuz ancak eğitilmemiş kitlelerden şaheser beklemek mümkün olmadığından kalitesiz ya herhangi bir teknik uzmanlık gerektirmeyen alanlarda, ikincil üretim, fason üretim desteklendiğinden karın çoğu başkasının, kalan işçilik, zahmet, doğadaki bozulma bize kalan maliyetlerdir ki kazanılanlarla çoğu zaman kaybedilen doğal yapının tamir edilmesi bile mümkün olmaz.

 

Doğal yapı biliyorsunuz, doğru dürüst filtreleme sistemi arıtma sistemi kurulmadığında üretimden arta kalan kimyasallar, gazlar, tozlar, sıvılar ve yerine göre radyoaktif maddeler havaya, toprağa, suya karışır. Bu durumda zirai üretimden insan yaşam kalitesini etkileyecek her şey bir şekilde zarar görür. Genellikle kanalizasyona verilen, galvaniz türü kaplamacılıkta kullanılan kimyasallar, toprağa derelere bırakılan kimyasallar zaman zaman gündem olsa da genellikle bu tür haberler bir grubun diğer grup hakkında yaptığı yaptırdığı haberler olup gerçekte haber niteliği taşımayan kamuoyunun dikkatini anlık bir olaya çeken ama arka planda sürecin devam ettiği uygulamalar olup bu tür haberler olanının yüzde birini dahi göstermekten uzaktır. 

 

Bazı bölgeler diğerlerine göre tarıma daha uygundur, tarıma uygun toprak bulmak her zaman mümkün olmadığı şu zamanlarda dünyada beklenen bir gıda krizidir ki toprak, tarım toprağı, bu toprağın doğru kullanımı, verimli kullanımı son derece önemlidir. Ovalarda sanayi yaparsanız, dağın tepesinde tarım yapmak zorunda kalırsınız. Sanayiniz karlı işlerde dünya liderliği yapamıyorsa yaptıklarınız bu durumda iki kez anlamsız hale gelir ki hem tarım yapılacak toprakları katleder, tarım yapılamayacak kadar verimsiz yerlerde de yeteri kadar ürün elde edemeyeceğiniz için iki kez zarar edersiniz. Bölgesel kalkınmada bölgesel öncelikler, bölgesel avantajlara yönelik üretimler o bölgeleri verimli kullanmak açısından değerli bir çalışma olur. Aksi halde kısır döngü oluşur ki burada sistematik iflasların yaşanması doğal karşılanmalıdır.

Mesleki Eğitim denince bizde genelde iş döner dolaşır sanayi anlaşılır. Elbette bir ülkenin kalkınmasında sanayi önemlidir ancak teknolojik bilgilerin hemen her gün yenilendiği piyasada çıraklık bilgisi ile kabaca bir eğitim ve az bir teknik bilgi ile rakiplerle yarışmak mümkün olamayacağı için bu konuda özellikle bilgilerin sürekli güncellenmesi, çalışanların önceliğin eğiticilerin eğitimine verilmesi suretiyle hızlandırılması gerekir.

 

Üretim sadece sanayi işkollarında yapılan üretim demek değildir. Bu ülkede planlı tarımsal üretimlerin yapılmasına, planlı turizm eğitimlerinin yapılmasına ve çeşitlendirilmesine ihtiyaç vardır. Kendi içinde birbiriyle ortak olan yapıların birbirlerini sürekli destekleyecek şekilde tasarlanması, birbirlerini yok edecek şekilde değil de birbirlerini destekleyecek şekilde yapıların inşa edilmesi şarttır. Bizde üretim sorunu birkaç şekilde ortaya çıkar. Birincisi plansız üretim, ikincisi üretimdeki aktörleri karşı karşıya getiren küresel aktörlerin onları sömürmesi ve dolayısıyla mısır üretimi yapan bir çiftçiye mısırın içinin başkasına, dışının da üreticiye kalması gibi bir pazarlık ezici bir sömürü düzeni işlemektedir ki ulusal ve uluslararası markalar dünyaya çıkaramayan ülkelerin halklarının ortak kaderi olan bu durum bizde de benzer şekilde cereyan etmekte, bu konu çözümsüz bir şekilde ortada durmaktadır.

 

Nüfus hareketleri yıllardır doğudan batıya doğrudur. Batıda kurulan montaj sanayi işgücüne ihtiyaç duyarken planlı bir şekilde kültürel eziklik oluşturmak amacıyla yapılan her türlü kültürel bombardıman sayesinde insanlar köyde kalarak hem eğitimsiz hem de sağlık imkânlarından eksik bir şekilde yaşamlarına devam etmeye çalışmaktadırlar.

 

Aynı sayıda nüfusa sahip bir şehrin iki hastanesinde çalışan uzman sayısı, doktor veya sağlık personeli sayısı bile deniz kıyısı olması, denizden uzakta olması ile doğrudan alakalı iken başkentin taşra ilçeleri de bu durumdan nasibini almaktadır. Yani insani bir takım ihtiyaçlara ulaşmanın en iyi yolu ya merkezde yaşamak ya da merkeze çok yakın olmaktan geçer.

 

Şehirlerde insanlar şehir merkezi, taşra, kasaba köy gibi niteliklerle sınıflandırılırken bu sınıflandırmadan en az etkilenmenin yolu birçokları için merkeze yerleşmek, merkezde iş bularak oradan ebediyen uzaklaşmaktır ki insan öyle kolay kolay doğduğu yerlerden kopamayacağı için İzmir’e yerleşen bir Yozgatlı köyünü, kasabasını özlemekte, bir tarafı geri döneyim derken, diğer tarafı ise kal demekte, edinilen maddi varlıklar şehirlerarası ara yollarda heba edilmektedir ki insanların sırf bayramda, seyranda yapmış oldukları yolculukların bile zengin ettiği sektörler, beldeler, şehirler ve de insanlar vardır. Bir ülkede insanlar doğdukları yerlere kavimler göçü şeklinde yolculuk yapmakta hem gidilen yerlerde hem de yaşanılan yerlerde konut ve diğer ihtiyaçlar insanların sadece boşa tüketim odaklı bir ekonomi zinciri oluşturmasına neden olmaktadır.

 

Mesleki teknik okullar eğer insanların bolca yaşadıkları yerlerde olursa insanlar o bölgenin gelişimine katkıda bulunurlar. Bir tanıdık anlatıyor: Bu şehrin ünlü bir ovası var ve bizzat da benim de bildiğim ova Karadeniz’in en verimli ovalarından biridir.  Bu ovanın da adını alan ilçenin lisesinin müdürü, öğretmenleri topluyor ve onlara şöyle diyor: “Sizler okuldaki en parlak öğrencileri 9’uncu sınıftan seçecek itibaren seçecek onlarla özel olarak ilgilenecek ve Türkiye’de en prestijli okullara göndereceksiniz. Bu okullara giden öğrencilerimiz de bizleri İstanbul ve Ankara’da temsil edecek”…Başka bir okul müdürü de muhtemelen öğrencilerini yurtdışına göndermeye çalışıyor, onlar da Amerika’da, Londra’da, Hollanda’da veya Almanya’da en prestijli üniversitelere göndermeyi istiyor ve de buna göre kendince bunu başarı sayıyor da başarının illa gitmek, terk etmek olduğuna inanılıyor da şu gerçek unutuluyor bir kişi bir yerden ayrılınca veya gidince oraya istese de artık değer katamaz ve de gittiği yere tutunamazsa başarılı olamaz, sürekli geri dönmeyi düşlerse başarılı olamaz, başarıya güdülenen insanlar ise gittiklerinde ki bunlar en başarılı öğrenciler veya insanlar, yerleri asla bir daha dolmuyor. Hâlbuki birinci anlatıda hikâye edilen durum bizden bir gerçeği görmezden gelmemizi önlüyor. O da insanın bulunduğu yere değer katmasının gittiği yere değer katmasından daha az önemsiz olmayacağı bunun ise mükemmel bir şekilde aşağılanan toplumların sorunu olduğu gerçeğidir.  Söz konusu ilçeyi tanırım, şehri de iyi bilirim; bu şehirdeki ovalar muhtemelen Hollanda’nın ekilebilir arazilerinin yarısı büyüklüğündedir. Hollanda’yı Hollanda yapan bilim teknik, ilk sömürge krallığı, Londra’dan önceki ticaret merkezi olmasının yanı sıra kendini gerçekleştirmek için aşağılık kompleksine sahip olmadan kendindeki enerjiyi kullanabilmesidir. Dünya görmüşlüğü, şartlarının zorluğu ona ekstra yetenekler kazandırmıştır ve başarılı bir Hollandalı asla başka bir ülke hayaliyle yaşamaz… Söz konusu şehirdeki üç ova hakkıyla işlensin, bilim ve teknikle taçlansın tüm Türkiye’yi doyurabilir. Aynı büyüklükteki Hollanda yıllık 150 milyar dolarlık gıda ihracatı gerçekleştirirken Hollanda’nın yarısı kadar büyüklükteki ovalar Türkiye’yi beslerse şaşırmamak gerekir diye düşünülür.

 

Kompleksli bir eksiklik kültürü bizim toplumun olmazsa olmazıdır ve bulunduğu yerde kendini gerçekleştirmek söz konusu nedensiz bir şekilde asla olmaz. Nedenini sormayın? Şarkılarımız, arabeskimiz bizim bilinçaltımıza sürekli şu mesajı iletir: “Sorma”

 

Giden giderek gittiği yere değer katamaz. Geri dönerek zaman kaybedemez. Aşağılık kompleksine sahip bir toplumun gelebileceği yer de aşağı yukarı budur. Lüks bir otomobil, özel okullara giden çocuklar, dışarıda yemek yemek, tatile çıkmak ancak bundan keyif aldığı için değil de üst sınıflar böyle yapıyor algısına kapıldığı için yapar bunu farkında olmadan ömürler heba olur.

 

Göçlerle azalan bir bölgede katma değer üretimi zorlaşır hele de en verimli çağında gidenler gittikleri yere değer katamazlar. Bu tür bölgelerde meslek eğitimi mesele değilse de istihdam ve staj imkânı büyük mesele olur.

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 4.

 

Meslek Eğitiminde görev alan öğretmen kadrosu, öğretim elemanları arasında uzmanlaşma olmalıdır. Bir meslek alanında eğitim alan öğretmenden örneğin elektrik-elektronik branşı için elektrik öğretmenini ele alalım; bu öğretmenin anlatacağı dersler alt alta yazıldığında bu dersleri hakkıyla ne Türkiye’de ne de dünyada tam anlamıyla anlatacak bir eğitici olabileceği düşünülüyorsa bu büyük bir yanılgı olur. Kesinlikle öğretmenler için “sürekli eğitim merkezleri” açılmalı, teknolojik gelişmeler, uygulamalar bu yüksek teknoloji ile bölge ya da merkezlerde açılan eğitim merkezlerinde gerçek uygulama ve gerçek uzmanlarla, kesinlikle eğitim durumuna bakılmaksızın işi bilen, yapan uygulayan teknik personel eşliğinde eğitimler planlanmalıdır.

 

İNSAN KURUM VE DEĞERLER

 

Eğitim konusu bir uzmanlık alanıdır. Uzmanlık; binlerce kez aynı şeyi yapmakla pekişir, piyasa talebiyle şekillenir. Dolayısıyla ekonomisi güçlü olan ülkelerin mesleki teknik eğitimlerinin de daha gelişmiş olması doğaldır. Ezbere yapılan işler, doğruluğu sürekli olarak doğrulanmayan bilgiler ise insanlarda hem inanç hem de özgüven yaratmaya muktedir değildir.

 

Mesleki teknik eğitim her şeyden önce bütüncül bir yapıda birbirini tamamlayıcı şekilde tasarlanmalı ve piyasa talepleriyle tam olarak uyuşmalı, çoğu zaman da onlara rota çizmeye yardımcı olmalıdır ancak bu sanıldığından daha zordur. Mesleki ve teknik eğitim sürekli güncellenen yapısıyla sistemdeki en dinamik yapıdaki eğitim olması nedeniyle hem sürekli araştırma geliştirme hem sürekli çalışma gerektirir. Pahalı yapısı nedeniyle finansmanı en zor olan eğitim de yine mesleki teknik eğitimdir.  Nihayetinde bir din eğitimi ve genel eğitim veya diğer liselere ya da okullara bakıldığında sıra masa sandalye biraz laboratuvar, biraz görsel imkânlar yeterli olabilirken söz konuşu mesleki teknik eğitim olunca bu öyle kolay bir şey değildir. Sürekli değişkenlik, sürekli gelişmeye açık olan mesleki teknik eğitim diğer eğitim alanlarıyla kıyaslandığında öğrenilen bilgilerin sürekli güncellenmeye olan yapısı sebebiyle de en zor olan eğitimdir. En nihayetinde diğer okullar için; Allah’ın ayetleri yeniden, yine inmiyor ya da Amerika kıtası tekrar fethedilmiyor. Hâlbuki mesleki teknik eğitim öyle mi? Her gün aksiyon, her gün yeni bin bir icat…

 

Dünyada da aşağı yukarı böyledir diye düşünmekle birlikte mesleki eğitim liseler düzeyinde incelendiğinde Avrupa ölçeğinde belgelendirme, ölçme değerlendirme kesinlikle hariç tutulduğunda aşağı yukarı Türkiye gibidir. Tıpkı Türkiye kanunlarının çoğunun Avrupa’dan ithal, standartlarının neredeyse IEC, VDE ve bunun gibi uluslararası standartların kopyası olduğu gibi. İş nedense uygulamaya gelince değişir. Eğitim bir sistemdir ve sağlıklı bir bedene benzer, kafasını söküp atamazsınız, düşünemez. Ayaklarını kesemezsiniz yürüyemez. Ellerini kıramazsınız, iş yapmaz. Gözlerini kapatamazsınız doğru yönde ilerleyemez. Her şey tam ve eksiksiz olmalıdır. Lakin işler pratikte ne yazık ki düşünüldüğü gibi olmaz. Emekçi sınıftır. Kapitalizmin en ağır yükünü çeken gruptur ki her ülkenin emekçisi en fazla ülkesi kadar önemlidir. Dünya ölçeğinde alabileceği pay düştükçe ya da düşürüldükçe işler tercih edilmez hale gelir. En nihayetinde zora düşen, başka seçim şansı olmayanların seçtiği alan olması sebebiyle kendi kendine karar vermez, düşünemez hale gelir, ekonomik olarak gücü olmayanların dünya ölçeğinde fikirlerini cesurca savunabilecekleri bir ortam dün olmamıştır, bugün de yoktur muhtemelen yarın da olmayacaktır. Mesleki eğitimi seçenlerin nispeten tüm dünyada alt sınıflara mensup kişilerin olması nedeniyle kendileri etken değil, edilgen, aktif değil, aktive edilen sınıflardır. Durum Türkiye’de de aşağı yukarı böyledir.  Zengin çocukların meslek lisesine gittiğini hayal edelim. Var mı böyle bir gerçek! Durumu biraz daha açalım, en zeki çocukların meslek lisesine gittiğini hayal edelim. Bu da pek olası değil. O halde hem en alt sınıflar hem de pek de zeki olmayanların devam ettiği bir eğitim sistemi dışarıdan etkiye maruzdur. Edilgen yapıları sebebiyle, sürekli dışarıdan emir almaya alışmış, patronun gözüne bakan halkın en alt tabakalarına mensup kişilerin fikirlerini de cesurca savunamamaları nedeniyle kendilerine kendi iradeleriyle kattığı pek az şey vardır; ta ki kendilerinin kim olduklarının farkına varana kadar. Bu durumda bile zordur çünkü hayatta kalmak, çok küçük bir sermaye biriktirme imkânı elde edebilen bu tür kişiler, para biriktirdikçe bırakın özgürleşmeyi tehdit altına girdiklerinin çoğunlukla farkında dahi değildirler. Büyük para, büyük ve güçlü bir sermaye zaten biriktiremezler. Büyük paraları taşımak için büyük cepler gerekir. Büyük korunma gerekir. Büyük bir savunma hattı oluşturmak gerekir ki güçlü bir organizasyonları olmadığından bu da mümkün değildir.  Mesleki eğitimin içinde yer alan emekçilerin ise bu imkânları kesinlikle yoktur! Eğitimcilerin çok daha mütevazı istekleri olur. Ev, araba çocukları için daha rahat bir hayat en büyük hayalleridir. Küçük ülkelerin büyük şirketleri olmadığı gibi, küçük ülkeleri küçük yapan en önemli şey belki de gerçekte kendilerine ait fikir adamlarının dahi olmamasıdır ki bu durumun pek az kişi farkındadır. Ülkesinde parti, siyasetçi, düşünce kuruluşu, düşünür, aydın takımının da başka ülkeler ki bunlar genellikle emperyalist ülkelerdir; tarafından finanse edildiğini, fonlanıp parlatıldığını bir hayal edin…

 

İmkânı sınırlı olanlar imkânı sınırlı olanların yapmaları gereken adımları atmak zorundadır. Eğer bir güvenlik şeridi olmaksızın bir telde yürüyorsanız pek fazla şansınız, şımarıklık yapma hakkınız ve de lüksünüz yoktur.  Kaynaklarını verimli kullanmaları gerekenler, kaynaklarını kesinlikle dikkatli kullanmak zorundadırlar. Biz de bu sınıf ülkelerden biriyiz. Bu bizim en önemli gerçeğimiz.  Gerçekleri böyle olanlar ne yapmaları gerekiyorsa onu yapmalı, enerjilerini verimli kullanmalı, daha fazla tasarruflu olmalı, daha fazla çalışmalı ve her tür makine ve ekipmanlarını en verimli bir şekilde kullanmaları gerekir. Bir şirketin en önemli yatırımı nasıl ki insan ise eğitimin en önemli aktörleri de eğitimcilerdir. Bu sınıfın donanımının en üst düzeyde olması gerekir ki bildiklerini eğitim talep edenlere anlatabilsin, aktarabilsin ve gerçekte daha müreffeh bir ülke inşasına katkı sunabilsinler. O halde önümüzde duran en büyük sorun; kalifiye eğitimciyi nasıl yetiştireceğimiz konusudur ki bu konuda gerçekçi, aktif ve akılcı kalıcı politikaların olması ve dünya standartlarında hatta üzerinde bir eğitim kadrosu olması yetmez, onların korunması da gerekir. Peki, mesleki teknik eğitimin sahibi, koruyucusu, destekçisi kimdir ya da kimlerdir? Zira kendileri alt sınıflardan gelen insanlar kendi kendilerini koruyamazlar, kendini koruyamayan insanlar üstüne bir de desteksiz bırakılır, uzmanlaşmaları konusunda bir politika üretilmezse yapmaları gerekenleri sağlıklı bir şekilde yapamazlar. Bu durum adı dünya tarihine geçen her filozof, tarihe geçen her insan için geçerli olduğu gibi her zümre için de bu durum aynen geçerlidir.

 

İbni Sina’yı koruyan kollamayan, onun değerini anlamayan ve ona fırsatlar sunmayan bir hükümdar olmasaydı; İbni Sina ismini dahi duyamayabilirdik…Aynı durum Farabi, Harezmi ve diğer tüm Türk veya Türk, Müslüman olmayan alimler, bilim adamları için de aynen geçerlidir.

 

Strateji Belirleme

 

Tarihe geçen bir strateji kitabı vardır. Sun Tzu isimli Çinli filozofun “Savaş Sanatı” isimli eseri anlayana çok şey anlatır. Aynı şekilde günümüz dünyasını daha iyi anlayabilmek için Max Weber’in  “Protestan Ahlakı ve Kapitalizm Ruhu” kitapları özellikle okunmalıdır. Strateji belirleme önemli bir bilgi birikimi gerektirir. Bilgisiz strateji belirlenemeyeceği gibi kendi gücünüzü gereksiz yere abartanlar hata yapmaya, acı yenilgiye uğramaya mahkûmdur.

 

Stratejisi eksik bilgi ile inşa edilen bir yapı kaçak, yirmi birinci yüzyılda yığma tuğla ile inşaat yapmaya benzer.  “Eksik bilgiyle yapılan binalar gerçek nedenlerle, doğal sebeplerle çökerler.” Araştırması eksik, bilgileri hatalı verileri hileli ise sonuçları elbette olumlu olma imkânı yoktur.  Bizde en büyük sorun kendisinde beyin olduğunu iddia edenlerin kendi beyniyle düşünmeyi hayal dahi edememeleridir.  Sanmak ayrı şeydir, bilmek bambaşka bir şey. Biliyormuş gibi yapmak ayrı bir şeydir. Bilmediğini bilmek bambaşka bir şey. Kaderine razı olmak başka bir şeydir, kendine bir yol çizmeye çalışmak ayrı bir şeydir. Bu satırları yazan kişi insanlarımıza samimiyetle bir çıkar yol açmaya çalışmaktadır. Yapılan işler eksik bilgiyle yapılmadığı gibi, ezbere de yapılamaz.

 

Birinci kitap “gücünü iyi tanı” der, “düşmanının gücünü iyi tanı” der. Burada güçten illa silah gücü kastedilmemektedir. Savaştan anlaşılan şey savaştan önce yapıldığı takdirde yapılırsa savaş zaten kazanılır. Savaş hayatta kalma savaşıdır, savaş düşüncede geri kalmama savaşıdır, savaş üretimde geri kalmama savaşıdır. Savaş bilgide, maharette geri kalmama savaşıdır. Bunlar düşünüldüğünde cephedeki savaş da ya kazanılır ya da kaybedilir. Şahsen ben elinden hiçbir şey gelmeyen, hiçbir mahareti olmayanların, kendini geliştirmek için attığı sloganları dikkate almanın faydasının olmadığını,  kendini doyurmaktan aciz olanların başkalarının sırtında olsa olsa yük olabileceklerini biliyorum. Siz de biliniz.

 

Kitaplar ve olaylar okunurken her zaman birinci anlamı ile anlaşılmayabilir. Kitap bizim toplumda pek okunmaz da okunduğunda bu kitapta neler anlatıldığı doğru olarak anlaşılmalıdır ki sebepten sonuca, örnekten başka bir gerçeğe akılla düşünerek ulaşılabilsin. İlişkilerin matematiği olduğu gibi çıkarımlar da belli bir mantık çerçevesinde yapılırsa, bu mantığa doğal denge, diğer değişkenlerin tamamı dâhil edilirse bir noktada o zaman olgular ve olaylar, doğru ya da doğruya yakın anlaşılır ki size yalan söyleyenler sizi kısa zaman için sizi mutlu etseler de sizin büyük bir acı yaşamanızda en büyük katkısı olanlardır aynı zamanda. Batı metinleri dikkatle incelenmelidir. Zira doğuda dinle ilgili bir araştırma yapanların dahi başvurduğu kütüphaneler bugün Londra’da “Ütopya’nın” yazarı “Thomas Moore” ülkesindedirler. Bu yazılan cümle öyle tesadüfen yazılmış, öylesine yazılmış cümleler değildir. Bugün Türklerin de dâhil olduğu İslam’ın Maturudi ekolü ile ilgili araştırma yapan, tez yazan bir araştırmacı en sağlıklı bilgi kaynaklarını Londra’da bulabiliyorsa “Batıya Yön Veren Metinler’i” bilmeden egemen sistemi anlayamaz, anlayamadığınız sistemle mücadele edemez, yarışamazsınız. O halde güç nedir?

 

Günümüzün en yegâne gücü bilgidir, yetenektir, sahip olunan hâkimiyet ancak bunlarla kalıcı hale getirilebilir.

Bizler fikir üretirken her taraftan çevrilmiş bir milletin mensupları olarak birbirimizi dahi dinlerken acaba bu adam gerçekte ne demek istiyor diye düşünebilen bir millet olamadık. Cumhuriyet öncesi dönemle ilgili konuşurken birisi mutlaka rahatsız olur. Cumhuriyetin ilk yılları ile ilgili konuşurken başka birisi rahatsız olur. İnönü dönemi ile bir eleştiriniz olsa başka birisi, aynı zamanda Kore’ye asker gönderme ile ilgili durumla ilgili bir eleştiri getirseniz başka birisi rahatsız olur da Kore’de Amerikan çıkarları için ölen insanlarımızın yaşadığı ülke aradan yirmi yıl geçmeden “Kıbrıs Harekâtında”, ülkemize ambargo uygulayıp köşeye sıkıştıran ülkenin de aynı ülke olduğu gerçeği gözden sessiz sedasız bir şekilde kaçırılır. Bizde düşünmek de fikir beyan etmek de kamplar üzerinden olur, illa bir karşı mahalle yaratılmak zorunda hissiyle birbirini dinleyen insanlar nedense aynı şeylere ihtiyaç duyar, aynı nedenlerden ötürü hayatlarını heba ettiklerinin genellikle farkında dahi olmazlar. Bizde manipülasyonun her türü profesyonelce, akıllıca uygulanır. Eğitim, eğitimli de çoğu zaman farkında dahi olmadan bundan payını alır.

 

“Kendilerine eğitimli süsü verilenler”(ikna edilenler), kendilerine düşünür süsü verilenler, kendilerine makam ve mevki verilenler söz konusu makamlara bilgileriyle ulaşanlar istisna diyemeyeceğim, zira kalıplara uyanlar söz konusu yerlere oturabilirler sıfatları öznenin önüne geçirme konusunda pek gönüllüdürler. Sıfat yerinde kaldığında gerçekte nedir öznemiz diye düşünmez, bu konu aslında ortada duran çırılçıplak gerçektir ama gerçek sıfatlarla yaşayanları, sıfatlarla yarışanları rahatsız eder. Rahatsız etmekte de haklıdır. Düşünüyorum: sıfatsız özne nedir? Et ve kemik yığını sen ve beniz.  Hayat bütüncül olarak ele alındığında toplumsal bir çerçeveden bakıldığında yapabildiklerimiz, yapamadıklarımız, kattığımız değerler, verdiğimiz emek; oturduğumuz piknik masasına getirebildiğimiz nevaledir aslında. Getirmediğini yiyenler, yiyecek getirenlerden daha fazla ve daha iştahlı olabilirler, daha değerliymiş algısı yaratabilirler. Algılar her zaman olguların üzerinde olsa da gerçekler çoğunlukla bambaşkadır. Bizler dahi her gün yediğimiz şeyleri, o masaya nasıl geldiğini, nasıl üretildiğini, üreten tarafta olmadığımızda o işlerin zorluğunu tam olarak anlayamayabilir, üretenlere küçümseyerek bakabiliriz. Üretim bir değer oluşturma işi önemli bir uğraştır da sıfatlar çoğunlukla bunu görmeye engel olabilir. Sıfatlar çoğunlukla özneleri parlatmaz, doğru şekilde kullanılırsa toplumları da parlatabilir. Yanlış kullanımda ise toplumların sırtında bir kambur, beyninde bir ur da olabilir.

 

 Öznesi altın olan maden, öznesi değerli bir cevherdir de icabında onunla tarla sürmek için bir tarım makinesi yapamaz, kendinizi onunla altınla asla besleyemezsiniz. Demir insan hayatına da fazla hizmetkâr olurken, insan, “yaratılmışların en akıllısı” tarih boyunca altına hizmetkâr oluvermiştir. Görünen o ki olmaya devam edecektir. Taşlar da böyledir.  Değer işi insan nazarında işte böyle nankördür aynı zamanda. Gerçek değildir ama gerçek olması da işe yaramaz. Değerli gördüklerimiz; belki de köle olduklarımızdır, kullandığımız ve işimize yarayanların köle muamelesi görmesi ne acı ama gerçektir aynı zamanda. Teknik elemanlar, iş üretenler, üretici sınıf belki de bu yüzden değer görmeyi hak etmiyordur. Onlar üretmeyi seçmediler, onlar için üreten bulunmadığından onlar kendiişlerini kendileri yaptığı gibi başkalarının da işlerini yapmakta, diğerlerinin de karınlarını doyurmaktalar. Akıllılar üreten sınıfı daha kaliteli ürün üretmeye teşvik ederek güçlendiler, diğerlerine de o sınıflar sayesinde hükmetmeyi öğrendiler. Bir söz vardır; kadınlar için söyleniyor ki böyle cinsiyetçi söylemlerden hoşlanmasam da (zira biz cinsiyetimizi dahi seçmedik) yazmak istiyorum: “Akıllı kadın, kocasını kral eder, kraliçe olur, akılsızı ise kocasını köle eder” derler. Çalışanlarını yücelten toplumlar en değerli çalışanların, en parlak zihinlerin gitmek istediği ülkeler olurken, çalışanlarını ezen, çalışanlarını umursamayanlar uzunca bir müddet kaliteden mahrum hayata mahkûm bir hayat sürmeye devam edecekler.

 

 

 

*

 

 

Sanayileşme yolunda ilerlemeye çalışan her millet sanayileşen her millet ne yapmışsa,  yapıyorsa onu yapmalıdır. Yetmez, daha da iyisini uzun bir süre ve kararlılıkla yapmalıdır. Bunun için kararlılık gerekir. Adalet gerekir. Yeterli personel gerekir. Ödül ve ceza sisteminin net olması gerekir.  İlerleyenlerin ilerlemesine izin verilir, geride kalanların neden geride kaldıkları araştırılarak doğru işlemler yapılır.  Geride kalanlar da ilerletilir. En nihayetinde fabrikalar da böyle çalışmaz mı? Bozuk parçalar direk olarak çöpe atılmaz.  Özellikle plastik sanayiinde geri dönüştürülür. Herkese yapabileceği işler verilir.

 

Mesleki ve teknik eğitimin olmazsa olmazı eğiticilerdir. Bunu herkes biliyor. Bu zümrenin son derece yetkin olması gerekir. Bu da herkesçe biliniyor. Türkiye’de eğiticilerin eğitilmesi konusunda zaman zaman bu konuda çeşitli göstermelik çalışmalar yapılıyor. Çoğunluğu tatil havasında geçen eğiticilerin eğitimini hedefleyen hizmet içi eğitim çalışmaları bazılarını memnun ederken, bazılarını ise tatmin etmediği gibi ciddi de bulunmuyor, ciddiye alınmıyor. Sanayide kararlar çok hızlı alınması gerekirken kamudaki bürokrasi ve konu hakkında gerçekten uzman olduğu konusu resmen kabul edilen ancak çoğu zaman tabandan, taleplerden habersiz olan kimselerin karar alma süreleri, kararları uygulama süreleri özel sektörün dinamikleri, teknoloji alanında gelişmelerin hızı göz önüne alındığında arada son derece dengesiz bir durumun olduğu aşikâr. Mesleki eğitimin özünde sürekli gelişim vardır, ciddi bir yarış vardır, bu yarışta eğitimcilerin kendi başlarına kalmaları kesinlikle sanayileşme hedefleri olan bir ülke için kabul edilebilir bir durum değildir olamaz. Peki, nasıl olacak? Aslında bu konu öyle pek de çözümsüz bir konu değildir. Türkiye’nin büyük takımlarından sadece birinin kadrosunda bulunan yabancı futbolcuya yaptığı yatırım kadar yatırım yapıldığı takdirde bu konu üstesinden gelinebilecek bir yatırım kadardır. Bu hususta:

Türkiye yedi bölgeden müteşekkil olduğundan her bölgeye birbirinin benzeri, talep ve coğrafi durum ve coğrafyanın ihtiyaçlarına göre son derece yetkin eğitimcilerin bulunduğu sürekli teknoloji eğitim merkezleri kurularak bu merkezlerde öğretmenler sürekli eğitimden geçirilir. Her yere yapılacak yatırım bir merkeze tam ve eksiksiz olarak yapılmak suretiyle öğretmenlerin teknik eğitim ihtiyaçları giderilebilir. Sürekli teknoloji eğitim merkezleri özel sektörle, diğer kamu özel kuruluşlarla işbirliğine giderek en yetkin insanları buralarda yarı zamanlı, gönüllü görevlendirme yapmak suretiyle özel sektör, kamu, kamu özel ortak kurumları birlikte bir ekibin parçası yaparak, karşılıklı bilgi, kültürel bakış açısı transferi kazandırılır. Kurs veya eğitimden geçen eğiticiler gerçekten sınavdan geçirilir. Bilindiği üzere çoğu sınav özellikle bu tür eğitimlerde sınav gibi değil bir prosedürün tamamlanması işi olarak anlaşılır. Eğitim ve torpil, adam kayırma asla yan yana gelmemesi gereken iki zıt kelimedir ki işin ehline verilmemesi, ölçü ve tartıda bilinçli olarak hile yapılması ve insanlarca bu hilenin olağan hale gelmesi, bir millete yapılacak en büyük kötülüktür ki adaletsizliği, torpil ve yalanı hangi kutsalın yanına koyarsanız koyun, onu derhal çürütecek en kuvvetli zehirdir. Aynı şeyi bir eğitici, eğitim yöneticisi de öğrencisi için asla düşünememelidir. Yüzme bilmeyene yüzme biliyor diye belge vermek, yüzme bilmeyene cankurtaran belgesi vermek kabul edilebilir bir şey midir? “Elektriği bilmeyen birine elektrikçi ustası belgesi vermek neyse, yüzme bilmeyen birine cankurtaran belgesi vermek aynı şeydir.”  Cankurtaran rolündeki zavallı ilk vakada hem kendisinin, hem de kurtarmaya çalıştığı kişinin boğulmasına neden olduğunda derhal sonuç ortaya çıkar. Bu durum sistemin tepesinde olanlarca bilinmiyor olabilir mi?

 

Eğitimde olması gereken en önemli prensiplerden birisi de kararlılıktır. Yanlışı doğru yapmaya hiçbir makam, hiçbir mevki ölçme ve değerlendirme prensiplerini çiğneyememelidir.

 

Öğretmenler özellikle mesleki teknik eğitimin dinamik ve pahalı yapısı nedeniyle sürekli olarak yenilenme ihtiyacına sahip kilit personeller olarak, sürekli güncellenmek zorunda olan personellerdir. Bundan birkaç yıl öncesine kadar özel sektörde anlaşmalı firmalarda, kaytarma olmaksızın maaşları ve diğer ödemeleri kurumlarınca ödenmek suretiyle her beş yılda bir yıl özel sektör ortamını tecrübe etmelerini, üretimine katkı sağlayacakları işletmeleri, işletmelerde kullanılan takım, alet, makine veya teknolojileri yerinde görmeleri ve kullanmak suretiyle birimler arası rotasyonla özel sektör ve kamu arasında köprü görevi yapacaklarını personel talep edenlerin isteklerini doğru anlamayı, talebe göre sektöre personel arzı sağlayarak dinamik yapıyı şaha kaldırabilirler. Daha ileri aşamada geri dönme şartıyla yurtdışına eğitici personel gönderme, bir ileri aşaması da yurtdışından nitelikli personellerin ülke içindeki sürekli teknoloji eğitim merkezlerinde görevlendirilmesi aşamasıdır ki bu durum milli takımının başına yabancı teknik direktör getirilmesini normal karşılayanlarca olumlu bulunacağından emin olunabilir. En nihayetinde Türkiye bir göçmen cennetine dönüşmüşse, nitelikli teknik personellerin en azından eğitici olarak ülkeye davet edilmesi, ikna edilmesi, gereklidir, olabilirliği yüksek bir durumdur.

 

Üniversiteden mezun olan her mezun gibi öğretmen de zaman içinde kendisini geliştiriyor ve belli bir konuda uzmanlaşma ihtiyacı duyuyor ki özellikle eğitimin pratik ve uygulama alanında çalışan bir eğiticinin her alanda uzman olması kendilerinden beklenen bir durum olamaz. Bir konuda uzman olmayan kişinin vereceği eğitimle bir konuyu karşısındakine tam olarak kavratması beklenemez. Mesleki teknik eğitimde yarım eğitim olmaz. Tıpkı yarım doktor, yarım baytar, yarım usta olamayacağı gibi, bir şey ya doğrudur ya da yanlış, bir araba ya yürür ya yürümez. Yarım yapılan iş çoğu zaman israf edilmiş ürün, boşa zaman kaybı demektir.

 

-Yeterliliklerini “adil bir değerlendirme” ile artıranlar derhal ödüllendirilmelidir. Burada adalet önemlidir. Zamanlama ise aynı şekilde önemlidir.

 

-Yetkinliğini geliştirmek üzere öğretmenler teknolojiye ulaşma anlamında maddi olarak desteklenmelidir. Bizde böyle bir anlayışın olmadığı açıktır. Pandemi dönemi de gösterdi ki Avrupalı sanayileşmiş ülkeler evden çalışan öğretmenlerine bedava internet imkânı, elektrik faturalarına destek sağlama gibi destekler sağlarken, bu durum bizde fedakârlık olarak adlandırıldı ve kimse de bu durumu şikâyet konusu yapmadı yaptıysa da haber niteliği taşımadığından konu olmadı.

Maddeler alt alta yazılarak çoğaltılabilir. Ancak bir kez daha belirtmekte fayda var ki o da şudur:  Artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamanın yolu bilgi yoğunluklu bire bin kazanmakla olabilir. Her eğitimsiz birey üretebilir. Bir, bin yapılacaksa bu ancak nitelikli eğitime sahip olanların yapabilecekleri bir meziyettir.

 

 

*

 

Eğitim bir yatırımdır. En önemli yatırım da bir toplum için ancak eğitim olabilir. Bunu sözlü olarak herkes bir şekilde ifade ediyor ancak amacı kısa zamanda kazanç sağlamak olan organizasyonlardan, başta siyaset olmak üzere eğitimi gerçekte hedef yapmaları hele de yıllarca yaptıkları yatırımlardan kısa sürede astronomik kazanç sağlamayı ilke edinen yapılardan çözüm beklemek imkânsızdan öte bir şeydir ki bizde de aşağı yukarı olan tam tamına budur.

 

Finansmanı şüpheli, gizli kapaklı olan her yapı; basitçe önde farklı arka planda farklı çalışır. Ön taraftaki çalışmalar genellikle arka taraftaki çalışmaları maskelemek üzere yapılan halkla ilişkiler hareketidir. Her yapıyı bu şekilde suçlamak anlamlı değildir ancak düz mantık ilkeleri gereği kendini özenle gizleyen sermaye sahibi bunu ne için yapar; burada bir hayır amacı güdülüyorsa ne ala ama genelde sermaye sahipleri hayır yaparken burs verirler, fakirlere yardım ederler ama siyasi parti kurmazlar. Vergiden kaçmak, vergiden kaçınmak için kurulan yapılar özel olarak düşünüldüğünde vakıftan öte, kazanç sağlama hedefiyle kurulmuş, pamuklu sopalardır denilebilir.

 

Türkiye’de yıllardır siyaset kurumlarından çözüm beklenmiştir ancak gerçekte insanlar kamplara bölündüğünden siyaset “haksızlık yapma hakkı elde etme yarışı”  sırasını bekleyenlerin diğerinden intikam alacağı, almayı düşlediği bir nöbet değişimi olarak algılanmıştır. Kabul edelim ya da etmeyelim, ülke futbol takımlarının oluşturduğu karşıtlık felsefesi, hayali düşman yaratma ilkesi üzerinden yönetilmişidir ki elliler, altmışlar, yetmişler, seksenler ve en son iki binler bu yönetim şekline en bariz saf örnekleri oluşturur. Din, ırk, ideoloji her şey tamam da sistemi finanse edenler, her zaman ustaca gözden gizlenmiştir.

 

Eğitim işi zor iştir. Hatta o kadar değerlidir ki bu din, İslam ona gereken değerin verilmesi gerektiğini şu sözlerle anlatmak istemiştir. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.!”

 

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum sözü öylesine söylenmiş bir söz değildir. Konuyu biraz daha açmak için özellikle belirtmekte fayda var ki bilgi gerçekten önemli bir güçtür. Birbirine komşu iki dönerci düşünün; bunlar teorik olarak aynı işi yapıyorlar değil mi? Birinin dükkânında oturacak yer yok, müşteri kaynıyor. Diğeri ise sinek avlıyor. Bu iki komşuyu birbirinden farklı yapan şey nedir? Bilgi, dönerin içine koyduğu bir şey, belki farklı bir pişirme şekli ya da tasarım her neyse! Komşu komşusundan sırrını saklarken, bilgi vermezken ki bu asla beklenemez birileri size gerçekten bir şeyler öğretiyorsa en azından saygıyı hak eder.  Genellikle insanlar gerçeklerle değil de algılarla yönetilir ki doğada en fazla manipülasyona açık bir canlı varsa o da insandır desek yeridir. Biz de bundan faklı, bu durumun dışında değiliz. Basit bilgiler sır gibi saklanır ve yüceldikçe yücelir. Değersiz olanlar sırı olarak kabul edilirken ustalar sırrı insanın gözünde, zihninde, kültüründe, dininde saklar. Bu da genellikle eğitimle gerçekleşir. Kültürel eğitim için toplumun tüketim alışkanlıklarının da çeşitli kanallarla değiştirildiğini biliyoruz ki medya denilen araç kullandığı kanallar aracılığıyla yedi gün, yirmi dört saat bunu yapmakla meşgulken, genellikle toplum bu durumdan haberdar değildir. Yaptıklarını kendi iradeleri ile yaptıklarını zannedenler, genellikle iradelerinin ipotek altına alındığından bihaber hayatlarına devam ederler.

 

1900’lerin başında Amerika’dan yola çıkan kadın misyonerler, Türk kadının tüketim alışkanlıklarını değiştirmek üzere İstanbul’a ayak bastıkları pek az kişi tarafından bilinir. Evde işi çeviren, alım satım veya talepleri ile evi yönetimin aslında kadın olduğunu çok iyi bilen söz konusu insanların öncesinde Basra Körfezinden, Beyrut’a kadar Anadolu’dan Bulgaristan, Yunanistan da dâhil olmak üzere geniş bir çerçevede misyoner okulları açtıkları, 1850’lerde sadece Sivas’ta açtıkları elliye yakın okulla yüz yıllık yatırım yaptıklarının elbette bilincindeydiler. Kayıtlara göre bazı şehirlerde Osmanlı’nın hiçbir okulu bulunmazken, yetimler için yatılı okullar, hastaneler, kız okulları, memleketin her tarafına yayılan okullar; para ve bilginin önemini bilen aynı zamanda eğitim bir milletin yüz, iki yüz yıllık kaderine nasıl etki ettiğini bilenlerce yapılmış uzun vadeli yatırımlar olarak görebilmek, düşünen kişilerin zihninin bir köşesinde yer almalı hatta çıkmamalıdır. Bir başka ulus hatta bir başka devletin yatırımlarının üzerinde insan kendini güvende hissedebilir ancak kiracı olduğunu unutmamalıdır.

 

 

*

 

Yatırımdan bizim anladığımız genellikle ev araba ve toprak gibi şeylerdir bu tür yatırımlar eğitim olmaksızın kolayca heba edilen yatırımlardır ki söz konusu bir toplum olduğunda yüzlerce yıllını kurtaracak bir yatırım yapmak istiyorsa bunu ancak eğitime yaptığı yatırımla gerçekleştirebilir. Yine kiracılıktan anlaşılan şey genelde anlaşılan kirada oturmaktır ki ev kirası, iş yeri kirası gibi kavramlar anlaşılır da fikri kiracılık nedense hiç anlaşılmaz.

 

“Fikri kiracılık”şudur, altyapısı bir başka ekonomik grup tarafından kurulan bir yapının gelirlerinin önemli bir kısmını isteyerek, gönüllü olarak fikri ev sahibi olduğu kişi ve ülkelere aktarmasıdır. Fikri kiracı genellikle kültürel bir bombardıman altındadır ki her taraftan kuşatılmışlık duygusu yaşamasın, kurumlar varmış gibi anlasın, kendi isteğiyle bu durumu yapsın şeklinde ortamlar önceden hazırlanır. Bunlar özel olarak ya yerinde ya da uzaktan kurulmuş kurumlar vasıtasıyla işletilir hale gelir. Genellikle takipçiler takip ettikleri kişi ya da liderin fikri ev sahibinin temsilcilerinden birisi olduğundan bihaber yaşar, giderler.

Gerçek eğitim, gereke mesleki gerekse diğer eğitim türleri de durum analizini yaparken çok veriyle çalışması gereken eğitimlerdir. İnsanın genellikle ne kazandığının önemi yoktur. İnsan kazandığıyla ne yapacaktır? Kazandığını nerede saklayacaktır? Misal Libya’da Muammer Kaddafi öldürüldü, ülke bölündü. Fransızlar Rafael savaş uçaklarının Libya’ya yaptığı her çıkış için fatura kestiler. Fatura Kaddafi’nin Londra’daki hesaplarından tahsil edildi. Yatırımların ev, araba, dükkân olanları da var elbette. Yine birçoğunun yabancı ülkelerde hesapları olduğunu da duyuyoruz. Bunlar yatırım. Elbette en büyük yatırım, insana, eğitime, kültüre yapılan yatırımdır ve nasıl ki mülk üzerinde kiracılık varsa, fikir üzerinde de bir kiracılık vardır ve fikir yatırımları yapılabilecek en değerli yatırımlardır. 21. Yüzyıla damga vuran yüz filozofun ellisi Fransız ise Batı Felsefesi gereği elbette yatırımlarının karşılığını almalıdır, alır.

*

Bir ülkenin adı A, B, C olabilir. Aslında günümüzde bunun pek de bir önemi yoktur. İsminin söz konusu ırkı temsil etmesi çoğu zaman bir teselli ikramiyesidir o kadar!

 

Müziğinden üretimine, yaşam hasletlerinden, tüketimlerine kadar her konu üzerinde düşünülmesi gereken konulardır ama bunlar genelde ihmal edilir.

 

Anadolu’da bir söz vardır. “İşten artmaz dişten artar” derler. İnsanın ne kadar ürettiğinin bir önemi vardır ama yerine göre de yoktur, tüketim hangi kanala akacak, hangi amaçla harcanacak önemli olan odur.

 

Amerika kıtası keşfedildikten sonra malumunuz Asya ve Avrupa kıtası tütünle, patatesle, domatesle tanıştı. En nihayetinde sigaranın satılabilecek ürün olduğunu gören tacirler bunu Avrupa’da nasıl sattılar bilmiyoruz ama Osmanlı Coğrafyasında şöyle bir strateji izledikleri rivayet ediliyor. Gemilerle İzmir’e gelen tütün satılacak ama Osmanlı Coğrafyasında bunu pazarlamaları gerek, düşünüp taşınıyorlar ve en sonunda şöyle bir yol izlemeye karar veriyorlar. “Sigara nefes açar, sağlığa iyi gelir, zenginler içebilir, elbette cinsel gücü de artırır” yalanlarını sıralıyorlar. Sigara, tütün tüketimi dalga, dalga memlekete yayılıyor ve sigara içmeyen insan ikinci sınıf vatandaş, fakir kabul edildiği yetmiyor, tütünden dişleri sararan kişiler değerli kabul ediliyor.

 

Günümüzde bundan beş asır önceki sigara pazarlamasına benzer olan hayatımıza sokulan tüketim ürünlerine bir bakalım. Aklıselim bir kafayla saymakla bitmez de lüks oto merakı, kocaman evler, villalar, villalar ve daha fazla tüketim hayatımızın her alanında neredeyse artık olmazsa olmazımız ve yaşam felsefemize dönüşmüş durumda.

 

Yıl 2008 Ankara’da bir toplantıya davetliyim katıldım, toplantı bitiminde oldukça lüks otomobillerin koltuğunda gururla oturan insanlarımızı görünce şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: Vidasında bile emeği olmayanların bu gururuna bakınca söz konusu otomobilleri acaba bu insanlar mı yaptılar diye düşünmeden kendimiz alamadım. İnsanlar tüketimde lükste yarışınca kendilerini bir yarış içinde buldukları ve kendi kendilerini sürekli mutsuz ettikleri bunun yerine hayattan gerçekten öz bilinçle zevk alınması gerektiğini düşündüm. Aynı zamanda hanede üretilmediği sürece, dışardan almanın insanı sonunda uçurumun kıyısına getireceğinden emin neredeyse eminim. Avrupa’da devletler kişisel birikim, tasarruf oranı bakımından değerlendirilirken, bizler arabesk kültüre paralel, batıcı entelektüel görünüşlü kültür elçilerinin yaptıklarından alt sınıf, üst elit ama asla üretimde üretimin hiçbir aşamasında olmayan, sofrada en değerli tüketim malzemelerinin sadık tüketicileri de olabilirler.

 

Bir ülkenin adının ne olduğu artık o kadar da önemli değil. Özellikle bizler için; ne kazanırsak kazanalım, sonuçta kazancımız Alman, Amerikan, İngiliz, Fransız, İtalyan olacak, onların üretimi olan mallara, şirketlere akacak. Arap’ın petrolü, petrol gelirleri söz konusu ülkelere tüketime akıyor ya. Bizler sanki çok farklıyız… Üstelik müziğimiz de arabesk! Arapçayı din, Arap’ı kutsal Müslüman, İngilizceyi bilim sanmaktayız.

 

Kültürel bombardıman altında kendinden bihaber yaşayan, ay sonunda, yılsonunda gelirlerini diğer ülkelere transfer eden ülkelerin adının ne olduğunun ne önemi var? En akıllılarının, fırsatını bulanların terk ettiği topraklar. İşgalden hedef gelir transferi o tamam. İşgalden hedef kültürel asimilasyon o da tamam. Alsın size gibi…

 

 

 

 

ÖĞRETMENLİK VE GELECEK İLİŞKİSİ

 

 

Mesleki teknik eğitimde uzman bireyler, uzman eğiticiler, öğretmenler yetiştirmek hem kolaydır hem de zordur.  Günümüzün geçer akçesinin sadece para ve güç olduğu düşünüldüğünde üretecek personelleri doğru yetiştirecek kişilerin doğru eğitilmesi, üretimi bilmesi, üretimi bilenlerin de değerlerinin tam olarak takdir edilmesi gerekir.

 

Üretimi bilen eğitimcinin üretimin içinde olmadan üretimi bilmesi mümkün değildir. Üretim; tasarım, teknik bilgi, gerekli azim olduğunda başarılacak çok değerli bir maharettir. Bu durumu kendine düstur edinen insan bulmaktır zor olan. Ahilik geleneğindeki gibi iman etmek zor ancak aksi durumda ise son derece zordur.

 

Eğitim çok uzun zamandır sayıca çok, niteliksiz ancak bir o kadar da konuyla alakasız insanların işin doğasına aykırı bir şekilde yapay gündemlerin peşine takılıp, ömürlerini heba ettikleri düşünüldüğünde son derece zor bir durumda olduğumuzu kabul etmeliyiz.

 

Öğretmenine inanmayan, ona saygı duymayan toplumların gelecekten ne gibi bir beklentileri olmalıdır diye düşünmek lazım. Düşünelim beraber. Öğretmeni niteliksizse milletin geleceği karanlıktır. Öğretmenini iyi yetiştiremeyen toplumlar, köleliğe hazır olsunlar çünkü halkın içinden çıkan öğretmenler halka bir şey anlatamazsa ya da onlara gereken değer verilmezse toplum öğrenmeleri gereken bilgileri başkalarından (belki de düşmanlarından) öğrenirler. Bu büyük bir tuzak da olabilir. Normal olan da budur. Öğretmenine saygı duymayan toplumların vay haline, öğretmeni eksik olan toplumun iki kere vay haline, öğretmeni sahte olan toplumun üç kere vay haline. Böyle artar gider…

 

Hayat felsefem bana bir şey öğretti. Düz mantık:  Atına doğru dürüst bakmayan, süvari olmasın, öğretmenini kendi yetiştirmeyen gelecekten olumlu bir şey beklemesin. Öğretmenine saygı göstermeyen bana dinden bahsetmesin. “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyen dinin mensupları böyle yapmazlar. “İlim Çin’de olsa gidip alınız” diyen dinin mensupları bilim ve teknik “ayağıma gelsin” diye bekleyemezler. “Malı istediğime, ilimi isteyene veririm” diyen dinin mensupları bilimden, teknikten bihaber yaşamaya devam ettikleri sürece o dine inanıyorum demesinler. Kendilerinize rehber edindikleriniz sizi düzlüğe çıkarmıyorsa, çıkaramıyorsa demek ki doğru rehbere sahip değilsiniz. Rehberinizi değiştirin, rehberiniz doğru siz yanlışsanız, zor olanı seçin kendinizi değiştirin.  Hiçbir şey bilmiyorsanız komşunuza bakın, yapanlara bakın… Okuyun, görün, yapın.

 

Öğretmenini doğru yetiştiremeyen toplumlar beyin ölümüne hazır toplumlardır. Öğretmenlik mesleğine torpil gibi adı adaletsizlik olan uygulamayı sokan toplumlar gelecekteki güzel hayallerinden bahsedemezler. Bu tür toplumların geleceği karanlık ve kaos olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 5.

 

Okul sayısı çok olmakla birlikte altyapı donanımları birbiriyle uyumlu değildir. Bu donanımlar Tüm Türkiye’nin ortak zenginliği olduğundan bu altyapıların tam zamanlı kullanılması gerekirken, yaz tatilinde kullanılmayan binlerce takım tezgâhı, laboratuvar akşam saatlerinde de atıl kalmaktadır.

 

 

 

EĞİTİM ORTAMLARINININ DÜZENLENMESİ UZMANLAŞMA

 

Öğretici problemi layıkıyla halledildiyse sıra eğitim ortamlarının düzenlenmesine demirbaşların alımına, bunların doğru şekilde korunmasına geldi demektir.

 

Avrupalılar bu işi nasıl yapıyor önce ona bakalım: Polonya örneğini burada sizlere anlatmak istiyorum. Nereden mi biliyorum? İki kez Polonya’daki okulları ve okulların düzenlenmesi ile ilgili olarak neleri nasıl ve neden yaptıklarını yerinde inceledim. Polonya örneğini vermemin nedeni bundan on yıl önce bizden daha aşağı düzeydeydiler şimdi bizi on yılda fersah fersah gittiler.

 

Genel mantık; ders araç gereçlerinden eğitim ortamlarına kadar hemen her şeyi verimli kullanma prensibine göre inşa edilen, düzenlenen okullar ve eğitim ortamları yapılan yatırımlardan maksimum düzeyde faydalanmayı ilke edinmiş.  Bir şehirde beş tane eşdeğer meslek lisesi varsa her okula standart yatırımlar yapılmamış. Bazı okullar teorik eğitim okulları olarak bırakılırken diğer okullar haftasonu da dâhil olmak üzere pratik eğitim okulları olarak düzenlenmiş. Pratik eğitim veren okullar sadece örgün eğitim için eğitim için kullanılmıyor. Aynı okullar yetişkinler için de eğitimler veriyor ki akşam saatleri de bu eğitimler için planlama yapılarak ayrılmış. (Bizde cıvıyan ilişkilere, Hababam Sınıfına çevrilen, saygının tamamen yok edildiği, büyüğün büyüklüğünü, küçüğün küçüklüğünü bilmemesine karşın, öğretmene büyük bir saygı var. Okulların hiçbirinde tüm Avrupa’da bir tane nöbetçi öğretmen görmedim. Öğretmenlikle bekçilik mesleğinin ayrı olduğunu çok önceden keşfetmiş ve uygulamaya sokmuş olmalılar. Aynı durum, Macaristan, Romanya, İsveç, Almanya için de geçerlidir.)

 

Düşününce ne kadar mantıklı değil mi? Sizin, CNC ve tornalarınız var, otomasyon laboratuvarınız var, kaynak atölyeleriniz var, haftada iki saat ders anlatmak için onca yatırımı neden yapıyorsunuz? Ya da adam makinelerini yedi gün yirmi dört saat hesabına göre yüz altmış sekiz saat (168) kullanıyor siz ise yedi gün iki saat kullanıyorsunuz. Aynı işi yapsanız dahi aranızdaki kullanımdan kaynaklanan fark 84 kat ediyor. Yani size karşı adamlar bire 84 oranında daha efektif olarak hem makinelerini hem de eğitim ortamlarını kullanıyor. Sizler onlarla bu mantıkla nasıl yarışmayı umuyorsunuz? Siyaseti, “ama fakat” mazeretlerini bir tarafa bırakınız ve lütfen sayılara bakınız.

 

Sadece sayısal veriler arasındaki farkı ortaya koydum: Yine bir köylü olarak sürekli duyduğum bir laf vardır: “Hiçbir şey bilmiyorsan komşun ne yapıyorsa onu yap” derler. Bizlerin de hiçbir şey yapamıyorsak yapmamız gereken şey potansiyel rakiplerimizin yaptıklarını yapmaktır. Bizde her şey siyasi olarak algılanır ve herkes her şeye potansiyel olarak karşıdır. Tuzağa düşürüldüklerinin bilincinde olmayan kendisini bir kampa ait zanneden nice profesörler, müdürler, bilim adamlarımız, öğretmenlerimiz vardır. Diğer meslek dalları genel dersler için bir şey diyemem ama bizim alanda ya yapabiliyorsunuzdur ya yapamıyorsunuzdur. Sayıların, istatistiklerin faydanın, kazancın hükmünün olduğu yerde ortaya kazanç koymuyor, koyamıyor da onu sözlerle ideolojilerle gizlemeye çalışıyorsanız; bunu bilinçli olarak yapanlar başka şey, bu durumun bilincinde olduğu halde yapanlar da başka şeydir.

 

Aynı ortamların sürekli olarak kullanılması eğiticiye de yüzlerce deney yapma imkânı veriyor ve uzmanlaşıyor. Eğitimimizde eksik olan konulardan biri de uzmanlaşa konusudur ve kimse bilmediği için eksiklik hissetmiyor ya ben en çok da onu anlamıyorum.

 

Geçen gün çalıştığım okulda çocuklara telefon bağlantılarını, telefon prizlerini öğreteceğiz. Krone dizileri bulduk, krone çakısı (kep-kep, paşlama da deniyor) bulduk, Rj11 jaklarını bulduk. Öğretmen arkadaşım altmışının üzerinde, yaklaşık kırk yıllık meslek öğretmeni ve bunları ilk defa gördüğünü söylemesin mi? Burada da sistem kısaca şudur: PTT yeraltı hatlarını önce sokak dağıtım kutularına getirir. Sokakla apartman arasında yeraltı hattından bina ana telefon dağıtım kutusuna hatlarını getirir. Bina yapılırken de elektrikçi iç hatları çeker ve ana kutuda giriş uçlarını bırakır. Burada PTT’nin giriş hatları binanın giriş hatları ayrı krone dizilerinde bulunur. Diyelim ki siz abone olacaksınız ve dair numaranız da bir olsun. Bir numara ile bir numaraya ayrılan PTT hattı aktarma kabloları, bunlar jamper da denir bunlar vasıtasıyla aktarılır. Kısaca olay bu şekildedir. Anlatan anlattığından habersizse, anlamaya çalışanın, öğrencinin anlamamasına şaşırmamalı…

 

*

TAŞIMALI MESLEKİ TEKNİK EĞİTİM

 

Taşımalı eğitim diye bizde bir gerçek var: İmkânı olmayan, nüfusu yeterli olmayan yerlerde öğrencileri küçücük çocukları kilometrelerce uzaklara taşıyor ve her yıl servis kazalarından ötürü onlarca çocuğun ölümüne sebep olunuyor da mesleki teknik eğitimde taşımalı sistemin uygulanmasına dair kimse hiçbir fikir üretmiyor.

 

Yarım elma, yarım armut, yarım patates olabilir ama yarım eğitim asla olamaz. Yarım teknik eğitim, eksik pratik eğitim, yarım kasap, yarım doktor yarım mühendis bu kavramlar kabul edilebilir mi? Teknolojiye sahip, bilgiye sahip insan sayımız sayıca çokmuş gibi görünen sayılara rağmen oldukça azdır. Bunu ben bildiğim gibi herkes de biliyordur diye düşünüyorum. Mesleki teknik eğitimde yapılan iş ya işe yarar ya da yaramaz. Başka bir seçenek yoktur. Dijital bir sistemdir yani. Yarım çalışıyor diye bir kavramı tüketici olarak kabul edebilir misiniz?

 

Bizde herkes bilgi sahibi olarak kabul edilir. Kâğıt üstünde her şey tamamdır. Yükselme basamakları kriterlerine göre bizde hemen her şey tamdır tam olmasına da gerçek nedir? Gerçek hiçbir zaman böyle değildir. (Bizde yükselme adamının adamı, torpil, adaletsizlik üzerine inşa edildiği için, kamplar üzerinden taşlama, kamplar üzerinden savaş yürütüldüğü için genel olarak koltuklar rezervedir. Söz söyleyen açıklama yapan, fikir savunan genellikle ait olduğu tarafın fikrini savunur ve karşısındakini fikri yanlış dahi olsa susturma, yenme, hatalarını ortaya çıkarma, geçmişine taş atma, soyuna sopuna laf etme şeklinde kıran kırana devam edip, yumruklaşmayla sona erer. Elbette bilgi ve emek sahibi adamların yumrukları o kadar da güçlü değildir. Çünkü kavga ederek fikirlerini kabul ettirmek onların uzmanlık alanı değildir. Bilmedikleri bir alanda mücadele edemezler ve geri çekilmek zorunda kalırlar.)

 

Herkes eksikliklerin farkındadır ama sıra konuşmaya gelince herkes susar. Çoğunluk özellikle yönetici sınıf “duyulması arzulananları söylediği sürece koltuğunda kalacağının bilincindedir” ve “fikri münafıklık” ( yalana doğru, yanlışa yanlış değil demek) bedeni sarar ve her şey baştan bozuk devam ettiği için bir çocuğun çıkıp da “kral çıplak” diyene kadar herkes birbirini algılarla kralın giyinik olduğu konusunda ikna etme çabasındadır. Mesleki teknik eğitimde kral artık çırılçıplak ve de sahipsizdir. Öğretmen yetiştirme konusunda bir politikası yoktur. Mesleki teknik eğitim konusunu bilimsel metotlarla çözmeyen bir ülke sanayi ülkesi, rekabet gücüne sahip bir ülke, dışarıya ürün satan bir ülke değil artık bir pazar,  tüketicidir o kadar.

 

Taşımalı mesleki teknik eğitim başka ülkelerde olabileceği gibi bizde de olabilecek bir sistemdir. Çünkü sanıldığı kadar nitelikli uzmanımız yoktur. (Bilmediğini itiraf dahi edemeyen bizler ne kadar dürüst sayılırız bilmem ama ben bilmediklerimin farkındayım ve çocukluktan itibaren “mesleki teknik eğitim” pek de ilgi duyduğum bir alan sayılmaz. Yani çocukluk hayallerim en azından bu alan değildi diyebilirim. Puanım hayat şartlarım beni buraya itti ve ben şu anda buradayım o kadar. O yüzden de bilmediklerimi sormaktan çekinmem. Bilmediklerimi de sıfatıma aldırmadan sorarım bu bir çırak dahi olsa soru sormaktan çekinmem.) Uzman sınırlı, kaynak sınırlı, üretime dair gerçek bilgiler sınırlı, öğrenci hazır değil, mezun olan öğrenciye yeteri kadar ücret ödeyecek işletme yok. Bunlar zayıf yönlerimiz ama bir yerden de başlamalıyız. Başkaları ne der bilmem ama birçok alanda bir konuyu tam olarak bilen uzman sayısı bir elin parmakları kadar o da gerçek hayatta da bu işi yaptıkları, zamanında bu işe çok fazla mesai harcadıkları, yerine göre para kaybettikleri, yapamadıkları zaman gurur meselesi yaparak inat ettikleri için bu bilgiye sahipler. O insanların çoğu naziktirler. Kaçarlar… Bilgi, yetenek, ustalık, üstün maharet iltifata layıktır. Saygı gördüğü yere gider. Unutulmaması gereken, onların halka olan ihtiyaçlarının kat be kat fazlası halkın onlara ihtiyacı olduğu gerçeğidir.

 

 Her kuruma her altyapıyı kurmak zordur, pahalıdır. Diğer yandan sürekli uygulama yapılmıyorsa aynı zamanda israftır da. İsraf da kamu adına yapılsa dahi haramdır. Haramdan helal, doğru işler çıkarmak da zordur elbette.  Bu konu aynı zamanda sürekli uygulama yapan uzmanların dallarında uzmanlaşmasını sağlayacaktır ki böylece okullarda tecrübe, deney uygulama arttıkça AR-GE merkezine dönüşecek ve okullar işte o zaman sanayide bir iş ortağı konumunda yükseleceklerdir. Çeşitli siyasi lisanlar kullanıla, kullanıla eskidi ve kabul edilmeli ki mesleki teknik eğitimde uzunca bir süre kendilerini milliyetçi olarak tanımlayanlar tam karar verici olmasalar da gördüğüm kadarıyla okul müdürlüklerini başkalarına uzunca bir süre kaptırmadılar ancak dile getirdikleri “milliyetçiliğin” ne kadarının hayata geçtiği en azından sayılarla ifade edildiğinde gerçeği yansıtmadığı görülür. 2000 yılında, ihraç ürünlerimizin kilosu 1.50 dolarken 2021 yılında bu rakamın 1.25 dolara düşmesi bizlerin son 21 yılda bırakın artırmayı, bulunduğumuz konumu bile koruyamadığımız gerçeğidir ki buradan kendini milliyetçi kabul edenler hicap duymuyorsa diğerleri zaten duymayacaklardır.

Taşımalı mesleki teknik eğitim “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” diyen bir dinin mensuplarının yapmakta sıkıntı duyacakları bir konu olamaz. Bilgi kimdeyse ona gidilir, alınır. Irkına, dinine, mezhebine bakılmaz. İmkânları sınırlı olan ülkelerde ise her okula her atölyeyi kurmak zor olacağından merkezi yerlere kurulan yüksek teknoloji ya da teknolojik uygulama okulları ile uygulama ortamları gündüz saatlerinde öğrencilere akşam saatlerinde yetişkinlere eğitim vermek suretiyle eğitimi tabana yayabilirler. Yeni bir şey değil aslında. Akşam sanat okullarını üretim sanat okulları, uygulama meslek okullarına dönüştürmek ki bu İspanya, Polonya ve dahi İsveç gibi ülkelerde kullanılan bir yöntemdir.

 

İçeriği yine uzmanlarca, bu ülkenin değerlerince hazırlanacak bu eğitim sisteminde hem lise öğrencileri hem üniversite mezunları hem de halk yararlanabilmelidir.  Sürekli uygulama yapan, yaptıran uzmanlar sürekli uygulama yaptıracakları için piyasadan gelecek sorularla da muhatap olacakları için sürekli geri besleme imkânı sayesinde gelişeceklerdir. Öğretmeni geliştiren şey, problemdir. Sorudur. Problemdir. Uygulamaya dair problem getiremeyen, soru ve problem getirmeyen meslek lisesi öğrencisi, öğretmeni geri besleme konusunda itici bir güç konumunda değildir. Bir insan, bir öğretmen ancak gerçek problemleri çözerek kendini geliştirebilir.

 

Sürekli uygulama imkânı öğretmene öğretir, gerçek problemleri çözmek ise öğretmeni uzmanlaştırır. Gerçek problem de uygulamada çalışanlarca sorulur. Benzer problemlere çözüm arayan insanlar, birbirlerine çözüm önerileri sunarlar. Bilgi verirler. Gerçek uygulamalara çözüm üretmek hayali problemlere çözüm üreterek yapılan eğitimlere göre çok daha değerlidir ve de gerçektir.

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 6.

 

Öğretmen öğrencinin yetişmediğinin farkındadır, öğrenci kendinin yetişmediğinin farkındadır. Kâğıt üzerinde ise işler son derece mükemmel görünmektedir. Gerçek ise aslında böyle değildir!

 

 

Kâğıt Üzerinde ve Gerçekte Sorunu:

 

Kâğıt üzerinde işlerin düzenli olduğu, gerçekte işlerin ise hiç de göründüğü gibi olmadığı bu ülkenin en iyi bilinen gerçeklerindendir.

 

Yalan söyleyenler yalan söylediklerinin bilincinde olarak yalan söylüyorlar. Onları dinleyenler de dinlediklerinin yalan söylediklerinin farkındalar ancak ses çıkarmıyorlar, kısır döngü kurulmuş, yalan makinesi çalışmaya devam ediyor. Bir söz gerçek değilse nedir? Eğitim konusunda nasıl yalan söylenebilir? Hangi mantıkla söylenir? Uygulamada yapmadığını bile bile neden biliyor diye not verilir, verdirilir bunu anlamak bir batılı için zor olsa da bizim gerçeğimiz ne yazık ki budur.

 

Zaman zaman anlı şanlı üniversitelerin rektörlerinin tezlerinin dahi aşırma, intihal kendine ait olmayan bir fikri, bir cümleyi kendi fikri ve kendi bulgusu gibi göstererek makam atlaması ve bundan hicap duymaması daha alacak çok yolumuzun olduğunu göstermesi bakımından iyi bir örnek. Ama aynı zamanda da utanılacak bir durum. Sahtekârlığın bu kadar zirve yaptığı günümüz Türkiye’si acaba geleceğe ne kadar hazır sorusunu gündeme getirse de siyasetin bizzat bozduğu sistemi, siyasetin zaman zaman zaman insanları birbirine kırdırdığı insanların aynı kurumlardan çözüm veya kurtarıcı rolünü üstelenmesini istemesi ne derece mantıklıdır sorusunu da önümüze koyuyor.

 

Bu ülkede 12 Eylül ve öncesi yaşandı. Sağ-sol organizasyonları yapıldı. Kardeş kardeşi gözünden vurdu, öldürdü. Bir mahalle sağcı, öbür mahalle solcu, suçlular asıldı, on üç on dört yaşında çocuklar hapse atıldı da sonuçta ne oldu. Finansını kimin sağladığı bilinmeyen yapılar var ya işte o yapılar ki buna başta siyasi partiler olmak üzere halkın gerçek sorunlarına çözüm üretmesini beklemek hayalden öte bir şeydir.  Tabandan baskı gelmediği sürece, taban kendi kendisi talep etmediği sürece kurtuluş pek uzaktadır ki bu da henüz kendi kendimizi gerçekleştirmememizden kaynaklanmaktadır. Gerçekte çoğu zaman bir fikrimiz yok ama varmış gibi yapıyoruz. Okumuyoruz, okumuş rolü yapıyoruz. Anlamıyoruz anlamış rolü yapıyoruz. Bu alt sınıflarda üst sınıflardan daha da fazla çünkü aksi halde toplumdan dışlanıp, kötü sıfatlarla isimlendiriliyoruz ki zaman geliyor kimse selam bile vermiyor, ait olduğu etkin sınıfın baskısından korkarak selam veremeyenler de var.

 

Bilmediği halde biliyorum demek yalandır. Bilmediği halde bildiğini söylemek ve bunu sahte belgelerle kanıtlamaya çalışmak hırsızlıktır. Başı yanlış olan çok az şey sonuçta doğru şeye sebep olabilir. Düz mantık gereği, yalan daha fazla yalana, daha fazla yalan da sonuçta hile ve desiseye sebep olur. Yanlış adımlar, içinde hile olan anlayışlar ve yöntemler bir milleti uzun vadede gerçek, sahici bir refah ulaştıramazlar. Bunu bilelim de ondan sonra tekrar oturup düşünüp adım atalım.

 

Tabanı birbirini ezmek için fırsat kollayan toplumlar; tepedekilerini kısa süreler zarfında mutlu edebilirler. Bu geçici bir hülyadır. Bir toplum gerçekte bütün olduğunda bir şeyleri başarmak için adım atmaya karar vermiş demektir.

 

*

 

OLMAYANI OLUYOR SAYMAKLA OLMAYANLAR

 

Olmayanı oluyor, olmuş gibi göstermek kendimi bildim bileli bana garip gelmiştir. Ben buyum diyemeyen, ben bu değilim derken dedikleri şüphelidir.  Şüphe ile atılan her adım tehlikelidir. Sonu belirsizdir. Belirsizlikleri bu ülke daha ne zamana kadar taşıyacaktır? Bunun için kim ne yapacaktır?

 

Tarihten beri kurtarıcı bekleme geleneğimiz, aslı şüpheli, kaynağı belirsiz finansmanı gizli olan odaklardan beslenen insanları bize lider yapmıştır. Geldiğimiz yerde seçimlerimizin yanlışlığı ayan beyan ortadadır. Anlayın şunu artık: “O beklenen kurtarıcı asla gelmeyecek.” Padişahtan medet umdunuz, etten kemiktendi, öldü gitti. Atatürk’ten medet umdunuz o da öldü gitti. Peygamber dahi öldü. O halde insan kurtarıcı da olsa sonuçta ölür, insan dediğin ölür. Geride kalanlar olarak bizler ne yapacağız? Nasıl yapacağız?

 

Bizde adettendir: yaparsın kötü olmuş diye bin bir eleştiri gelir. Fikrini söyle dersin, derin bir sessizlik… Birlikte yapalım dersin kimseler ortada yok. Timur’un filleri var ya durum Nasreddin Hoca misali kalırız öylece.

 

“Belgeler doğruyu söyler”derler. Bizde belgeler çoğu zaman en büyük yalancıdır. Yalana temel, gerekçe hazırlarlar. Mevzu eğitimse belgeler, sayılar asla doğru değildir. Çünkü yazılıdan eksik not alan tam olarak öğrenmeyen herkesi öğrenmiş gibi göstermeyi içimize sindiremememize rağmen, ülkemizin gerçeği ne yazık ki budur.

 

Önce doğru söylemeliyiz, sonra doğru söylemeliyiz. Her zaman doğruları söylemeliyiz. Biz toplum olarak buna ne kadar hazırız? Koskoca adamların ne büyük yalanlar söylediğini koskoca adamlar da çocuklar da biliyor. Buna rağmen olmayanı oluyor gibi gösterme ezikliği, çaresizliği neden?

 

Birbirimizi kandırabiliriz ancak el bizim söylediklerimize inanmıyor. Şöyle ki Almanya’da Türkiye’den gelen öğrencilerin notlarına bakılarak seçme yapan Almanlar bir zaman sonra durumda bir gariplik olduğunu fark ediyorlar. Türkiye’ye bir ekip göndererek lise seviyesindeki eğitimi araştırmakla görevlendiriyorlar. Vardıkları sonuç: notların şişirildiği, asla gerçeği yansıtmadığı özel olarak seçilen okullar ki bunlar İstanbul’dan dört ya da beş, Ankara’dan üç sonuçta on okul adıl belirleniyor ve diğerlerinin diplomalarında yazılanlara asla itibar etmiyorlar. Meslek liseleri elbette bu listede yok da üniversitelerimizin de birkaç tanesi hariç ciddiye alındığını zannetmiyorum.

 

Olmayanı oluyor saymakla olmuyor. Bu yüzden olmayan olmadığı için siz de söyleseniz ben de söylesem olmuyor işte. Nasıl olabilir?

 

Yalan yalnızca bir işe yarar. Kandırmaya. İslam Dini yalanın münafıklığın en büyük alameti olduğunu ilan etmiştir. Yalan belgede eğitim almayanı alıyor gibi göstermek, yapmayanı yapıyor gibi yapmak, yapmayana baskı yapmak kısaca aslı yalan, ürünü ne olabilir ki?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 7.

İşyerleri halen öğrenciye çırağa ucuz işgücü olarak bakmakta, çoğu işveren vasıfsız işleri için (yer süpürme, çay yapma da dâhil ) öğrenci isterken aslında öğrencinin kişisel gelişimine dair çoğu usta ya da ustabaşının misyonu yoktur. En nihayetinde kendisinin zam döneminde anlaşıp anlaşamayacağı kesin olmayan işyerinde öğrencilerin eğitimini misyon edinen ve onlarla ciddi anlamda uğraşan pek az sayıda profesyonel işyeri vardır.

 

 

MESLEK LİSESİ ÖĞRENCİLERİ VE PRATİK EĞİTİM KONUSU

 

 

Kurumlarımız resmi ya da özel olmak üzere toplamda hepsi bize ait kurumlardır. Bunun kamusu, özeli olmaz. Olursa da burada bir kamplaşma ve bilinerek istenerek yapılan “kamplaştırma” hareketi vardır ki bunun akılla yönetilen devletlerde kabul görebilecek bir davranış olduğunu zannetmiyorum.

 

Önce altyapısı kurulan sonra da millete hap niyetine içirilen zehirler artık tüm bünyeyi zehirlemiş durumdadır. Devlet kurumunda çalışanlar esnaf ve sanatkâra farklı gözlerle bakarken, esnaf kimliğinde çalışanlar devlet memurlarına farklı gözlerle bakmaktadırlar. Vergi kaçırmak, vergiden kaçınmak esnafların maharetini gösterir, “uyanık” olanlar hayatta kalırken, bu uyanıkları avlayanlar onlar üzerinden kendilerine ciddi kazançlar sağlamaktadırlar. Onlar da bir yere kadar… Daha büyüklerin vergilerin silinir. Hâlbuki bir devlet vergiyle ayakta durur ki küçükler pay alırsa küçükler büyükler korunursa büyükler pay alır. Bu işler “kazan-kazan” olmadan yürütülecek işler değildir.

 

“At binenin kılıç kuşananın”sözü bizde yanlış anlaşılan bir sözdür ancak bu söz hemen herkesin de kabul ettiği bir söz prensip olmuştur. Kimileri bundan işine geleni yapmak olarak anlar, her şeyi çıkarına göre kullanmak algılarken herkesin bu anlamda kullandığını zannetmiyorum ama istisnalar da kaideyi bozmaz.

 

Kurumlar birbirinin rakibi ya da düşmanı olmadığı gibi halk da ne birbirinin düşmanı ne de rakibidir. Esasında birbirinin yardımcısı, birbirinin yardımcısıdır. Eksikliği tamamlayandır. “Sacayağı” gibi birbirine destek olarak sitemi sırtında taşıyan kurumların birbirleriyle savaştığı birbirlerini kandırdığı, birbirlerini alt etmeye çalıştığı bir sistem ne derece sağlıklı yürüyebilir.

 

 

Mesleki teknik eğitimin olmazsa olmazı sanayi işkolları, küçük esnaflar, küçük üreticiler en nihayetinde bir ülkenin olmazsa olmazı KOBİ’lerdir. Öğrenciler de aynı zamanda küçük esnaf ve henüz emekleme dönemini yaşayan “bebek işletmelerin” küçük çalışanlarıdır. Bebek işletme henüz felsefi olarak oturmamış elindeki üç beş kuruş ile cesaret edip bir iş kurmaya yeltenen ve hafif bir rüzgârın savuracağı sermayesi, bilgisi, yeteneği sınırlı küçük işletmelerdir ki bu tip işletmelerin ne yazık ki sahibi de yoktur ve sahipsiz işletmeler ancak ucuza, daha da ucuza personel çalıştırarak var olabilirler ki birbirlerinin de aynı zamanda rakibi olan söz konusu işletmeleri ayakta tutacak bir mekanizma olmadığı gibi gerçek işletmede finanstan, üretime, tahsilattan, pazarlamaya hemen uzmanlık gerektiren bu alanların yönetimini de tek başına sırtlamaya çalışan bu yapıların kısabileceği, kar edebileceği tek alan vardır o da ucuz iş gücüdür.

 

Meslek Lisesi, mesleki eğitim merkezi öğrencilerinin çalıştığı, staj yaptığı işletmeler aşağı yukarı yukarıdaki paragrafta özellikleri verilen işletmelerdir. Okullardan eksik bilgiyle mezun olan, zaten okula da gitmek istemeyen öğrenciler okulda verilmek istense de söz konusu öğrenci merkezli olduğu iddia edilen sistemde yeteri kadar yetişmeleri imkânsıza yakın olduğu bilinmesine rağmen, fırına atılıp da henüz hamurken çıkarılan ekmek misali zamanla pişmeye bırakılıyor ki bu durumda yeterlilikleri eksik olan öğrenciler atölye ya da mesleki pratik eğitim merkezi olarak adlandırılan iş yerlerinde iş yerinin tamamen inisiyatifinde ve imkânları doğrultusunda iş görebiliyor ve kendini yetiştirebiliyor ve haliyle az para ile çalışmaya meslekten de tamamen soğuyabiliyor. Bu durumda kim ne kazanmış oluyor?

 

 

*

 

 

İşletmelerin stajyerleri ucuz işgücü olarak değerlendirmeleri onlara gerektiği kadar özen göstermemeleri ya da göstermemeleri ile sonuçlanıyor. Özelin orasının da bir okul hatta işletme olarak okulun pratik eğitim ortağı olmasına karşın pratik eğitim gerçekte şu şekilde işliyor: Öğrenciye son derece basit işler veriliyor ve gerçek anlamda iş yapması çoğu işyerinde ne yazık ki tam öğrenme gerçekleşmiyor. Öğretmen işyeri ile ilgili rapor tutamıyor çünkü çoğu zaman stajyerleri veya çırakları yerleştirecek işyeri bulunmasında bile sorunlar yaşanıyor.

 

“Türk milletinin bütün fertlerinin; ilgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların kendilerini mutlu kılacak ve böylece bir yandan Türk vatandaşlarının bir meslek sahibi olmalarını sağlamak, böylece, bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı destekleme ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır,” ifadesi yer almaktadır.

 

Ülkemiz endüstrisinin çağdaş, bilimsel ve teknolojik metotları kullanan, yorumlayan, geliştiren ve alanındaki yeniliklere kısa sürede uyum sağlayan nitelikli iş
gücüne olan ihtiyacı sürekli artmaktadır. (Endüstri Meslek Lisesi Mezunlarını İzleme Araştırması, 1997).

 

 

3308 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim Kanunu 10.07.2001 tarihinde yürürlüğe
giren 4702 sayılı Kanun ile Mesleki Eğitim Kanunu olarak değiştirilmiştir.


4702 sayılı Mesleki Eğitim Kanunun getirdiği yenilikler arasında:

1. Millî Eğitim Bakanlığı ile Yüksek Öğretim Kurumu arasında iş birliği kurularak her
ilde bir Mesleki Eğitim Bölgesinin Kurulması sağlanmıştır.

.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=963&id=559)

21. yüzyılda tüm çalışanlardan; teknolojiyi anlayabilecek temel becerilere sahip
olmaları, ekip halinde çalışabilmeleri, karar verme ve problem çözme ve iletişim kurma
yeteneklerinin gelişmiş olması, sorumluluk alabilmeleri beklenmektedir. Bu beklentileri
eğitim kurumlarının tek başlarına karşılamaları mümkün değildir.

 

 

Yapılan detaylı saha araştırmasında MEB şu sorulara cevap ve cevaplar aramaktadır.


“1. Öğrencilere mesleki eğitim ve staj imkânı sağlayan işletmelerin özellikleri nelerdir?

2. İşletmelerde yapılan mesleki eğitim ve staj uygulaması kimler tarafından yürütülmekte ve bu kişilerin nitelikleri nelerdir?

3. İşletmelerin fiziki yapısının mesleki eğitim ve staj uygulamalarının yapılmasına uygunluk düzeyi nasıldır?”

 

Yapılan çalışmalardan anlaşıldığına göre aslında Milli Eğitim Bakanlığı aslında problemlerden haberdardır. Başka ülkelerle sağlıklı bir kıyaslama yapılmış, diğer ülkelerde bu işler nasıl yapılıyor konudan haberdar olan bakanlık çözüm konusunda siyasi irade beklemektedir aslında.  Konuyla ilgili birçok bilimsel çalışması bulunan teknokratlar elbette konudan haberdar olmakla beraber konu yine de çözümsüzdür. Meslek liseleri ile ilgili yasalar da son derece iyi olmakla beraber sorun yine de çözümsüzdür.

 

Neden? Aslında sadece bir neden vardır. Kararlılık eksiktir. Kanunlar kişiye göre uygulanır. Kararlılık en kötü kararsızlık halinden mevzu eğitimse iyidir. Torpil işe girerken işe bulaşabilir, torpil ve bilinçli hatalı değerlendirme eğitime bulaşırsa vücut pankreas kanseri olmuş ölümü bekler.

 

Çoğunluğu mesleki anlamda eksik olan ustalar geleneksel yöntemlerle bir yere kadar büyüyebilirler. Daha fazla büyüyebilmenin yolu, birlik beraberlik, ulusal bir üretim olan bütünün parçası olmaktan geçer. Büyümesi sağlıklı olmayan her yapı, yanındakini de sağlıklı büyütme imkânı ve vizyonu bakımından eksiktir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 8.

 

İşveren az maaşla çalıştırabileceği eleman derdindedir. Bunda ekonomik koşullar önemli olmakla beraber dünya pazarında yarışan firmaların alt ekipleri şeklinde milli bilinç yerine birbiriyle çatışan, rakibini yok eden düzende ilerleyen sistemin de bunda payı büyüktür. Türkiye’den bir firmanın küresel bir firma olması güç olduğundan, büyüyenler rakipler veya global ekonomik yapılar tarafından yutulmaktadır. Bu da doğumu gerçekleşen buzağının süt ineği olduğunda sütü başkalarıyla paylaşmak ya da rakiplere teslim etmek (zorunlu satış da olabilir) demektir.

 

 

BİRLEŞTİRME VE BÜYÜTME ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

 

Sanayimiz ve KOBİ’lerimiz henüz bebek işletmelerdir. Bebek işletmeler gerekli alanlarda uzmanlaşmadan, takım çalışması yapmadan, sağlıklı maliyet hesabı, gelecek planları, Pazar araştırmaları yapmadan yola çıkan her işletme hesaplamadığı her detayı gerçek hayatta acı tecrübe ile yapmak zorunda kalır. Genellikle maddi iflas olarak gerçekleşen bu durum, batarken diğerlerini de aşağı çekme zorunlu çabası içindedir.

 

Herkes problemi başka yerlerde arıyor ancak aslında temelde devletin yapısı ile doğrudan orantılı olan kurumları devlet kadar güçlüdür. Biz Türkler kendi kendimize propaganda yapmaya bayıldığımız gibi bize yapılan övgülere de çok fazla değer veririz. Bu konuda bir spor müsabakasında ufak bir başarı sonrasında İngiliz ne demiş, Fransız ne demiş, Alman ne demiş ona bakarız.

 

Kurumlar felsefi olarak düşünüldüğünde birbirlerini destekleyecek şekilde inşa edilirse devleti yaşatan vergiler ülkede kalır ve uzun vadede ülkede kalan vergiler doğru yerlere yatırım yapıldığında birbirini büyütür. Bizde ise inek verme aşamasındaki inek satılır ve süt alınarak yapılacak kazanç,  kısa zaman içinde acil paraya ihtiyacı olanlarca karları alınarak elden çıkarılır. Ülkedeki en büyük sıkıntı, üstten yönetici sınıftan gelir. Çünkü altlarda her şey nettir, çünkü yaşanan sefalettir. Sefalet gizli olsa kime ne, açık olsa kime ne?

 

Biri büyütmek için çalışmayan düşünce yapımız, sürekli çatışma içinde büyümeye çalışır ama bu asla gerçekleşmez, büyümek birlikte gerçekleşirse sağlıklı büyüme gerçekleşir. Bir bina tahayyül ediniz, altında dört direk, bu devletse neden farklı olsun? Direkler birbiriyle kavga eder, çatışır mı hiç? O direklerin üstünde yükselen binanın geçici sahipleri akılla hareket etseler önce direkleri sağlamlaştırırlardı ama akıl ve izan yoksunu insanlar ancak buna ne denir bilmem ama halkı çatıştırarak yönetmeyi felsefe edinmiş gayesi kısa vadeli kazanç olan dar görüşlü fukaraların eline düşerse insanın, köyün, şehrin ve de ülkenin kaderi böyle olur bu işler.

 

İşletme yapımız malum Osmanlı’da ya yabancılardaydı ya da “Duyun-i Umumiye” vasıtasıyla borçlara karşılık yabancı ülke şirketlerince el konulmuştu. Osmanlı sonrası kurulan Cumhuriyet döneminde her ne kadar devlet eliyle, devlet teşvikiyle güçlü işletmeler yapar.

 

Bir şeyi yanlış yaptığımız kesin; öyle olmasaydı yüz yıllık cumhuriyet seksen milyondan fazla insan döner döner aynı yerde bir ileri-iki geri diye olduğu yerde patinaj yapmazdı.  Düşünenler önce yanlışın cevabını doğru dürüst bir şekilde vermek zorundadır. Geri kaldığımız kesin, ilerlemeden anladığımız da tüketim, daha fazla tüketim. Üretim, bilgi, saygı huzura ne oldu?

 

İnsan beyni tertemiz bir kâğıt gibidir. Nasıl oluyor da bu kâğıdı doğru şekilde dolduramıyoruz. Neden bu kâğıt doğru dolmuyor? Doğru dolmadığından olsa gerek bir şeyler değil, çok şeyler boşta kalıyor, boşa düşüyor. Üretenler bir yere kadar üretiyor ki, sanayicilik, üretim, zanaat kesinlikle emek ve çok çalışma gerektiriyor. Kültürel kodlarımızda mı bir arıza var yoksa biz mi bu dünyayı yanlış anlıyoruz. Bir türlü doğru şekilde ortaya çıkması gereken durumlar bir türlü tam olarak ortaya çıkmıyor. On yılda bir askeri darbe oluyor, askeri darbeler başka bir gücün çıkışına izin verip, yolu başkalarına kapatırken bazıları için yolu otobana çeviriyor. Birçok insan bunun nedenini anlamak istemiyor. Çünkü hasta hastalığından habersiz yaşıyor gaflettedir garip ve kaderci.

 

Adına ne derseniz deyin, mutlaka bir problemimiz var ve bu problem belki de gözümüzün önünde de biz göremiyoruz. Görmek mi istemiyoruz yoksa sahiden bizim genetiğimizde bir sıkıntı mı var? Kendimizi sık sık tarihe bakarak övüyoruz, “Türk şöyledir, Türk böyledir” diye ancak artık konuşmaktan daha fazlasını yapmamız gerekiyor. Akıl çağında yaşıyoruz, artık dünya değişiyor. Ancak hemen hiçbir konuda birbirimizle aynı fikirde değiliz. İdeolojilerimiz çakma, teröristlerimiz başka dert,  romanlarımız başka, filmlerimizde yelken açılmış, onaylayamayacağımız aşka yol alıyoruz. Batıcılıktan anlayışımız başka şey, İslam’dan anladığımız şeyse bambaşka. Başkasına benzemek için neden bu kadar can atıyoruz. Milliyetçilik bıyık, solculuk bıyık, İslam sakal, tarikatlara gelince orası bambaşka âlem, kıldan tüyden bir şeyler ortaya koyuyoruz da sofraya ekmek koymaktan ne haber? Daha fazla bilim yapmak, daha fazla ürün geliştirmek, daha fazla ve nitelikli üretimden ne haber? Var mı öyle dertler! Üretmediğini tüketenler, üretmediğini tüketmekle övünenler de bizde. Tüketim iştahımız Arap şeyhleri gibi ama şeyimiz yok. Yaşama dair “Batılılaşmak” derdimiz, şapkayla olmuyor da kravat da hak getire ya kılık kıyafet de tamam ama olmuyor bir türlü nedir, derdimiz ney?

 

Kangrene dönüşen sanayileşme maceramız, batılılaşma hareketimiz ne yazık ki Atatürk’ün muasır medeniyetleri seviyesinden geridedir. Daha yakın zamana kadar bizim gerimizde olan doğu Avrupa ülkeleri dahi bizi geçmiştir. Onlarda var olan ve bizde olmayan şey nedir birileri bunun, bu sorunun cevabını bulmak zorundadır. Bulması gerekenler bir şekilde bulmuyor. Kim bulacak? Kurtarıcı beklemeyin siz, ben, biz bulacağız.

 

Birler birleşerek binleri, binler birleşerek milyonları yani bütünü oluşturamıyorsa biz millet olamamışız demektir. Araba alırken, ev alırken, eşya alırken, kendine ait bir şey alırken gösterdiği hassasiyeti milleti için gösteremeyeneler gelecekten fazla bir şey beklemesinler. Askeri darbeler yaşamış bir milletiz, darbelerin sonunca gelen nedir giden nedir onu dahi tam ve eksiksiz analiz etmeden, sadece bize söylenenlere, atılan nutuklara mı inanmalıyız ya da toplumun her kesimini içine alacak kötüyü yok kabul eden, kötüyü, yararsızı bünyede iyileştirmeyi ya da iyileştirilemiyorsa bertaraf edilmesini sağlayarak içimizdeki çürük düşünce akımları da dâhil olarak, kişi ve zümreleri bir bütün içine katamıyor ve onu bütün içinde artı değere dönüştürmeyi öğrenmeden birlik beraberlik düşüncesi gerçekten hayaldir, hayalden de öte bir şeydir.

 

Birlerin bütünü oluşturması ne demektir? Birlerin bütünü oluşturması şudur: Bir ürün, nihai bir ürün oluşturulur. Bu ürün; en nihayetinde bir makine bütün olması lazım. Çamaşır makinesi de olabilir, cep telefonu da olabilir, traktör, askeri bir ekipman, gıda ile ilgili birden çok plan, nükleer santral hatta bir bütün oluşturan nihai üründen bahsediyorum. Biz ne yapıyoruz? Bizler o ürünleri başkasından alarak kullanıyoruz. Bütünü oluşturan dünya üzerinde bizim diyebileceğimiz markamız yok. Misal Kore’den LG, Samsung, Hyundai, Kia gibi markaları var. Ülke o ürünleri üretiyor ve tüm dünyaya bir şekilde satıyor. Dünya markası oluşturmak, alt grupların tamamını akıl çerçevesinde markalaştırmak gerek.

 

Ayrışarak birlik olmadan kolay lokma olabiliyoruz. Sağcı-solcu, yolcu-yolsuz, çatıştırarak yönetmek bu ülkede kural oldu. Yönetenler sakat yönetim tarzını kimlerden aldığı akılla ve destekle devam ettiriyorlar bunu bilmek için çok zeki olmaya gerek yok ama yine de söyleyelim. İran’da şah devrilince Humeyni Paris’ten yola çıkarak Tahran’a indi, bizdekiler de ya Amerika’dan ya İngiltere’den ya da Paris’ten aldı. Yine oraya kaçtı. Arap kıyafetlerini benimseyen bir Allah kulu daha sıkışınca Suudi Arabistan’da almadı. En koyusu dahi.

 

Söz Kore’den açılmışken Koreli bir yazar olan Ha-Joon Chang ve “Sanayileşmenin Gizli Tarihi” denilen bir kitabı vardır. Okunması gerekir ama bizde okumak pek adetten değildir. Okunması iyi olur diye düşünmekteyim.

 

12 Eylül rejiminin ortaya çıkardığı bazı sistemler, sistematikler vardır. Bunlardan ASALA terör örgütünün devreden çıkması yerine PKK isimli bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin okullarında eğitim görmüş kişilerden oluşan bir örgütün ortaya çıkarılmasıdır ki bu örgüt Türkiye’nin bileşmesinde bir engel olarak ortaya çıktığı gibi maddi değeri trilyon doları geçen bir maliyeti de bu ülkenin, Türk, Kürt ve diğer tüm insanlarının sırtına yüklemiştir. Söz konusu miktar Türkiye’nin Batı’ya ödediği dolaylı haraçtır. Bu haracı ödemesinin maliyeti ülkede istenilen ivmenin bir türlü yakalanmamasına neden olduğu gibi son kırk yılda gelime adına tüm ne yapılacaksa yapılamamasına neden olmuştur.

 

İşletmeleri bebek sanayi aşamasında olanların devasa cüsseye ulaşan sanayi kolları ile emperyalist güçlerin kontrol ve denetiminde olan hatta emperyalistlerin vurucu gücü asıl hedefini oluşturan pamuk eldiven konumundaki işletmeler, diğer ülkelerdeki yani bizim gibi ülkelerdeki küçük firmaları daha bebek aşamasında iken boğarak öldürmektedir. Öte yandan finansmanı bu ülkedeki kurumlarca finanse edilmeyen grup ya da gruplar aynı şekilde para güçleriyle tüm sosyal hareketleri denetlemektedir.

 

 

Ülkemizdeki işletmelerin nispeten zayıflığı, halkımızın, ulusumuzun ve de dindaşlarımızın Batı’nın yaşadığı bir Rönesans süreci yaşamamaları, Rusya’nın dahi bir Deli Petro efsanesine benzer bir karaktere sahip olmamasının yanı sıra Türk ve Müslüman’a ait bilimsel ve teknik değerlerin coğrafyada pek ilgisiz kalmasıyla açıklanabilir. Kabul etmemiz gerekir, biz gerideyiz. Geçenlerde bus-bar konusunda bir yazıya rastladım, 1930’larda Amerika, 1950’lerde Japonya’da gündemde olan ve kullanılan bu ürün, 2000’lerde ben görme fırsatı buldum, 2021 yılında ders müfredatlarında bir ürün olarak yer alabilmiş olduğunu görünce basit bir ürün gibi görünen sistematik faaliyetin bize oldukça fazla zaman sonra geldiği görülür.

 

Bu durum dahi bizim işletmelerimizi ve bizim çerçevemizi göstermektedir. Birçok ülke sanayi casusluğu denilen bir kavram geliştirmiş ve bununla gelişmiş, dışarıdan ne bulduysa getirmiş, içeridekileri de özenle korumuşken bizde böyle bir ideal olmadığı gibi en değerli insan gücümüz söz konusu ülkelere göçmüş ya da o ülkelerin bursuyla okumuştur. Bizde milli bilinç sadece ama sadece sözde, sadece sloganlarda yaşar. Gerek Çin gerekse Japonlar on binlerce mühendisini önce Avrupa Amerika’ya göndermiş oradan her tür bilgiyi bulup alıp getirmeleri konusunda özel olarak yetiştirilmişken, Türkiye nitelikli beyinlerini özellikle Batı’ya göndermek için yarışmakta ve bunda herhangi bir sorumluluk veya suçluluk belirtisi gösteren ne yönetici ne de devlet adamı olmadığı gibi bu durum teşvik edilir. İsmi burada belirtilmeyen ama araştırılınca bulunacak lise seviyesinde en parlak beyinler, sırasıyla Fransa, Amerika, Almanya, İngiltere, Avusturya gibi ülkelerin okullarında okumakta üniversite aşamasına gelince batıya göçmemek, kaçmamak gibi bir ihtimali olmamakta,  birçok insan çocuklarını istemeyerek de olsa batıya göçmesine destek vermektedir.

 

Kaliteli bir eğitim bire bin katan bir katma değer üretebilir. Sıradan beyin de üretir ancak bire iki, bire on katma değer üretene karşın, bir bin üreten katma değer kıyas edilemez. Bir ülkenin en değerli insanı ki herkes değerlidir ancak elbette diğerlerine de fayda sağlayanlardır. Değişmeyen şey ülkeden kaçıştır. Sadece 2015 yılında ülkeden kaçan sermaye miktarının yaklaşık yüz elli milyar dolar olduğu belirtilen kimi araştırmalar eğer doğruyu söylüyorsa;

 

-Ülkemiz büyüme potansiyeli bulunan sektörlerde her geçen gün küreselleşme adı altında ya toptan satış ya da dışarıya kaçış yoluyla sermaye kaybı yaşamaktadır.

-Dışarıdan bilgi, teknik getirmesi gereken en parlak beyinler bırakın getirmeyi, dışarıya götürdükleri ile ülkede insan kaynaklarının azalmasına neden olur.

-Kalite adına ne varsa hepsi dışarıya akarken, dışarıdan gelen firmalar, en değerli ve sürekli kazanç getirecek sektörlere yoğunlaşmıştır. Özelleştirme yoluyla kamu firmaları yabancılar geçmiş, sağılarak süt verecek inekler zevk uğruna kesilip süt alınmaya başlanmıştır ki burada yıllar içinde başta kâğıt olmak üzere hemen her sektörde önce üretici iken sonra tüketiciye dönüşmemiz sebebiyle düzenli olarak kaynaklar maddi olarak dışarıya akmaktadır.

 

Telekom sektöründe önce yerli firmalar sonra yabancılara geçti (Telsim, Vodafone oldu örneğin, Türk Telekom ne oldu bilinmiyor) Sağlık sektöründeki hastaneler yabancıların eline geçti( En son dokuz adet şehir hastaneleri bir miktar nakit karşılığında Danimarkalılara geçti, sonradan anlaşıldı ki Danimarkalılara satılan şehir hastanelerinin parası da vergisiz adalara gitti) Araç muayene istasyonları (TÜV-TÜRK), elektrik dağıtım şirketleri ön planda Türklerin adı görünse de arka planda e-on gibi küresel firmaların eline geçti. Özelleştirmelerin ve satışların sonunda sadece para getirecek, lüks hayatı finanse edecek şekilde bir ekonomi tasarımı ilk başlarda insanları rahatlasa da (çalışmadan gelen bol para herkese başta tatlı geldi)yıllarca sürecek geri ödemelerin bizi ekonomik olarak çıkmaza sokacağı belliydi. İdeolojik grup aklıyla bakanlar görmek istemedi, özellikle 2008 sonrası babalar gibi satılan devlete ait değerler, yabancıların eline geçti ve oradan gelen sıcak para ve 2008-2016 arası süreçte neredeyse dolara % 0.25 faiz uygulayan FED bizim gibi ülkelere bolca sıcak para gelmesine neden oldu ve özelleştirmelerle söz konusu para ve paralar nitelikli eğitimi geliştirme, nitelikli ürünlere yönelme yerine bolca tüketime harcandı ki söz konusu rahatlama üretimden gelen bir zenginlik değildi ancak uzun yıllardır toplumun genetiğine “parasız adam gereksiz adam, kıroyum ama para bende” paralı adamı, sadece para sahiplerini meşru edince insanlar saygı görmenin tek yolunun para sahibi olmak olduğuna karar vererek daha hızlı zenginleşme metoduna giriştiler ki özellikle metropoller bu uğurda pek kirlendi.

 

Zenginlik; Bilimsel yeterlilik, teknik beceri, Kültürel zenginlik, Ahlaki zenginlik, Doğal kaynak zenginliği, gibi birçok nitelikli zenginlik es geçilip, sadece maddi zenginlik değerli hale getirilince buram buram cahil ve görgüsüz bir o kadar da ahlak düşkünü insanlar bu toplumda öğretmenden, bilim adamından, kısacası kendini bu ülkenin çok boyutlu gelişmesi için fikir üreten, düşünce üretmeye çalışan insanları ki onların sahibi yoktu kolayca ezip geçtiler.

 

Bu günlere yavaş yavaş ama son kırk beş yılda geldik. Gelecek bu şekilde gelecekse birçokları her geçen günün daha da kötüleşeceğini görecekler. 2000 yılında ihraç ürünleri kilogram fiyatı 1.55 dolardan 2021 yılında 1.25 dolara düşmüşse bu ya 2000 yılına göre üretimimiz niteliksiz değil belki ama bizimle aynı ligde olanların bizi geçmiş olmalarından kaynaklanır ki bizde durdurucu görevi gören sınırsız düzenek zaman ayarlıdır ve başta 1980’lerde temeli atılan PKK olmak üzere dindar kılığındaki bazı yapıların da esasında bu işin bir parçası olduklarını kanıtlamalarıdır ki bir kısmının Kâbe’si kısaca Batı dediğimizde  pek de hata etmiş sayılmayız.

 

 

Kaliteli bir eğitim bire bin katan bir katma değer üretebilir. Sıradan beyin de üretir ancak bire iki, bire on katma değer üretene karşın, bir bin üreten katma değer kıyas edilemez. Bir ülkenin en değerli insanı ki herkes değerlidir ancak elbette diğerlerine de fayda sağlayanlardır. Değişmeyen şey ülkeden kaçıştır. Sadece 2015 yılında ülkeden kaçan sermaye miktarının yaklaşık yüz elli milyar dolar olduğu belirtilen kimi araştırmalar eğer doğruyu söylüyorsa;

 

-Ülkemiz büyüme potansiyeli bulunan sektörlerde her geçen gün küreselleşme adı altında ya toptan satış ya da dışarıya kaçış yoluyla sermaye kaybı yaşamaktadır.

-Dışarıdan bilgi, teknik getirmesi gereken en parlak beyinler bırakın getirmeyi, dışarıya götürdükleri ile ülkede insan kaynaklarının azalmasına neden olur.

-Kalite adına ne varsa hepsi dışarıya akarken, dışarıdan gelen firmalar, en değerli ve sürekli kazanç getirecek sektörlere yoğunlaşmıştır. Özelleştirme yoluyla kamu firmaları yabancılar geçmiş, sağılarak süt verecek inekler zevk uğruna kesilip süt alınmaya başlanmıştır ki burada yıllar içinde başta kâğıt olmak üzere hemen her sektörde önce üretici iken sonra tüketiciye dönüşmemiz sebebiyle düzenli olarak kaynaklar maddi olarak dışarıya akmaktadır.

 

Deniz bitti, denizde balık bitti de şimdi balıkçılar dahi Afrika'da rızık peşindeler...

Ne yapmalıyız?

Ne yapmalıyız sorusu çözülmek zorunda aksi halde gelecekte çok daha büyük sorunlarımız var. İçerideki muslukları bu denli dışarı akan bir ülke kurtulsa kurtulsa bilimle, teknikle üretimle ve de birlik beraberlikle kurtulur.  Gerisi boş palavra bir kaç slogan.

 

Zenginlik; Bilimsel yeterlilik, teknik beceri, Kültürel zenginlik, Ahlaki zenginlik, Doğal kaynak zenginliği, gibi birçok nitelikli zenginlik es geçilip, sadece maddi zenginlik değerli hale getirilince buram buram cahil ve görgüsüz bir o kadar da ahlak yoksunu insanlar bu toplumda öğretmenden, bilim adamından, kısacası kendini bu ülkenin çok boyutlu gelişmesi için fikir üreten, düşünce üretmeye çalışan insanları ki onların sahibi yoktu kolayca ezip geçtiler.

 

Bu günlere yavaş yavaş ama son kırk beş yılda geldik. Gelecek bu şekilde gelecekse birçokları her geçen günün daha da kötüleşeceğini görecekler.

 

 2000 yılında ihraç ürünleri kilogram fiyatı 1.55 dolardan 2021 yılında 1.25 dolara düşmüşse bu ya 2000 yılına göre üretimimiz niteliksiz değil belki ama bizimle aynı ligde olanların bizi geçmiş olmalarından kaynaklanır ki bizde durdurucu görevi gören sınırsız düzenek zaman ayarlıdır ve başta 1980’lerde temeli atılan PKK olmak üzere dindar kılığındaki bazı yapıların da esasında bu işin bir parçası olduklarını kanıtlamalarıdır ki bir kısmının Kâbe’si kısaca Batı dediğimizde  pek de hata etmiş sayılmayız.

Maddi olmak, zenginleşmek demek ambarları doldurmak demektir. Bu birkaç şekilde olur. Bol üretimle olur. Bol üretim nasıl yapılacak? sorusunu cevaplamadan bol, çok üretim yapmak anlamsız kalır, havada kalır.

 

Üretim için şartlar bellidir. Üretim araçlarına sahip olmak, hammadde sahibi olmak, en uygun şekilde almak, uygun şartlarda enerji kullanmak, kalifiye, nitelikli iş gücü, çalışan temin edebilmek mümkün olmadan üretim, bol üretim yapılamaz. Üretim kaliteli olacaksa teknik eğitim şarttır. Bunu verecek insanların elbette üretimi bilmesi yetmez, en ince ayrıntısına kadar bilmelidir. Üretimde zincirlerden birisi koparsa zenginlik yerini başka bir şeyle değiştirir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 9.

Yerli ve Milli ifadelerinin laftan ibaret kalmaması için organize sanayi bölgelerinin sadece küresel şirketlerin işçileri değil de belirlenen dal ve alanlarda organize sanayi bölgesindeki şirketlerin birbirlerini destekleyecek şekilde ortak ürünler üretmeye odaklanması.

 

Finansman konusu bir olayı, bir durumu, bir kargaşayı, savaşı hatta barışı açıklamak öncelikli olarak anlaşılması gereken konu olup hatta bu husus bilinmeden asla tam olarak açıklanmış olmaz denebilir. Gerçek bir sonuç için gerçek veriler gerekir ki para konusu muallak, olayı anlamak mümkün değil hatta yarım yamalak.

 

“Parayı veren düdüğü çalar” dedi Hoca Nasreddin ya fıkra olsun diye demedi. Öt yandan Amerikan atasözü var şöyle diyor: “Altını olan, kuralı koyar” diyor. Öte yandan “İnsanın kazandığı paradan değil, paranın kazandığı insandan kork” diyor Necip Fazıl Kısakürek. Yine başka bir söz “Paran varsa insanlar seni tanır, paran yoksa sen insanları tanırsın” diyor başka bir veciz. Amerikan filmleriyle büyüdük ya biz ne diyordu orada da suçluya ulaşmak için “parayı takip et”  dediler, kazındı beynimize sahiden…

 

Ben bir harekete ya da esere bakarken mimariye bakarım, esere bakarım elbette mimar önemlidir, eser de önemlidir de sormak lazım bu parayı kim verdi? Bu soru eksik kalırsa bir şey açık, eksik kalır. Anlaşılmaz.  Neden. Siyaset de böyledir, sanat da böyledir hatta din bile böyleymiş, fakirin salası ile zengininki farklıymış diyenler de var. Öte yandan yine bir yabancı şöyle demekte; “yeterince paran varsa ve de istersen bir kilise satın alabilir ve de kendini aziz ilan ettirebilirsin”…

 

Dediğim gibi bu konuda çok söz var.

“-Paranla şeref kazanma. Şerefinle para kazan ki paran bittiğinde şerefin de bitmesin.”

“-Para çoğu zaman çok fazla şey mal olur.”

“-İnsanın ahlakını bozan para değil, ruhundaki para hırsıdır”diyor Kemal Sayar.

“-Paranın satın alamayacağı bir şeye sahip oluncaya kadar zengin değilsiniz”diyor Garth Brooks.

“-Para iyi bir uşak, kötü bir efendidir.”A Dumas Fils.

“-Her şey paraya bağlıdır”diyor ünlü Alman şairi Goethe

“-Para ile insanın ilişkisi aynen şöyledir. İnsan paranın sahtesini yapar, para da insanın”bu söz de yine Goethe’den.

“-Paranın öldürdüğü ruh, kılıcın öldürdüğü bedenden fazladır”diyor Walter Scott

“-Paranın değerini anlamak isterseniz borç almayı deneyin”diyor Benjamin Franklin.

Bunları alt alta koyup çoğaltabilirsiniz. Kendi çevrenize bakarsanız anneyi kızından ayıran, kardeşi kardeşe düşüren, hemen her gün uğruna onca suç işlenen şey de aslında bu yüzdendir.

Tüm bunları bileceksiniz, para ile dönen sistemleri, para ile yaşayan düzeni anlamayacak ve orada kendi çıkarınızı doğru olarak algılamayacaksınız bu kabul edilebilir bir şey değil!

 

Yazık olur!

 

Benim bir arkadaşım, asker arkadaşıyız kendisiyle yirmi beş yıl önceden. Aradan yirmi beş yıl geçmiş adam büyük adam olmuş siyasete girmiş, girdiği yerde ikinci üçüncü adam olmuş, sonra bir bakıyorsunuz üstüne bir de parti kurmuş. Buraya kadar her şey tamam ama kaynak kimdir! Finansı kim sağlar o soru muallak. Muallak ve gizli kalan yönler her zaman bir sis perdesidir ve bir çoban olarak söylüyorum: “sis perdesinde koyunlarınız kadar köpekleriniz yoksa koyunlarınızı güvenle otlatamazsınız.” “Kurt koyunu siste kaparsa şansınıza, yemezse bizim koyunlar kurda yazılmamış” der geçerim şahsen.  Mevzu ülke olunca, neden kaynakları sis perdesi ile kaplı, gizli olan bir düzene, düzeneğe emanet edilsin ki?

Benim koyunlarımı otlatacağım meralarla ülke nasıl kıyaslanabilir ki? Ülke vatan meradan binlerce kez daha yüce ve de kutsaldır elbet…

 

Tabi buraya kadar mantıksal olarak paranın zor kazanıldığından ve har vurup harman savurmak için oldukça aptal olmak gerektiğinden bahsetmedik. Para zor kazanılır ki eğer parayı kolay kazanıyorsanız, korkmanız gerekir, kolay para sonrasında da başka dertlere tutulur insan, toplum Alimallah. İş yapanlar bilirler, müşterisi pazarlık ediyorsa değil, etmiyorsa tehlikelidir bir iş yapan, zanaatkâr için genellikle. Yine her şey bizde bir söz ve bir sistematik çerçevesinde halka yutturulan haplarla kabul ettirildiğinden tehlikeler konusunda uyaran konumunda olan genellikle istenmeyen adam olur ki bizde bu durum doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar diye içselleştirilir, doğru söyleme konusunda cesur olmamız değil de “aman doğru söylersem ben istenmez olur muyum” diye kafamıza, kafamıza benimizin en derinine kazınır da kazınır.

 

Bir millet doğru üzerine inşa etmediği bir düzenden ne bekler? Ne beklemelidir bunu söylemezler. Yaşarız.  O zaman da geç kalırız. Çoğu olayda geç kaldığımız gibi.

 

Doğruları duymak istemeyen insanlar ne ya da nasıl olabilir?

 

Doğrulara göre değil de yalanlara göre pozisyon alanlara ne olur?

 

Doğru neden sevilmez?

 

Kimler doğruyu duymaktan hoşlanmaz.

 

Doğruların söylenmediği bir topluma ne olur?

 

Siz istediğiniz kadar yalan duyun, bu bağımlılıktır. Yalan daha fazla yalanla bastırılabilir.

Tiryakilikten ziyade bağımlılık gibi… Para kaynağı belirsiz kurum ya da kurumların da başvurduğu yegâne yöntem elbette yalandır da, mevzu toplum olunca, kurumlar da ülke hakkında söz sahibi olunca inanan yanmaz anam babam, inan da yanar, inanmayan da.

 

Kurularla başlar,  yaşlarla devam eder.

 

Toplum sofrasında böyledir bu işler. Evin hovardası ambarın anahtarını sevgilisine (sevgili paradır, sevgili makamdır, sevgili koltuktur, hırstır, hasettir icabında) verirse sabaha hovarda aç kalmaz ki hatta durumdan haberdar olan bir tek hovarda aç kalmaz...

 

*

 

 

Mesleki Eğitim ve Türk Sanayisinin Geleceği ve

Düşünceler

 

Yerli milli ifadesi kendisini bu ülkeye ait hisseden herkesin kalbinin daha hızlı atmasına neden olan sihirli kelimelerdir. Kimileri yerli ve milli kelimelerini gerçek anlamda anlayabilirken, diğerleri için sadece övünme meselesidir.

 

Günümüzde ister kabul edelim, ister etmeyelim tüm dünyayı bir avuç şirket yönetiyor ki bazı şirketler devasa gelirleri ve yönettikleri sermayelerle devletleri kat be kat aşmış ve bırakın küçük ülkeleri dünyada benim diyen devletlere dahi diz çöktürme aşamasına gelebilmişlerdir.

 

Günümüzde büyük olmanın birinci şartı büyük şirketlere sahip olmaktır. Günümüzde büyük şirketler devletler üstü olduğundan ne yazık ki mümkün değildir O halde hiçbir şey yapılamıyorsa sızlanmanın kimseye faydası yoktur. 2021, 2022 yılında hemen herkes elektrik faturalarından şikâyet eder oldu da gerçekte ülkenin elektrik faturaları üzerinden küresel şirketlere yöneticilerinin bağlantıları, bağımlılıkları dolayısıyla bir diyet ödediğini fark etmedi. Özelde kimse söylemiyorsa da şirket yapılarına bakıldığında bunun gayet anlaşılır bir durum olduğu görülebilir. Diğer sektörler de aşağı yukarı böyledir. Gıda ve elbette enerji… Demokrasinin kalitesi ancak insanı kadar olan dünya düzeninde son yıllarda özellikle bakıldığında demokrasinin iki işlevi olduğu görülür. Basını ve şimdilerde medya (sosyal ya da anti sosyal) kontrolü yapan kişilerin ülkelerin hemen her şeyini kontrol ettiği görülür. Yani ülkelerin halkları ne kazanırsa kazansın, neticede istenilen kanallar vasıtasıyla sahip olduklarını harcayacaklar demektir.

 

Global çapta bir şirketlere sahip olmayan bir ülke güç dengeleri arasında piyon görevi görmekten öteye bir varlık gösteremiyorsa o ülkenin hayatını sağlıklı yaşaması mümkün değildir. Biz de aşağı yukarı böyle bir ülke olduğumuz gerçeğini kabul etmek zorundayız. Dünya çapında şirketlerinizin olması yetmez, dünya çapındaki şirketlerinizi koruyacak gücünüzün de olması gerekir. “Bir ülke taciri ülke askerinin egemen olduğu yerde sağlıklı ticaret yapabilir” dense yeridir. Ama yetmez, askeri güç olmanız ürün satabileceğiniz anlamında gelmez, Rusya gaz, petrol ve enerji haricinde dünyaya şu anda sadece silah verebilir ki günümüz dünya piyasasına ticari anlamda bunların haricinde verebileceği bir ürün göstermeyiz. Aynı şekilde Rusya halkı dahi gazdan, petrolden kazandıklarını küresel şirketlerin emir buyurdukları ürün ve şirketlere yapmaktadır. Yani ne sattığı bir o kadar önemliyken, ne aldığı, nereden aldığı önemsiz denebilir mi? Burada ince bir denge anlaşma var aslında. I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşında müttefik olan İngiltere Rusya nedense şu günlerde birbirleriyle savaşıyor görüntüsü veriliyor da sürekli değişen dengelerde bizim taraf ya da tarafsız olarak hayatta kalabileceğimiz, inisiyatifin elimizde olmadığı ne yazık ki pek de doğru anlaşılmıyor.

 

Bizler Anadolu halkıyız, Orta Asya’dan da gelmiş olabiliriz ya da buradaydı belki de atalarımız. Bunu pek de bilemeyiz. Çok iyi bilenler vardır belki ancak en azından ben bilmiyorum. Lakin eski zaman kayıp zaman. Kayıp zaman tamamen kabullerle devam ediyor ki sürekli değişen lisan halk olarak bizde bırakın köklü bir tarih anlayışını, kırk sene önce yazılan kitapları zar-zor seksen sene önce yazılanları sözlükle anlayabilir hale getirmişken yüz yıl, beş yüz yıl öncesinde neler olduğunu anlamak bırakın sıradan insanları, benim diyen tarihçileri dahi şaşırtacak cinstendir ki sistematik tarih talanı, tarihi eserlerin yurtdışına çıkarılması, arşivlerin dahi satılması eskiye dair bir iz bırakmama yarışı mıdır yoksa geçmişle gelecek bağını koparmak üzere yapılan bir planın parçası mıdır bilmek mümkün değildir.

 

Dünyada dengeler değişti değişeli bunlar al gülüm ver gülüm şeklinde olması mümkün değildir ki yüzlerce yıl süren savaşlar yaşandıktan sonra dengeler el değiştirmiştir. Özellikle Hıristiyanlığın Katolikler ve Protestanlar olarak bölünmesi süreci öyle kolayca gerçekleşmemiştir. Sonrasında yaşananlar ise özellikle Protestan kökenli ülkelerin sorgulama temelli gelişmesi onları dünya dengelerinde üstlere çıkarmıştır ki krallıklar birer birer düşerken, imparatorluklar yok olurken yerine milliyetçi söylemlerle devletler ortaya çıkmıştır lakin onlar da finans bakımından şirketlere bağımlı, şirketler tarafından yönetilen, yönlendirilen kazanç ve daha fazla kazanç hedefleyen devletler haline gelmişlerdir. Sömürgecilik tarihi ikinci gruplar söz konusu olarak, İngilizler, Hollandalılar ve Fransızlar açısından incelendiğinde görülecek şey budur.

 

İlk sömürgeci İspanyollar ve Portekizliler krallığın emrinde işlerini gördüklerinden ve kraliyet aileleri tarafından yönetilen sistem şirketler tarafından yönetilen sistem kadar başarılı olamadığı gibi özellikle İspanya açısından bir yüzyıl süren refah Avrupa’da enflasyonu artırmaktan başka yaradığı iş ülkeye hazır olmadığı, altyapı uygun olmadığında giren para sadece tüketime gider ki bizde 2000’lerden sonra yaklaşık yirmi yıllık süreçte olan da aşağı yukarı budur ve bilim yerine daha fazla tüketim, daha lüks tüketime yönelen para ülkede geleceğe dair kalıcı istedik durum yaratmaktan oldukça uzaktı ve o zamanları savunanlar gerçekleri şu anda yavaş yavaş anlıyorlar gelecekte daha da iyi anlayacaklar diye umuyorum.

 

Global şirketlerin söz sahibi olduğu dünya düzeninde onlarla mücadele edilemiyor ki onlar gerçekte son iki dünya savaşının finanse ettikleri gibi dünya üzerinde kesin hâkimiyet kurdular; onlarla dengeli anlaşma yolu seçilebilir. Kendi halkını düşünen, daha fazlasını halkı için isteyen ve halkının sömürülmesini istemeyen kişi ve grupları finanse etmeyecekleri açıksa ya birbirimizle daha fazla didişerek, onlara daha fazla hâkimiyet alanı açacağız ya da bu halkın aydınları olarak halkı sürekli, yılmadan usanmadan birlik beraberliğe davet edeceğiz ki bunda başarılı olduğumuz sürece hem güçlü olacağız hem de pazarlık gücümüz artacak ki bu durum dahi sanılandan son derece zordur ve hücrelerine kadar bilinen, din, ticaret, sanat, düşünce hayatı olarak abluka altında tutulan bir halkın bunu bir avuç düşünürle başarması son derece zor olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Mesleki teknik eğitim alanında faaliyet gösteren eğitimciler olarak yapabileceğimiz şey; üreticilerimizi dünya çapında üreticiler yapmaya kararlı bir şekilde çalışmak olabilir. Bir nevi Ahilik sistemi inşa etmemiz yetmiyor, bu ahilik sistemin yaşaması için mücadele eden birliği inşa etmek gerek. Aynı alanda çalışanların dahi ortak çıkarlarda bir araya gelemediği bizim dünyamızda bu işler devrim niteliğinde işlerdir. Kişisel çıkarlar uğruna nice meslektaşlar, nice insanları harcayan bir çalışma hayatımız bir o kadar müdahaleye açıktır.  Bugünlerde suçlanan kişiler, dün karar verici konumundaydılar. Her tehlikede efendisine, sahibine sığınan içerideki uzuvlar dışarıya gittiler ki geçmişle kıyaslanınca tarihin tekerrür ettiği, işler yoluna girdiğinde hiçbir şey olmamış gibi ıslık çalarak tekrar görevlerinin başına döndükleri görülmüştü. Öte yandan şu anda geçmişteki gibi kimlerin kimler tarafından finanse edildiğini, kimlerin aslında devşirme olduğunu bilemiyor olmamız en büyük açıklarımızdır. Öyle ki istediğiniz kadar güzel bir fikir üretin her daim karşınızda sizin fikrinize katılmayan insanlar olacaktır. Bütünü daha büyütmeye yönelik olarak attığınız adımlar, faaliyetler gelecekte onun da ekmeğini, payını büyütecekken neden muhalif oluyor diye düşünmek hatta suçlamak da anlamsızdır çünkü gerçekte iyi olana neden itiraz ettiğini kendisi de bilmiyor olabilir ki çoğu insan farkında olmadan gönüllü bir şekilde kendine zarar vereni desteklemekte ve gerçekten de eğitimi ne olursa olsun çoğu zaman bunu farkında olmadan yapabilmektedir.  Eğer öyleyse düşünce demokrasi gereği saygı duyulması gereken bir davranış şeklidir gerek sözel, gerek eylemsel hukuk dışı hareketler yapmak imkânsız ve onlar yine de saygı duymak elzemdir. Bu çelişkidir. Eğitim sistemi düşünce hayatı bu derece bağımlı olan bir toplumda etkilenme, ihanet dahi normal karşılanmalıdır.  Çünkü gerçeğimiz budur…

 

Dünya bir yarış halindedir. Söz konusu büyük organizasyonlar ki buna ülkeye yatırım çekmek de deniyor bu gruplarla ne yazık ki anlaşarak, karşılarında güçlü durarak yapılan bir çalışma günümüz gerçekleri açısından irdelendiğinde mantıklıdır. Öte yandan onları masaya çekmenin en akılcı yolu onların karşısında güçlü durmaktır. Bilim ve teknikte ilerlemek düşünce hayatının da ilerlemesi ile başarılabilecek bir süreç içi boş sloganlarla kolayca atlatılamaz.  Tercihleri genellikle para kazanmak, daha da fazla ve daha da çok kazanmak olan söz konusu güçler ya da yapıların ellerinin kollarının sanılandan çok da uzun olduğu, vurucu güç olarak Amerikan ordusunu dahi emirlerinin altında tutan bu düzeni doğru anlamak, doğru anladıktan sonra bu işlerden son derece kazançlı çıkmak bize yani topluma bağlıdır. Finanse ettikleri, dahası özel olarak yetiştirdikleri, yıldızlarını parlattıkları kişilerle kolay sömürülecek, kolayca kazanç sağlayacakları bir bölge, ülke inşa etmek onlar için pek de zor değildir. Yapıları birbiriyle bağlantılı, çok fonksiyonlu göz önündedir.  Yapılan planlar öyle birkaç yıllık değil, on, elli, yüz yıllıktır ki bu tür sistemler bir kumarhane mantığında kazancı asla şansa bırakmazlar.  Bırakmamaları gerekir. Siz olsanız ne yapardınız? Siz onların yerinde olsanız ne yapardınız?

 

Bizler ne yaparsak yapalım sistem devasa bir dişli sistemine benziyor. Onu geri çevirmek insanın olduğu, insanın hâkim olduğu bir düzende neredeyse imkânsız. İtiraz edilebilir, bu fikirlere okurlar katılmayabilir ancak ödediğiniz her on kuruşun en az beş kuruşunun şimdilerde küresel şirketlerin kasasına indiği gerçeğini değiştirmez. Elektrikte böyledir, telefonda böyledir, benzinde böyledir, gazda böyledir. Bir alan, yalnızca bir alanda o alan da sudur ve belediyelerin elindeki en değerli kaynaktır; onun da dünyada örneklerini gördüğümüz üzere küresel şirketlerin eline geçip, ön ya da arka tarafta Türk ismini kendine ek, aracı yapan şirketlerin bizlere su sattıklarını görürsek bilelim ki bunun şimdi tam zamanıdır! Küresel yapıların avucuna aldığı bir sistem, posası çıkarılmadan geri dönüşüme yollanmaz. Geri dönüşümde de yine aynı yapıların rol aldığını açıklamaya gerek duymuyorum.

 

İçeride birlik sağlanarak pastadan daha fazla pay almak mümkün, öte yandan kalifiye eleman sayısını artırarak da bu mümkün olabilir. Planlı çalışmak, uzmanlaşmak da işin başka yönü. Yine de sömürülen toplumlar olmaktan kurtulmamız zor da ancak burada kalitesine inanılan personellere daha iyi yaşam şartları sunulduğu bir gerçektir.  Birlik sağlanmadan dirlik sağlanmaz, dirlik sağlanmadan bir toplum da karşısındaki güçlerle pazarlık edemez. İstediğini elde edemez.

 

Güçlüden parça koparmak zordur bu bilimsel bir yaklaşımdır, mantıklıdır da ayrıca daha fazla enerji tüketilerek yapılan işler de kazanç sağlamaz.

 

Azerbaycan-Ermenistan örneği yanımızda yaşandı. Azerbaycan’ın petrol ve gazdan kazandığı gelir, halktan ziyade savaş için kullanıldı. Paralar silah alınan ülkeler gitti. Tabi burada tüm üst yöneticilerin Rusya, Amerika, İngiltere bağlantısını görmezden gelmeye devam edelim… İki mazlum halkı savaştırarak kazanç elde edenler kim ya da kimlerdir.  Bu durum özenle gözlerden kaçırılır ki esasında Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan, Türkiye’de doğan Irak’ı mesken tutan PKK da benzer fikirlerin yeşerttiği varlıklardır. Tıpkı sağ-sol, ümmetçi, batıcı yapılarda olduğu gibi aralarında paralellik bulunan söz konusu yapıların uzun vadede patronlarından başka kimseye bir yarar sağlamayacağı açıktır. Söz konusu Türkiye-Yunanistan kızışması Fransa’nın Yunanistan’a ikinci el birçok uçak satmasına neden oldu. Fransa kazandı, Amerika kazandı ülkesini resmen bir Amerikan üssü haline getirirken egemen devlet sıfatını da iyiden iyiye kaybetmesine neden oldu ki Yunanistan bizim İncirlik tecrübesinde yaşadığımıza benzer bir şekilde bir Amerikalı askeri suç işlese dahi ne yargılayabilir ne de hapse atabilir! Kurutuluş Savaşı da aynı nedenlerle, emperyalizmin çoban köpeği olarak Anadolu’ya gelen Yunan akıldan ziyade patronun emirlerini yerine getiren sadık bir emir erinden başka dün de değildi, görünen o ki uzun süre de Türkiye’ye karşı kışkırttığı,  emir eri, çoban köpeği olmaya Ermenistan ve bağlantılı PKK ile devam edecek…

 

Montaj Sanayi’den üretime geçmemiz olumludur ancak yeteri kadar uzmanlaştığımız alanların var olduğunu da söylemek zordur.  Alt ürün üretimi, fason üretim en nihayetinde üretimden kazanılan aslan payını marka sahibine kazandırırken, geriye kalan kazanç oldukça düşüktür. Kümelenme organizasyonları ile planlı ve uzmanlık gerektiren alanlara yoğunlaşmamız ve katma değeri artırmamız gerekir. En nihayetinde ülke firmaları yeteri kadar kazanç sağlarsa ülkede sermaye birikimi olacağı aşikâr. Aksi halde firmalar var oluşlarını devam ettirme haricinde ciddi bir sermaye birikimine sahip olması zordur. Ülke mesleki teknik eğitimi firmalardan bağımsız olarak büyüyemez ve yerli firmalarını dünya standartlarında dizayn edemeyen ülkeler de rekabet etme şanslarını yitirirler.

 

Yeteri kadar firma olması nihai ürün ortaya konduğunda anlamlıdır. Aksi halde kazanç düşer ve ortak hareket eden yapılar inşa edilmeden nihai ürün ortaya çıkarmak da güçtür. Burada da yine ortak akılın devreye girmesi lazım ki birbiriyle rekabet eden değil, birbirini var eden firmalar nihai ürün ortaya çıkarabilirler.

 

Var olan süt ineğini satarak para kazandığını zannetmek olsa olsa günü birlik düşünenlerin, acelesi olup da bir an önce hasılatı kaldırmak isteyenlerin yapacakları bir hareket tarzı olur ki bu ülke geleceğine gönülden bağlı olanların satarak ayakta kalmak yerine, üreterek daha kaliteli üretim yaparak, rekabet ederek var olmayı hedefleyeceklerinden kimsenin şüphesi yoktur. Son yılların büyüme modeli satarak ve satılanları ise yola, binaya ve hızlıca kazanca dönüşecek yatırımlara yaparak sözde bir büyüme ivmesi yakalamış olabiliriz. Gerçekte son derece hileli büyüme modeli, bilgiye, teknolojiye, en önemlisi de insana yatırım yapılmadan sürdürülebilir değildir ki şimdilerde bu sancıları yaşıyoruz. Kutuplaştırma siyaseti ile birbirine rakip takımların holiganlarının sürekli söz düellosu şeklinde geçen yönetim süreci de takdir edilmeli ki sağlıklı bir süreç olmamıştır. Taraftarlara sırf taraftar oldukları için dağıtılan ulufelerin sonsuza kadar dağıtılamayacağını bilmek için müneccim olmaya gerek de yoktur. Son aşamadan bir önceki aşamanın gerçekleştiğinin açıkça görüldüğü hayatımızda kalıcı değişikliklerin olacağı artık gün gibi ortadayken bu ortamdan çıkış yolu aramak, her Türk ve kendini bu topraklara ait hisseden aydının birinci görevidir. Zaman birlik beraberlik ve birlikte çalışma zamanıdır.

 

Geçmişe dair çatışmaların sonlanarak halkın aklını başına alması şarttır. Akademisyenlerinden din âlimlerine kadar, sosyal medyada var olan aydınlarından sanatçılarına kadar bu konuda herkes iyi niyetli bir şeyler yapabilir. Yapmıyor ve ayrılığı körüklüyorsa, yapmıyor çatışmalar yaratmak için kişiler arasına nifak sokuyorsa ki bunlar bizim ülkemizde modadır ve söz konusu kişiler nedense baş tacı edilir, bu kişilerin ve de grupların ülkeye verebilecekleri hiçbir şey yoktur. Ahlaki çürümeyi destekleyecek davranış ve eylemleri yapanları ünlü yapan, söz hakkı yapan sistemin temeli sorunlu olsa da halkın bir şekilde bu kişilerin etkisinden çıkarılması şarttır. Yıllarca kadına şiddetin sembolü olan İbrahim Tatlıses’in 2021 yılında eski programlarını yapmaya başlaması nasıl ki “kadına şiddetle mücadele ettiğini iddia edenleri yalanlıyorsa” sistemdeki hataların,  çürümeyi kolaylaştıran fiillerin bir plan dâhilinde ve ısrarla yapıldığının tescilidir ki basit bir konuda bile halka yapılan kötülük kimsecikler tarafından fark edilmiyor olamaz.

 

Gelişme çok yönlü olabilir, çok yönlü olursa anlamlı olur ki bunda sanat camiası, edebiyat camiası, fikir camiası da önemli role sahiptir. Birlik beraberlik ve kararlılıkla yürütülen birbiriyle eşgüdümlü olduğunda başarıya ulaşır. Yapıların kimleri ünlü yaptığı konusu, kimlerin kimleri onayladığı konusu bir hareketin sözlü ifadelerine karşın gerçek niyetini göstermesi bakımından önemlidir. Hatta en önemlidir. Kim kimle yürür ona bakın siz. Kim kimi var eder derseniz aslında ortaya çıkan sonuç da budur.

 

 

PROBLEM 10.

 

Kararlı Değişkenlik: Basın ve yayın organlarının katılımıyla yapılan ve devrim niteliğinde bir “olay” olarak sunulan ve altyapısı olmayan birçok fikir daha fikir aşamasındayken bir süre sonra unutulur, yerini devrim niteliğinde başka bir fikre bırakır. Daha önce iyi denilen şey bir süre sonra nasıl kötü olmuştur bunu kimse sormaz. Artık sistemin içinde olanlar sadece bir şeyden emindirler, iyi diye getirilen her fikir, her sistem alkışlarla geldiği gibi yuhalanarak birkaç sene sonra çöpe gidecektir.

 

Eğitimde Kararlı Kararsızlık İlkesi Üzerine.

 

 

Türkiye’de eğitim denince akla gelmesi gereken neyin neden yapıldığı bilinmediği alelacele yangından mal kaçırır gibi yapılan değişikliklerdir. Hiçbir eğitimci Türkiye’nin açıkça şöyle bir modeli var diyemez. Çünkü o model birilerinin iki dudağı arasındadır ve akşam yattığınızda başka bir sistem, sabah kalktığınızda bambaşka bir öncekinin tamamen tersi bir sisteme uyanabilirsiniz.

 

Kararlı değişkenliğin gelişmeyi tetiklemek için yapıldığı iddia edilir. Şöyle devrim yapılacak, böyle devrim yapılacak nutukları atılıp işler soğumaya kaldığında eğitim çalışanları yeni sistemi anlamaya çalışır. Yeni sistem tam anlaşıldı, oturdu denildiğinde ise ertesi gün bir bakmışsınız sistem yine değişmiş. Birçok çalışan artık kanun, tüzük, yönetmelik okumayı bırakır çünkü bir yıl içinde o kadar çok çalışma, o kadar çok metin gelir ki söz konusu o metinler eğitimcileri bağlayıcı olmasına rağmen sürekli değişiklik insanlarda derin bir bıkkınlık yaratır. Bekle gör; dur bakalım daha neler değişecek diye beklemeye başlayanlar için uzun bir bekleyiş süresi beklerken, sürekli değişen yasaları takip etmeye çalışanlar yasaları anlamaya çalışmaktan işlerini yapamaz duruma gelirler. 27. Yılımı çalışıyorum en azından benim gördüğüm budur.

 

Eğitim kararlılık işidir. Kararlı olacaksın, verdiğin emirlerin hem arkasında kararlılıkla duracak hem de takip edeceksin, kişiye özel uygulamalar ve kararsızlık içinde olmayacaksın. Aksi halde bugün verilen emir yarın değiştirilir ve yarın bugünkü emire tamamen taban tabana zıt yeni tebliği yayınlar sürekli “sehven” yaparsan ciddiyetin kalmaz. İnsanlar uzun bir beklemeye geçer. Bu bekleme süresi kararsızlık halidir ve “en kötü karar dahi kararsızlıktan iyidir” denir.

 

Normalde bir standart üzerinde anlaşılmalı sürekli ve kararlı bir şekilde sonuçlara bakılarak düzende iyileştirmeler yapılmalıdır ancak özellikle mesleki teknik eğitim bu konuda en fazla yara alan eğitim sistemidir. Gerek çalışanlarının eğitimlerine yeterince destek sağlamayan yapı, gerekse sürekli haklarını tırpanlayan yapılar herhalde sistemde en korumasız, en faydalı ancak bir o kadar öksüz-yetim olmasından ötürü bu eylemlerini kolaylıkla hayata geçirebiliyorlar. Eğitimde şimdilik en geçerli prensip kararlılıkla uygulanan nedensiz kararsızlık ilkesidir dense durum kısaca özetlenmiş demektir.

 

Normalde bir eğitim sisteminin kararlılık ve eşitlik ilkesi gereğince yürütülmesi esastır ve yasalar da böyle der. Ancak iş uygulamaya gelince işler birden bire değişir. Çünkü bölgesel farklılıklar, imkânlarda hala standartlar sağlanamamıştır. Türkiye’de sayısı bakanlıkta olan ancak bizim tam olarak bilemeyeceğimiz tarım işçileri çocuklar vardır ki bunlar normalde Nisan ayında başladıkları mesailerini Kasım ayında tamamlarlar.  Bu durum herkesçe bilinir aslında. Ailesiyle gitmek, seyahat etmek(kamyon kasalarında ne derece seyahat denirse) ve aslında tüm Türkiye’nin bir şekilde farkında olduğu ancak görmezden geldiği bu tarım işçileri ailelerine mensup çocuklar aileleriyle birlikte bu işi yapmasalar, sadece kendileri aç kalmaz Türkiye aç kalabilir. İlkbahardan başlayarak yazı son bahara bağlayan bu aileler yılın en az altı ayı evlerinden uzakta derme çatma kulübelerde veya çadırlarda geçirirler. Adana, Eskişehir, Konya derken Karadeniz’de fındık işleri hasadı dahi son yıllarda onlar marifetiyle kaldırılabiliyor. Söz konusu çocuklara ne diyebilirsiniz? Eğitimden Eylül, Ekim ve Nisan Mayıs Haziran aylarında zorunlu olarak ayrılmak zorunda kalan insanları diğerleri ile eşitlemek mümkün değildir.

 

Bizde moda terimlerdir, o modeli, bu modeli, İskandinav modeli, Finlandiya modeli ve veya Alman modeli. Esasında “k12.tr” uzantısından dahi habersiz olan söz konusu sözde fikir beyan edenler; emperyalizmin ezici kıskacı altında bir ülke olduğumuzu bilseler de bilmemezlikten gelirler ki gerçekten bilmeyenlere sözümüz olamaz da bildiği halde bilmiyormuş gibi yapanların da iyi niyetli olduklarına inanmak ise abesle iştigal olur.

 

Ülkeler birbiriyle bağlantılıdır o konu şüphe götürmez bir gerçek. Eğitim sistemleri birbirleriyle entegre olursa mezunların denklik problemi olmaz.

 

Birbiriyle eşit şartlarda olanlar; eşit şartlara sahiptir ve eşit şartlarda olanlar eşit şartlarda sınavlara girerse, eşit şartların sağladığı durumlardan istifade ederlerse adalet sağlanmış olur ki bizde bölgesel farklar, kişisel farklar ve bu farklar arasındaki dengesizlikler genellikle dile getirilmek için getirilir ve çözüme yönelik kararlı sözler genellikle bir bakan en fazla bir parti değişimine kadar sürer. Bürokratlar genelde kadrolu ve aynı kişiler olmalarına rağmen bir anda fikirler değişir, değişebilir. Bizde fikirler duymak isteyenin, duymak istediği şekilde söylenir.  Aksi halde yükselmek, yükselebilmek mümkün olmadığı gibi zıt fikirler demokrasi kültürü sadece tatlı bir rüya olduğundan cezalandırılmaya tabidir.

 

Süreklilik değişkenlik gelişme üzerine, gelişim üzerine, belli bir iskelet, yapı üzerinden devam etse elbette buna kim itiraz edebilir? Ancak tamamen birbirinin zıddı uygulamalar çalışanları başladığı yere mıhlayan bir anlayışa sebep olur. Kim yarın değişeceğini bildiği yasayı okumak ister? Kim yarın değişeceğini bildiği sistem üzerinde kendini uzmanlaştırmak ister? Pek az kişi. Diğerleri ne yapar? Günü kurtarır. Dün olduğu gibi, bugün olduğu gibi, yarın olacağı gibi.

 

Malum hemen her zaman meslek okulları ilgi konusu olmuştur. Esasında herkes o okullardan kalifiye yetişmiş teknik personeller bekler. Ancak bu durum 80’lerden sonra vasfını yitirmiştir bu da kabul edilir. 12 Eylül astığı astık, kestiği kestik, polis veya itfaiye sireni duyunca kaçacak delik arayan bir nesil yetiştirdiğinden bırakın belli bir kesim fikrini özgürce açıklamayı tamamen korku ikliminin yetiştirdiği fikri olmayan kişiler, özgüvensiz bir toplum, sorgulamayan bir halk ve aynı zamanda boşlukları arabesk ve arabeskin yan kolları ile doldurulan ayarlı, planlı bir edebiyat, planlı bir sanat, planlı bir kültürel ortam inşa etmiştir.

 

Türkiye’de ünlü yapan adamlar da bellidir, ünlü yapan kadınlar da bellidir. Bu kişiler dikkat edilince aynı yerlerden el alan, aynı yerlere el açan kişilerdir ki topluma kanaat önderi olarak sunulan zaman zaman liderlik verilen kişiler bırakın örnek alınmayı yaşadıkları hayatlar ve şekilleri ile toplumda olsa olsa en kötü örnek teşkil edebilirlerdi ama her iktidarın sarıldığı tiplerin aşağı yukarı aynı olması işin mizahi yönünden ziyade, birbirinden farkı olmayan uzaktan kumandalı aktörlerin kuşağında, yörüngesinden çıkılamadığının anlayana en bariz kanıtı olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 11.

 

Eğitim Sistemi Üzerindeki siyaset etkisi; elbette hesap verenler kendilerini yaşatacak sistemi inşa etmekte özgürdür. Burada esas olan kriter işin ehline verilmesi şeklinde olmalıdır. İyi şoför olmayan birini şoför yapabilirsiniz, şoför kötüyse işe geç kalır, arabayı duvara vurur ancak binlerce, milyonlarca insanın kaderini değiştirecek kararları alanlar hatasız ya da en az hata yaparak işlerini yapmak zorundadırlar.

 

 

İŞİN EHLİ PROBLEMİMİZ

 

 

İşin ehline verilmesi, sağlıklı her işletmenin, sağlıklı her düşüncenin, sağlıklı her ülkenin ve de kendini İslam’la bütünleştirdiğini iddia eden her Müslüman toplumun yapabileceği, yapacağı eylem tarzı denilebilir.  Müslümanlar için bu husus ayrıca önemlidir. Çünkü “sünnet, sünnet diye kendini yırtanların” bileceği en önemli sünnetlerden biri de budur. İşin ehline verilmesi.

 

Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyetin son elli yılında belki daha fazla bir zaman diliminde işin ehline verildiği bir dönemden ziyade “adamın, adamı, hamili kart yakını” toplumu olarak yaşayıp gidiyoruz. Haliyle sünnete karşı gelmek de bu millete ciddi ve sürekli altından kalkılamaz yükler yüklemekte ve görünen o ki daha fazla yükler yükleyecek görünmektedir. Daha ne olabilir denilebilir? Daha ne gördünüz diye cevaplar da gelebilir. Şahsen ben dünyada insan hırsı, bizde de bana ne, bize bir şey olmaz, bizden bir şey olmaz, bana dokunmayan yılan anlayışı olduğu sürece yaşanacakların yaşananlar yanında hiç mertebesinde kalacağını düşünüyorum ki en büyük dileğim de yanılmaktır.

 

İnsanların kusurlarıyla barışık olmaları anlaşılabilir bir durum. Hayatı kendi kendine zindan etmemek adına faydalı bir davranış şekli. Problem olan ise insanın, toplumun kusurlarıyla övünüyor olması ki biz de nasıl olduysa kültürel erozyon, kültürel çöküntü sonucunda toplum olarak kusurlarını düzeltmek yerine onunla övünen bir toplum olma yolunda hızla ilerliyoruz ki gelecek adına son derece kaygı verici bir durumda olduğumuz söylenebilir…

 

Rövanş peşinde koşan insanların yaşadığı bir toplum inşa edildiği zaman insanlar doğru yanlış ya da biliyor bilmiyor işin ehli ya da değil bakmaksızın en sürekli bir hal etme, yenme, alt etme daha da kötüsü yok etme üzerine yoğunlaşabiliyor ki işin ehli problemi bittiğinde ya Türkiye Cumhuriyeti tarihe karışacak ya da şahlanacak iki ihtimalli keskin bir yol üzerinde ilerlemeye devam edeceğiz. Bizler işin ehli işin ehli diye yırtınırken,  Türkiye sınırları içinde kim bilir ücreti kendi patronlarınca ödenen kaç tane işin ehli işini yapmaya devam etti ve ediyor.

 

İşinin ehli problemdir. Bir konuda uzmanlaşmayı gerektirir. Dünyada bir konuda nasıl uzman hale geliniyorsa o şekilde uzman olunmalıdır.

 

Bu da eğitim merkezlerinin yaygınlaşması, daha fazla deney, daha fazla gerçek ürüne odaklanılarak üretim odaklı çalışmayla olur. Uzmanlık pratik gerektirir. Pratik uygulama arttıkça uzmanlık seviyesi de artar. Örneğin uçak pilotluğu konumuz olsun. Uzman pilot olup da insanın hiç uzmanı olduğu uçağı uçuramayacağı düşünülebilir mi? Aynı şekilde uzman doktor, insan cerrah olup üstüne uzman olup da ameliyat yapamıyor olamaz en azından uzmanlığını aldığı konuda yeteri kadar işlem yapmış demektir. Bizde modadır, bizde uzman olur, diğer ülkelerde çalışır, o ülkelere yüksek katma değer sağlar. Söyler misiniz? Bu nasıl bir hasta bakış açısıdır? Bir köylü, bir çoban olarak buna ben bile razı olmam.  Benim elime doğmuş buzağı, büyütmüşüm, ona ellerimle, biberonla süt vermişim, koruyup kollamışım. Düve olana kadar ben bakmışım hatta gidip cins bir boğa için de bedel ödemişim. İnek olmuş, buzağı doğurmuş. İnek buzağısı ve sütüyle gidip başkasına süt veriyor. Bir ülke değerli insan gücünü başka ülkelere böylesine kolayca kaptırır mı? Böyle bedava başkasına verir mi?

 

Zor konular! Çok zor konular. Bu olayın bir tek açıklaması var. O da kesinlikle şudur. Bir ülke sadece silahla fethedilmez. “Kültürel fetih” kılıçla yapılan fetihten kat kat üstün bir fetih eylemi olduğundan fethedilen beyinlerle yönetilen toplumlara asker göndererek elindekileri almaya da gerek yoktur. Onlar zaten gelir, size verirler. Mevzu Afrika ve Afrikalı olsaydı biz pekâlâ bir güzel ahkâm kesebilirdik. Fransızlar şöyle sömürüyor, böyle sömürüyor falan diye. Mevzu kendimiz olunca gerçekleri kendimize söylemek kadar ağır olmayacağı için konuşmak kolaydır. Gerçekleri ortaya koymak cesaret işidir. Bilimsel problem çözme tekniğinde belirli bir taraftarlıkla bakış açısı da sağlıklı bir bakış açısı olmayacağından sonuca götüremez. Götürdüğü sonuç gidilmesi istenen sonuçtur. Bu da koyun sahip ilişkisinde sahip ve koyun arasında kalmakla eşdeğer bir tutumdur. Yaylada her inek akşam doyduğunda evine döner.  Kendi iradesiyle dönmesine kendi iradesiyle döner de bu kime fayda sağlar olayıdır gerçekte olan.

 

 Kültürel olarak fethedilmiş bir toplum olduğumuz gerçeğini anlamadan üreteceğimiz bir gerçek, bize fayda sağlayan fikir ürün olamaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 12

 

Bölgeler arasındaki imkânlara ulaşmada eşitsizlik. Hiçbir insan doğduğu yeri, annesini, babasını, memleketini, doğum çevresini seçemez. Her ülke için geçerli olan bu kural, mevzu bir ülke olunca daha özel bir durum içerir.  Bölgesel farklılıklar ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına dair yapılacak en doğru adım, problemi kabul etmektir.  Eşitsizliklerin körüklenerek ucuz işgücünü daha da zor duruma düşürülen insanlar sayesinde karşılamak tüm dünyanın hatta en fazla da modern dünyanın uyguladığı bir uygulama olmakla beraber insani ve vicdanlı değildir.

 

Bölgesel farklılıklar, farklılıklar üzerinden psikolojik üstünlükler kurma yarışı bu ülkenin tamiri en büyük problemlerinden birisidir.

 

Farklılıklar problemi bu problemi kullanmak isteyenlerin köpürttüğü işlerine geldiğinde kültürel farklılık adı altında topluma bir zenginlik gibi sunulduğu durumlar olsa da bu durum birlik, ülkede ortak hars üretemiyorsa bir problem haline gelir. Farklılıklar problemi o kadar çok kullanılan bir özelliktir ki köyden kalkıp şehre giden, direk şehirde bir akrabasını, bir köylüsünü bulamadığı zaman kendini oraya ait hissedemez. Özellikle büyük şehirlerde büyük şehir kültüründen tamamen uzak kendi başlarına yaşayan köyler ortaya çıkmıştır. Köyden kente gidenler ne kentli olabilmişler, köyden ayrıldıkları için tarımsal üretimden kopmuşlardır. Bu tür çoğunluk içinde birbirinden kopuk yaşayan azınlıklar ne modern kentli ne köylü, ne de tam olarak kentli olabilmişlerdir. Kendi dünyaları olan, kendi kendilerinin farkında olmayan aynı zamanda şehir ortamına, şehir yaşantısına uygun mesleki yeterlilikleri olmadığından tam olarak bütünün parçası olmak yerine azınlığın bir parçası olagelmişlerdir.

 

Kendi küçük dünyalarında adeta onları kültürel olarak pazarlayan, onlara vatandaş hakkını bir farklılık gibi sunan ve bunun üzerinden komisyon olarak ihale, daha fazla imkân, daha fazla maddi değer ve koltuk hakkı elde eden gerçekte modern şehircilik anlayışına uymayan bir komisyonculuk türü ortaya çıkmıştır.

 

Büyük şehirlere köyünü götüren insanlar, köyden geldikleri için uzunca bir zaman şehir hayatına uyum sağlayamamış, şehir hayatına tam uyum sağladıkları zaman ise bu defa da köye dönüş planları yapmaya başlamışlar, çift-çubuk alışkanlıkları kaybolduğu için, köye dair yeterliliklerini zaman içinde kaybettiklerinden köyde de üretici olamamışlardır. Kendi içinde sürekli göç planları yapan Türk, yazın yaylaya çıkmak ister, biraz parası olsa Ege’ye Akdeniz’e göçmek ister. İstediği yerde bir türlü çevre oluşturamayan insanlar ise bulundukları yerden de kaçmak ister. Ya o hep ötekidir ya da kendisi ötekidir ki bu toplumu yöneten demeyelim de bu toplumu yönetmeye çalışanların kullanacağı en büyük silah da farklılıkları daha da kışkırtmak ve de söz konusu farklılıkları birleştirmek yerine bu farklılıklar her zaman daha da kışkırtılmıştır. Ucuz siyaset peşinde koşanların bunca yıl nasıl doğru dürüst halka bir şey vaat etmeden nasıl iktidarda kaldıklarını ciddi bir şekilde araştıran bir araştırmacının göreceği şey karşılıkların ateşlenerek sürekli öteki yaratılarak toplum kesimlerinin bir ve birlikten ziyade öteki kavramları ile halk kesimlerinin sürekli birbirine düşman edilmesi, kızıştırılması ilkesi yatar dense yeridir. Taraftarlarını doğru şekilde yöneten kişinin doğru olması önemli değildir. Yeter ki başkalarına korku salabilecek kadar gözü kara olsun yeter! Bu gözü ak, gözü kara mevzusu da ayrıca başka bir tiyatrodur ve genellikle tepeler anlaşarak büyük pastayı götürürken küçükler de taraftarlık ödüllerini, zekâları ve işe yararlılıkları mertebesinde alırlar.

 

Şehirler özellikle büyük şehirler her türlü suçun merkezi haline gelmişlerdir. Örneğin ben 1991 yılında Ankara’ya geldiğimde Emniyet Genel Müdürlüğüne çok yakın bir otoparkın mafya tarafından işletildiğini öğrendiğimde çok şaşırmıştım ki normalde demokrasisi düzgün çalışan, vatandaşları kul olmayan, vatandaşları gerçekte ötekileştirilmeyen ülkelerde böyle bir mevzu söz konusu dahi olamaz. Gerçi aradan geçen otuz yılda Türkiye’de çok değişimler tam oldu derken, söz konusu ötekileştirmenin yarattığı mafyalar son zamanlarda seslerini daha bir gür çıkarır oldular. Birçok sanayileşen şehrin ortak sorunu şehir içinde farklı şehirden gelenlerin çatışmaları ki bu durum bazı yerlerde zaman zaman basına yansımasa da farklı şehirlilerin birbiriyle kitlesel çatışmalarına neden oluyor.

 

Ötekileştirilen bir insan, insan sıfatından ziyade başka bir şeye dönüştürüyor. Burada tabiri caizse şu sıralar köpek eğitimi yaptıran ve özellikle insanı ısırmak üzere eğitilen köpeklere ne tür eğitim verilmişse insana da gayrı resmi bu eğitim verilmiş oluyor ki karşıtlık duygusu insana doğru dürüst, dost, arkadaş ve hatta sevgili seçme imkânı tanımıyor. Aynı zamanda insanlar ev alırken dahi mahallede kimler yaşar ona göre karar veriyor ki bir şehir sırf ötekilerin yaşadığı mahalle diye binalar aşağı yukarı aynı bina olmasına rağmen üç, beş, belki de yirmi kat fiyata alınıp satılıyor ve tüm bunlar sağlıklı ve demokrasiyle yönetilen ülkelerde normal karşılanıyor. Bu sadece bize özgü bir problem olmamakla beraber 1980 Askeri İhtilalinden sonra iyice etkisene girmeye ant içtiğimiz “Anglo-Sakson” kültürün hâkim olduğu coğrafyalarda en bariz şekilde bir şekli bizde de yaşanmaktadır. Lakin baş başta iken pek sırıtmıyor ve birlik kurmaktan ziyade yüzyıllık planlarını eksiksiz kültürel, teknik, pedagojik şekilde her aşamada tamamlamış olan toplumlara elbette fayda sağlarken, bizim gibi harcı hoşgörü, atalar öğüdü birlik beraberlik olan bizlerde hem iğreti duruyor hem de bir ve tek toplum olma özelliğimizi oluşturma çabalarının boşa çıkmasına sebep oluyor.

 

Şeytan işini ufacık bir ayrıştırma, ötekileştirme tohumuyla atıyor. Bu tohum öylesine etkili bir tohum ki insanlar ölene kadar gerçek düşmanlarını asla bilmeksizin kendileri gibi sıradan insanları düşmanları olarak algılıyor ki istenen de budur. Gerçek düşman başka nasıl bu kadar mükemmel bir şekilde gizlenebilirdi ki?

 

Ötekileştirme üzerinden şu anda Türkiye’de insanların doğum yerine yaşadıkları yere göre, gelir seviyelerine göre bir algoritma ile siyasi eğilimleri, hangi partiye oy vereceklerini dahi aşağı yukarı tahmin etmek güç değildir ki bizdeki seçim sonuçları en doğru şekilde nedense Amerika ve İngiltere gibi batı ülkelerince önceden tahmin edilebiliyor. Bu topluma yapılacak en büyük düşmanlık ötekileştirmektir. Gücü, sermayesi, yetişmiş insan sayısı ile bu bölgede (yani Anadolu’da, Medeniyetler Yurdu, İmparatorluklar Mezarlığında) zor olduğu bilinerek gücün bölünmesi parçalanması elbette bölgede yaşayan halk için fayda getirecek bir eylem tarzı olmayacağından bunun bir ihanet adımına işaret olabileceğini düşünmeliyiz.

 

Ötekileşen ötekileştirilen toplumlar normalde kendilerine mubah görmeyecekleri her şeyi başkalarına mubah görebilirler.

 

Başka?

 

 

Ötekileştirme sadece yönetim problemimiz değil, adaletli paylaşım, adaletli karar verme mekanizmamızı da sekteye uğratan en büyük problemlerden biridir. İster eğitimli olduğunu sanan kesim olsun isterse eğitim kesim kararlarını önceden güdülendiği yanlışlar üzerinden veriyor ve kararını adalet üzere değil de hemşerim, köylüm, cemaatim, partilim şeklinde veriyor ve karar verirken adalet terazisinin şaşmasına yardımcı oluyorsa ya da adalet terazisini isteyerek yanıltıyorsa yaptığı işten sadece kendisi değil tüm toplum zarar görecek şekilde bu durum tecelli ediyorsa kim doğru bir şey yapıldığı iddiasında bulunabilir ki?

 

Eğitim ancak tarafsızlık adalet ilkesi sorunsuz çalıştığında mükemmele doğru adım atabilecek ürkek bir ceylandır. Henüz yürüyemeyen bir ceylanı vurmak, öldürmek için yapılacak en doğru şey adalet mekanizmasını doğru çalıştırmamaktır. Yetenekleri görmezden gelerek ötekileştirerek, fırsatlardan yararlanma, herkese eşit olma prensibini çiğnemektir ki ne yazık ki okullara gönderilen ödeneklerden, yardımlara kadar neredeyse her alanda var olan tüm problemleri açığa çıkarsak ki bu durumda adaletten bahsedilemeyeceğini görür ve ikna oluruz lakin derdimiz demokrasi ve çoğunluğun sözleri arasında yok olabilir ki demokrasi çoğunluğun sesinden ziyade yasaların ve doğrunun sesi olduktan sonra çoğunluğun sesidir ki bu bile özünde çelişir çünkü çoğunluğa karşı doğru olmayan ancak gerçekte doğru olan yasa haline getirilen bu yasalar da çoğunluğun marifetiyle değiştirilebilir. Bu durumda Türkiye coğrafyasını vatan olarak düşünenlerle, Türkiye’de sömürge valisi olarak bulunanlar arasındaki farkı algılamak bırakın halkı, eğitimli kesim için dahi anlaşılamayacak kadar karmaşık ise kime ne diyeceğiz?

 

Normalde insanların hepsine insan, önce insan olarak bakmayı ilke edinmek istedim ve bu kararı verirken de insanların, renklerinin, dinlerinin, dillerinin o kadar da önemli olmadığını anladığım zaman net olarak karar verdim. İnsan her yerde insan. Macar bir kız, Macaristan’da bize tercümanlık yapıyor. İzmir’de okumuş. Türkçeyi ve Türk Kültürünü de sevmiş ama hala diyor ki “siz de gelip bizi işgal ettiniz.” Tarihi bir geçmişi, tarihi bir altyapısı olan bu düşünceyi bir anda değiştirmek mümkün değil tabi. Kızın ekonomik durumu pek iyi değil, öyle ki bizimle yemek yiyor ama kendi payını annem döneri çok sever diye yemeyip paket yaptırıp annesine götürüyor. Yirmi yaş üstü bir genç kız bu, ayağında bez bir spor ayakkabı var ve ayakkabı yanlardan delinmiş neredeyse çorabı görünüyor. Anne öğretmen emeklisi baba mühendis, ağabeyi başka bir işte çalışıyor. O zaman şöyle düşünüyorum bu kız; böyle bir kızcağız hoş erkek de olabilirdi şimdi benim düşmanım mı oluyor? Bu zavallı insan neden benim düşmanım olsun diye düşündüğümü hatırlıyorum, aynı şeyi, aynı durumun benzerlerini Romanya’da, Polonya’da, İsveç’te kısacası Avrupa’nın tüm ülkelerinde yaşadım. Karar verdim ki aslında halklar birbirine düşman değildir. Halklar birbirine karşı en fazla kültürel olarak doldurulmuştur o kadar…

 

Dünyada kendi karnını doyurmak için ülke, ülke dolaşan insanlar neyin kimin düşmanı olabilirler? Olmazlar demiyorum ama onlar sadece birer araçtır. Amaç sahibinin verdiği görevi gerçekleştirecek araç. Bu araçlarda kullanılan motivasyon şekilleri, din, milliyet, bölge, kültürel kodlar ve elbette eğitim de başlı başına ayrıştırma aracıdır ki başka toplumlar bize karşı bu silahı kullanırken biz başka toplumları örnek almaya çalışıp, onlara benzemek için can atarken, kendi halkımızı birbirine karşı ötekileştiremeyiz. Ötekileştirenlere de iyi gözle bakamayız, bakılamaz.

 

Herkes, her millet, eğitimli veya eğitimsiz kendi fikri olduğu şeyleri savunur. İddiaları odur ki fikir kendilerinin özgür fikridir!

 

Gerçekte öyle bir şey yoktur; burada ancak fikirlerimize yön veren düşünce aşamaları, yaşadığımız toplum, toplum içinde yaşadığımız şartlar bize bir takım çıkarımlar sunar. Bilimsellikten uzak toplumlarda akılcılık yerine başka değerler karar verir ama yine de karar, karardır.  Mevzu bir toplumda ötekileştirme temelli ise kesinlikle orada huzur istenmediğinin, orayı istendiği zaman karıştırmak üzere bir çakmak alevi ya da nifak tohumunun yeterli olduğunu eğitimli insanların, hele de bu ülke aydınlarının anlamaması imkânsızdan öte bir şeydir ki ötesini ifade etmek istemiyorum.

 

Ötekileştirme adalet duygularının rafa kaldırılmasını, yapılan her davranışa bir bahane üretilmesini sağlar ki adalet duyguları aşınan bir toplumda kendini açık olarak bir cepheye ait olarak hissettiğinde artık ondan adaletli bir davranış bekleyemezsiniz. Adaleti inşa etmeye toplum temeline dinamitleri yerleştirmekle kalmaz, var olduğu sürece sürekli bir kavga, hali sürekli kargaşa, sürekli huzursuzluk hali inşa edilmiş olur ki o toplum bırakın bilim üretmeyi kendi kendine ayakta durabilirse bile başarıdır. Biz böyle bir toplumuz…

 

Ötekileştiren, birbirini yok sayan, düşman sayan, adamdan saymayan bir toplum inşa etmeyi, dinimize, atalardan gelen yazılı sözlü uyarılara, Orhun Yazıtlarından, Kutadgu Bilig’e kadar hemen her yerde birlik beraberlik öğütlenmiş, Mevlana ne olursan ol gel demiş, evrenselci bir bakış ortaya koymuşken Türk Milleti diye bir millet vardı ve şu anda dünyaya nizam, düzen veren, dünyaya ayar veren milletler; İngilizler, Almanlar, Ruslar henüz tarih sahnesine çıkmamışlardı. Nedeni nedir, bu duruma düşmemize sebep nedir? Eğer bunu, bu en önemli sorunumuzu Türk milletinin münevverleri çözmeyecekse, İngiliz, Fransız, Alman ve de Temel bir fıkrada ayaküstü bekleyin ki çözsünler!

 

Türk olmak, bu topraklarda doğmak, bu toprakların ekmeğini yiyip suyunu içmek, bu ülkeye karşı kendini bilen herkese büyük bir sorumluluk yükler. Aldığı eğitim neticesinde insanın ülkesine hem sorumluluğu hem de bağlılığının artması beklenir. Bu sorumluluk bir maddi bedel karşılığında satılamaz, bir yerlere yükselmek için feda edilemez. Eğitimin sadece olumlu yönleri yok elbette, olumsuz yönlerinden biri de özellikle bu topraklarda eğitimli olmak için mecburi feda edilerek birçok yanlışa da çeşitli insan gruplarımızca imza atıldığını belirtmek zorundayım. Eğitim önemli olmasına rağmen her ülkede eğitimliler ülke kalkınmasına büyük fayda sağlarken bizde devşirme eğitimlilerin, yabancı istihbarat servislerinin finanse eğittiği eğitimlilerin her kesimi resmen içine hapsettiği de bir gerçektir ki bizde eğitim halka daha fazla bağlılık içermesi gerekirken halktan uzaklaşma şeklinde tezahür eder.

 

Eğitimle insanlarımızı daha fazla sevdirmeli, insanlarımızın birbirine daha fazla saygı duymasını sağlamalı, insanlarımızı birbiriyle barıştırmalı, öteki kilidini açacak anahtarlar üretmeliyiz. Biz durumun farkında eğitimcilerin yapması gereken, üretmesi gereken belki de en önemli üretimlerden biri bu sihirli anahtar olabilir. Bunu biz eğitimciler yapmazsak bilmeliyiz ki hiç kimse yapmayacaktır.

 

Neden yapsın ki!

 

Bölgesel farklılıklar ha denince ortadan kalkacak bir durum değildir. Neticede yüzlerce yıllık ihmal edilmişlik olsun denince olacak bir durum değildir. Bunu çözmek imkânsızdan öte bir şeydir. 21. yüzyıl hele de günümüz yaygın anlayışı sadece kazanç ve oy olduğundan oy getirmiyorsa yatırım yok, sonucu değiştirmeye yetmeyenleri başka araçlarla terbiye, olmadı tehdit o da olmazsa tahliye et yöntemi uygulandığı ve sayılı beş on şehre yatırım yapıldığı söz konusu şehirlere taşıma işçi sağlanarak durum kotarıldığı sürece bölgeler arası farklar ortadan kalkmaz.

Bölgesel farklılıkları kısa vadede ortadan kaldırmak mümkün değildir. Kısa vadede farklılıklar sadece, hizmetle ve adaletle giderilebilir. Sağlıklı eğitim ortamlarına ulaşım, sağlık ortamlarına vatandaşların ulaşımı kolaylaştırılırsa bu da bir çabadır. Elbette devletin bu durumu farklılıkları kaldırmak üzere sadece eğitim değil, işe girişlerde kamuya girişlerde adaletli bir sınav, adaletli bir yarış şartları düzenlenmeli, tüm mülakat sınavları da dâhil tüm sınavlar kamera kontrollü ve itiraza açık olmalıdır. Adalet sadece mülkün değil, toplumun devletin temelidir. Bilinmeli ki adalet terazisini bozanlar, bilerek ve isteyerek bozanlar, şeytanın emellerine hizmet eden, sıfatları her ne olursa olsun; devletin temeline dinamit koyan bencil, haris alçaklardır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PROBLEM 13.

 

Sürekli sayısal verilerle ihtiyaçları bir otomasyon dâhilinde yönetmek günümüz şartlarında daha da mümkündür. Hatta veriler doğru yüklendiyse bazıları için sır olan bilgiler işin uzmanı olanlara tek tuş uzaklığındadır. İhtiyaç fazlası her üretim, buna teknik personel de dâhil pazarda değeri düşen bir duruma düşer. Bu durumda kişiye yatırım yapanların emekleri de boşa gider. Bu durum yapılanların yanlışlığından değil, fazla üretimden dolayı arz talep dengesinin korunmamasından kaynaklanır. Yüz nüfusa sahip köyde on berber olsa, her biri bu durumda en fazla kendi koyununu kırkar.

 

Günümüzde veriler dijitaldir ve sistem aslında anlık, saatlik, aylık, yıllık olarak izlenebilmektedir. Aynı durum bir yazılımla, nüfus verileri, büyüyecek sektörler, büyüme potansiyeli olan sektörler hemen her ihtiyaç dikkatli uzmanlar tarafından hesaplanabilmektedir. İnsan sayısını, personel ihtiyacını belirlemek de öyle uzun zaman alıcı bir şey olamaz, yeter ki sahadan sağlıklı veriler gelsin.

 

Yetiştirilen ve işsiz kalan on binlerce personel, eğer ki ihtiyaç yoksa neden böyle okullar var, eğer ihtiyaç şişirilmişse bunu yapanların hesapları nelerdir?

 

Son zamanlarda binlerce mezun, kamudan iş beklemektedir. Kamudan beklenen sayıda personel alımı yapmamaktadır. Özellikle öğretmen olarak mezun olan vatandaşlarımız, sınavlar ve sınavların adaletsizliğinden bu denli bunalmışken, derme çatma özel okul kapılarında açlık sınırının altında çalışmaya zorlanmaktadır ki neredeyse eğitimi tamamen ticaret olarak gören, işadamları hem eğitim devlet okullarının adını kötüye çıkarırken kurumsal özel okulların da isimlerinin kötüye çıkmasına neden olmaktadır. İddialar korkunç düzeydedir. Not alınıp satılması, öğretmenleri öğrencilere yüksek not vermesi için baskı yapılması, aksi halde öğrencilerin okulu terk edeceği, öte yandan öğrencilerin öğretmenleri saymaması, onlara babalarının verdiği parayla maaş alan dolayısıyla kendilerinin bir nevi bakıcısı, bir nevi hizmetçisi olarak gören bir anlayış da son yıllarda özellikle lise ve üniversite öğrencileri arasında iyice peyda olmuş bir davranış şeklidir. Bu özel okullarda öğrencilerin öğretmenlere patronluk taslamaları ilkokul ve anaokulu sıralarına kadar inmiştir. Burada okulun adının ne olursa olsun sadece eğitim veren kurum olması, not veren, ölçme değerlendirme yapan kurumla eğitim veren kurumun ayrılması gereği, gerekliliğidir.

 

Bu coğrafyadan torpilin, kayırmacılığın adı kalkmadıkça, ne Türk yükselebilir ne İslam! Coğrafya ayağa kalkamaz, insan özgürleşemez. Çünkü hem Türklük hem de İslam doğru yolda ilerleyebilir. Bir toplum ancak doğru yolda ilerleyebilir. Sayılar ve istatistikler veriler doğru girildiğinde yalan söyleyen şeyler değildir.

 

Matematik bilimi bu dünyanın işi, bu dünyada fizik, kimya ve coğrafya kuralları kısaca Allah’ın yarattığı âlem doğa kurallarıyla uyumlu yine Allah’ın yarattığı şu anda bilinen veya gelecekte bilinecek olan, keşfedilecek yasalarıyla bir bütündür. Biz sadece bilmediğimiz zaman öyle olabilir diye kuruyor sonra da kurduklarımıza inanıyoruz. Bu durum bir yalan atıp, kendi yalanına sarılanları andırır. Bazen de Hıristiyan dünyanın Ortaçağ’da inananlarına yıkanmayı yasaklaması ve her yıl binlerce insanın sırf herhangi bir temeli olmayan dünya şartlarıyla tamamen zıt olan kuralları insana dayatmayı akıl eden ve sırf yanlışta direttiği için pislik içinde bir Avrupa, verem ve bir sürü bulaşıcı hastalıktan dolayı ölen milyonlarca dine inanan.

 

Bir rehber yanlışsa takipçilerini uçuruma sürükleyebilir, onları öldürtebilir. Maazallah kargayı kılavuz edenlerin, derler ki burnu gül kokusuna hasret kalır… Bir millet en çok da kendi kendine sağlıklı karar verdiğini düşündüğünde zarar görebilir ki zamanımız sadece mide ve mide gibi sadece organsal doyuma kilitleyen din adamlarımız da kendi Ortaçağlarından çıkıp insanın ödüllendirilmesinin sadece Huri, Nuri, Şarap, Üzüm ile ödüllendirilemeyeceğini de anlarlar.

 

İnsanı yükseltmek batılı değerlerle mümkün olsaydı, batı insanının yaptıklarına da bakmak lazım. Onların her türlü değerini almayı beceren milletimiz, ne hikmetse bilimine dair herhangi bir şeyi henüz alamamıştır. Uzun zaman da alamayacak gibi görünmektedir.

 

Doğu doğudur, batı da batıdır. Mesele okumak, mesele benzemek değildir. Mesele olmaktır. Olmak ise kendini bilerek, kendi değerlerini tam olarak bilerek olmak, başkalarına karşı saygılı, hoşgörülü olarak olmak gerek. Batılı değerler, batılı değerler diye diye kılık kıyafet olarak bir tarafımız batı, bir tarafımız Suudi Arabistan ki aslında bu durum olmak değil, benzemek olabilir. Altına benzer ama altın değil diye bir şey altınla moleküler yapısı anlamında molekül kurmak zordur. Aynı değildir. Hayvanlar âleminde, maddeler âleminde insan haricinde hiçbir canlı diğer canlılara kadar benzemek için uğraşmaz.

 

Kültürel bir bastırma, kültürel etkileme o kadar yaygın ve bozma bozulmaya o kadar müsaittir ki durum sanıldığı kadar değil, sanıldığından da ağır bir vakadır. Yoğurt bozulsa ekşir, ekşiyen yoğurttan dahi bir şeyler yapılır. Ancak insan sütse, bozulduğu zaman zehir olur, kendi kendini yok etmeye hazır ve nazırdır ki dışarıdan herhangi bir darbe gelmesi gerekmez.

 

Ürettiğimiz şey önemlidir, tükettiğimiz şey ise ürettiğimiz şeyden daha önemlidir. Önemli olan kendiyle barışık bireyler yetiştirmektir. Düşünün bir tüketim bağımlısı, alışveriş delisi bir toplum ne kazanırsa kazansın, gelirleri asla giderlerini karşılayamaz. O zaman da ürettiğinizin bir anlamı kalmaz. Adam yıllık hasılatı cebine koyup birkaç günde pavyonda yiyorsa, bir sezon boyunca çalışsa ne olur çalışmasa ne olur? Para kültürle birlikte gelirse kaymak tutar. İnsanlarımıza hayatın yemek içmek, daha lüks şeylere sahip olmanın hayatın tek gayesi olmayacağını da öğrettikten sonra mı eğitimine başlasak!

 

Üretim önemlidir, planlı üretim de önemlidir. Çoğu insan üniversite hayatının bir zevk-ü sefa hayatı olacağını düşünebiliyor. Gerçek üretimin içinde olmayan, gerçekte henüz bir toplu iğne üretimine dair gerçek bilgilere sahip olmayan insanlar, ellerindeki belgelerle kendilerine vasıf verildiğini düşünüyorlar ki mevcut sistem sadece bizde değil, tüm dünyada insanları kandırıyor. Gerçek eğitim kişide kendini gerçekleştirme sağlandıktan sonra verilebilecek bir faaliyettir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONUÇLAR:

 

Dünya değişiyor, biz benzeşiyoruz neye olduğunu bilmediğimiz bir şeylere dönüşüp duruyoruz. Seksenlere kadar çoğumuz elektrikten bihaber gaz lambası ışı altında ders çalışırken, nispeten büyük şehirdekiler şanslıydı. Birileri henüz görmemiş, birileri görmüştü. Herkes kendine bir iş, bir uğraş edindi. Kimi istediği için oldu, olabildi, keza onlar şanslıydılar. Diğerleri ise sınavlarda ne tutturdularsa ya da sınavlardan bir sonuç ya da umut beklemeksizin kendi yolunu kendinden önceki rehberlerine göre yollar belirlediler. Ama şunu pek kestiremediler. Hayat yolu çocuklukla birlikte döşenir. O temeller aile tarafından atıldı, çevre tarafından atıldı, okuldaki öğretmenler tarafından atıldı.

 

Bizler çokça uzunca bir zaman fikri sorulan olmadık. Fikir sahibi olmadığımıza biz o kadar inanmıştık ki nedenlerini sorgulamaya başladık. Biz kim miyiz? Çünkü bu ülkede son derece isabetli tavsiye verecek kişiler dinlersiniz de nedense bizde insanlar fikirlerini sadece yakın çevrelerinde ve aile içinde konuşur, sözde kalan söz üretirler. Korkaklık bizim içimizde öyle bir yerleştirilmiştir ki Allah’tan kork, kuldan kork, büyükten kork, küçükten kork. Kork da kork. Haşa Allah’ta kork derken Allah’tan neden korkmamız gerektiğini anlamamız gerekir. Yani Allah bizi yarattıysa bizi korkutmak gibi bir keyif için bizi yaratmış olamaz. Ödül ve ceza sistemini dahi insanlara bir şekilde bu korkular yasaklar üzerinden verilmesi dahi saçma sapandır.

 

*Bir millete verilecek en büyük armağan üretebilme yeteneğidir. Üretebilme yeteneğine her insan doğuştan itibaren yaşadığı çevre ile kavuşur. Nitelikli bir üretim nitelikli bir mesleki teknik eğitimle olur.

 

*Dünya değişiyor ve sistemler de buna paralel olarak değişiyor ancak özündeki insan ihtiyaçları asla değişmiyor. Bir toplum kendi ihtiyaçlarını karşılamasını öğrenmeli ve mümkün olduğunca kendi ihtiyaçlarını kendisi üretmelidir. Kendi ihtiyacını karşılayamayan toplumlar, başkalarına muhtaç olurlar, muhtaç toplumlar da muhtaç olduklarının emir ve isteklerini yerine getirmekle mükelleftirler. Bu ülkenin gerçek aydının halkına yapacağı en güzel şey onlara verebiliyorsa bir zanaat vermek, veremiyorsa dahi zanaat öğrenmesini tavsiye etmek, kuracağı birlikler, derneklerle bu konuya destek olmaktır.

 

*Ülke ürettiği ve birlik beraberliği kadar değerlidir. Üretimde birlik, altından tek başına kalkılamayan üretimi geçmişte devletin yaptığı devletçilik ilkesi terk edileli yıllar olmuş ancak bunun yerine yerli milli sistemleri üretecek ve milletimizi ayakta tutacak elimizde pek az sektör kalmıştır. Devletin üretimden tamamen çıkması neyse ama üreticilerini örgütlemek, üreticilerini bilimsel ve teknik olarak desteklemesine ilave olarak onları devletin, politik, jeopolitik ihtiyaçlarına göre örgütlemesi hususunda her zaman görev ve sorumluluğu vardır.

 

*Siyasi geleceklerden bağımsız sistemler vardır. Her siyasetçi her şeyi söyleyebilir ancak sonunda birkaç konuda vatandaşlarının güvenlik, barınma, yeme içme, eğitim-öğretim ihtiyaçlarıyla çalışanların çalışamaz duruma gelince yaşamlarını idame ettirmeleri sorunu çözmek zorundadır. Bu durum dahi ancak ve ancak kaliteli mesleki eğitimle olabilir.

 

*İhtiyaç analizleri kusursuz yapılmalı ve ülkenin her tarafı arasında yüzyıllardır bulunan farklılıklar elden geldiğince ortadan kaldırılmalı, insanlar imkânsızlıklar içinde oldukları için başka bölgelere göç etmek zorunda kalmamalıdır. Ülkenin neresi mevzu vatandaşları olduğunda diğer bölgesinden daha değerli, daha torpilli olabilir. Özellikle 1950 sonrası hep batı, sadece batı politikası insanları batıya doğru yığmıştır ancak neticede ülkenin doğusu da batısı da kuzeyi de güneyi de vatandır.

 

*Her bölgede her iş konusunda uzmanlaşması gerekmez. Özellikle tarım alanları verimli olan bölgelerin sanayiye açılmak suretiyle tarım topraklarının yok edilmesi gelecekteki gıda problemlerini öngörmeyen toplumlar için ölümcül hatadır. Tarım yapılacak bölgelerin sırf batı, batılı uzmanlar istiyor diye sanayi tesisleri ile doldurulması büyük bir hatadır ve gelecekte en azından bu hataların tekrarlanmaması gerekir. Toprak kirlenirse gıda ve su kirlenir. İnsanını yaşatamayan, insanının varlığının sağlığını garanti edemeyen hangi toplum gelecekte var olabilir?

 

Mesleki eğitim denince ilk akla gelen şey; teknik eğitim gibi anlaşılır ancak Türkiye’de ciddi verimli ovalar da bulunmaktadır ve tarımda da bilimin katılması, bu konunun özel mesleki alan olarak özellikle tarıma müsait yerlerimizde, ovalarımızda desteklenmesi bunun için ciddi politikalar üretilmesi gerekir.

 

*Mesleki eğitim, sanayiye, tarıma her şeyden önce ülkenin gelecek vizyonuna göre şekillenmeli ve kapatılan teknik öğretmen okulları ülke ihtiyaçları yeniden gözden geçirilerek, alt yapıları personel sayıları ve nitelikleri artırılarak tekrar açılmalıdır.

 

*Teknik eğitim bu ülkede uzun zamandır kötü bir kader veya istenmeyen bir çocuk muamelesi görmüştür. Çünkü bu iş ya da meslekler fakir çocuklarına, kimsesizlere ve genellikle zorunlu olarak para kazanmaları gereken fakirlere layık görülmüş ve toplumda sürekli olarak aşağılanmıştır. Sürekli aşağılanan bir gruptan harikalar yaratmasını bekleyemezsiniz. Kaldı ki aşağılayanların beklemediği kesindir. Ancak bu şekilde ülke savunmasından gıda tedarikine hizmetlerin kalitesinin düşmesine, binaların daha kötü üretilmesine de itirazları olmamalıdır olamaz. Üreten sektörlerin dünyada bu denli aşağılandığı hor görüldüğü bir ülke dünya üzerinde nerededir diye sorarsanız bu ülkeye bir kez daha bakınız. Çünkü aradığınız yer burasıdır.

 

*Teknik ve mesleki eğitimi toplumun her safhasına yayılmaya ihtiyacı vardır ve şu anda Türkiye sadece üniversite mezununu artırmaya karar vermiş bir devlet görüntüsündedir ki üniversite mezunları üniversite sayısı arttıkça nitelik düşmekte artan sayılara rağmen sadece bir istatistiki değer ifade edebilirler ancak gerçekte nitelikleri olmadığı için üretime bir katkı sunmaz. Üretemeyen birisi için yapılan yatırım da haliyle ölü yatırımdır. Bu durumun çok daha fazla sayıda mutsuz insan ortaya çıkaracağı manasına gelir.

 

*İnsanımız kısıtlıdır, kaynaklarımız kısıtlıdır, nüfusumuz yaşlanmaktadır. Enerjimizi, insanımızı, kaynaklarımızı verimli kullanmalı, zamanında eğiterek, üretime hazır hale getirmeliyiz. Olası değişikliklerde, iş alanlarının kapanmasında yeni alanlarda yetişkinleri de hızlıca yetiştirmek gerekir.

 

*Çalışmak bizde nedense hep enayi işi olarak görülmüştür. Çünkü çalışarak zengin olmaya karşı inanç toplumdan bir şekilde silinmiştir. Öte yandan çok çalışmak, iyi ne varsa kötülenmiş ve kötüler iyi örnekler olarak önümüze örnek olarak sunulmuştur. Bu sağlıklı bir toplumun bakışı olamaz ve toplumun eğitime, mesleki eğitime bakış açısı değişmek zorundadır.

 

*Mesleki eğitimin olmazsa olmazı eğitim veren eğitimcilerdir. Eğitimcilerin özel sektöre ait imkânlar da kullanarak yetiştirilmesine azami özen gösterilmelidir. Görünüşte verilen hizmet-içi eğitimler nispeten torpili olanların kullandığı ailecek tatillere dönüşmüştür ki pek çok teknik öğretmen bu konuya sadece bir eğlence olarak bakmaktadırlar. Bu konu acilen çözümlenmeli ve eğitim kurumları müfredat programları ile eşgüdümlü olmalıdır.

 

Mesleki Eğitim her ülkede önemlidir. Ahilik geleneği olan Türkiye gibi ülkede dünyada neredeyse bu konuda ilk derli toplu standartları ortaya koymuş Anadolu’yu Türklere vatan yapmıştır. Bu ülke bize vatan olarak kalacaksa üretimle, daha nitelikli üretimle vatan olarak kalacaktır. Orduyu cephede tutan şey de üretimdir, ülkeyi ülke yapan da üretimdir. Üretim kaliteli olursa, halk kendi ihtiyacını karşıladığı gibi başka ülkelere de satabilir ki bu dünyadaki en büyük yeteneklerden biri kendi kendine üretimle yetebilmektir. Bu da ancak kaliteli bir mesleki eğitim, kaliteli bir bakış açısı ve felsefi altyapı ile gerçekleşebilir.

 

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..