Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Murıya Qunxar

Köyün ortasında; tek katlı yüzeyi çamurla sıvanmış, iki oda, ufacık bir salon ve mutfaktan oluşan küçük bir ev. Aylardan hasat ayı Temmuz olduğundan; güneş sabahın erken saatlerinde ışınlarını biraz dikçe yeryüzüne ve aynı yeryüzünde yer alan bu küçük eve cömertçe yayıp, insanların gözlerini kamaştırıyordu. Bu arada öğleye doğru ise, ortalığı sıcaktan kasıp kavurma planları yapan güneş, yoğun bir çaba içinde pür telaş fokurdayıp; yaratacağı cehennem sıcağı için ön hazırlıklarını yapıyordu. Bu küçük evin giriş kapısının önünde bulunan, bir metreyi geçmeyen ve aynı zamanda merdiven görevi gören; beton iki basamak zamanla çatlayıp, birbirinden iyice ayrılmıştı. Yine aynı evin köşesinde, yağmura karşı killi toprakla örtülü olan damda yer alan çortandan (oluk), kazara da olsa altı ayda bir yağan yağmur sularının yere akmasıyla, hafiften çukur halini alan yerin; hemen yanı başında yuva yapan karıncalar, Ana Kraliçe’lerinin emir ve komutasında şafağın sökmesi ile uyanıp, sıralar halinde dizilerek, sabah içtimasına katılmışlardı. Karınca kolonisinde yapılan görev bölümü ve dağılımının hemen sonrasında, tüm işçi karıncalar verilen emirleri bir an evvel yerine getirmek üzere, dört bir yana dağılmışlardı. Murıya Qunxar (Kıçı Kırık Karınca) da, bu içtimada yer alan binlerce karıncadan biriydi. İki ay kadar önce, mevsimler güzeli baharın gelmesi ile birlikte, o da diğer tüm arkadaşları gibi, güle oynaya yuvasından çıkıp, günlük yaşantısına adım atacaktı ki, henüz beş altı santim yol almışken, ansızın uzaklardan hızla gelen bir taşın altında kalakaldı. Kendisi şans eseri yaralı olarak kurtulurken; altı tane karınca yoldaşı da, bu görünmez kazada şehit düşmüşlerdi. Olay aynen şöyle vuku bulmuştu. O sırada evin alt tarafında bulunan toprak yoldan geçerek, köyün içlerine doğru yavaş adımlarla yürüyen, köy bekçisi Ehmedi Efe’yi gören bu küçük evin köpeği Duman, sabah güneşinin altında keyfince uzanıp, esneye esneye ağzının etrafında kalan sabah kahvaltısında yediği yal kalıntılarını diliyle yalıyor, kafasını iki de bir arkaya doğru çevirip, kocaman gözleri ile sırtında ve kuyruğunda bulunan beneklere bakıyordu. Bu bakışların ardından yakışıklı olduğuna kanaat getirerek, mutlulukla gözlerini hafiften kısıp, tekrar ileri doğru bakıyordu. Yine aynı hareketi tekrarlayıp, önüne bakacaktı ki, vaziyetin etrafta berkemal olup olmadığını anlamak için, bakışlarını evin alt tarafında geçmekte olan toprak yola doğru uzattığında, birilerinin geçmekte olduğunu görünce, hemen ayağa kalkıp, kimdir necidir demeden saldırıya geçti. Ehmedi Efe her ihtimale karşı, böylesi durumlarda kendisini korumak için elinde bulundurduğu taşlardan birisini sağ eline alarak, kolunu kaldırıp, hızla Duman’a doğru fırlattı. Ehmedi Efe köyün bekçisiydi; ama gözlerinde biraz sorun vardı. Çok iyi ve net göremediğinden, iyi nişan alamadı ve attığı taş Duman’ı ıskalayıp, çortanın altına, karıncaların yuvasının yakınına düşünce, Murıya Qunxar bu taşın altında kalarak, yaralanmıştı. Murıya Qunxar ana kraliçe tarafından çalışkanlığı ve dürüstlüğünden dolayı çok seviliyordu. Kara haber kendisine telsiz vasıtası ile bürosuna iletildiğinde, kış hazırlıkları ile ilgili kendisine verilen brifingi yarıda kesip, brifingi veren karıncalardan bir kriz masası oluşturarak, yaralılarla ve şehitlerle bizzat kendilerinin ilgilenmesini emredip, her saat başı gelişmelerden kendisini haberdar etmelerini istedi. Kolonide meydana gelen kazaya maruz kalan karıncalar arasında o zamana kadar adı Murıya Nav Zirav (İnce belli karınca) olan Murıya Qunxar’ın da olduğunu duyan ana kraliçe, hemen Kelebek firmasından, kelebek bir helikopteri kiralayıp, komşu köy Tepe Köyü’nde bulunan tam teşekküllü Tepeköy Karınca Rehabitülasyon ve Tedavi Hastahanesi’ne gönderip, yoğun bir bakımla uzman operatör hekim karıncalara ameliyat ettirip, tedavisi için her türlü olanağı sunduysa da, onun kısmen sakat kalmasının önüne geçemedi. Sağ ayağında kalan sakatlıktan dolayı arkadaşları onu alaya alarak, yeni bir isim taktıklarından, bundan sonraki yaşamını Murıya Qunxar olarak idame etmek zorunda kalacaktı. Ana kraliçe her ne kadar Qunxar Murı’nın emekli olması için direttiyse de, o bunu kabul etmedi, böyle olması halinde daha çok sıkıntı yaşayacağını göz önünde bulundurarak, bunun kendisi için erken ölüm anlamına geleceğini tahmin ettiğinden; bu teklifi elinin tersiyle geri çevirdi 

Murıya Qunxar sabah içtimasının hemen ardından, yola koyulup, sakat belinin tüm engelline rağmen kıçını sağlı sollu sallayarak uzun bir yolculuktan sonra beton basamakların yanına geldi. Basamakların birinde ellisine merdiven dayayan, kafasında buruşuk bir şapkası olan, zayıf, hafif traşlı, uzun kaşlı ve küçük griye çalan gözleriyle bir adam oturuyordu. Bu adamın adı Hesen’i Melekeydi. Karısı Maşide sabah kahvaltısını hazırlarken ve gidip gelirken yerlere bir sürü ekmek kırıntısını dökmüştü. Bu kırıntılardan bir kaç tanesinin çatlamış olan beton basamaklardan birinin arasına düştüğünü gören Murıya Qunxar soluğu hemen bu basamak çatlağının içinde aldı. Bulduğu büyükçe bir yufka ekmek kırıntısına kanca şeklindeki ağzını anında kenetledi. Hızla geri manevrayla, sağ ve sol dikiz aynalarına bakarak ekmekle birlikte harekete geçti. Tüm bu olup biteni kafasını eğip, büyük bir hazla izleyen Hesen, bir ara durdu ve daha bir dikkatle baktı. Murıya Qunxar dar bir yerden geçerken ekmek gelip, basamaktaki iki çatlağın arasına sıkıştı. Muriya Qunxar tüm çabalamalarına rağmen bu büyük ganimeti çatlakların arasından kurtarıp, götüremedi. Bunun üzerine Hesen eline aldığı bir çöp parçası ile ekmeği bu aradan çıkarıp, düzlüğe koydu. Murıya Qunxar’ın keyfine diyecek yoktu, bildiği bütün duaları peş peşe sıralayarak, Hesen’e teşekkür ederken, kendisine ne denli minnettar olduğunu dile getirdi. Hesen’se bu arada merdivenin ikinci basamağının bir kenarına oturmuş, derin derin düşünüyordu. Karadenizde herhangi bir gemisi olmadığından, onu gemisi olanlara bırakıp, o da herkes gibi evinin önüne şöyle vites koluna bağladığı nazar boncuğu ile parıl parıl parlayan bir traktörü olsun istiyordu. Köyde hemen hemen her evin önünde böylesi bir traktör vardı. İki ay önce Ehmediüya olduğunu anlayıp, kaderine ve olmayan çok kısıtlı olanaklarına isyan ediyordu. Murıya Qunxar ganimetini alıp, epeyce yol katederek, evinin yolunu tutmuştu. Hesen’in aklından tek çarenin yurt dışına gitmek olduğu gün geçtikçe daha bir berraklaşmış ve bu nedenle gerekli tüm girişimlerde bulunmuştu. Gün gelmiş dayanmış ve yarın sabah erkenden kalkıp, köy dolmuşuna binip Ankara’ya gidecekti. Burada daha önce sözleşmiş olduğu arkadaşları ile buluşacak ve oradan hareket edeceklerdi. Kendisi gibi iki arkadaşı daha çareyi yurt dışına gitmekte bulmuşlardı. Onlarla, Ankara’da hergele Meydanında buluşup, yurt dışına çıkmak için birlikte hareket edeceklerdi. Bu nedenle günü oldukça tedirgin geçiyordu. Murıya Qunxar’ı seyrededururken bir an da olsa, tüm bu tedirgin edici düşüncelerinden sıyrılmıştı. Akşamı zor etti. Akşam yemeğinde karısı Maşide ve çocukları ile birlikte oturup, aceleyle bir şeyler atıştırdı. Yemeğe çalıştığı bulgur pilavı boğazından zor geçiyor, adeta boğazında düğümleniyordu. Yer sofrasının yanı başında olan testiyi alıp, üst üste bakır tası iki kez doldurarak, birer içimde midesine indirdi. Pasaportu ve diğer tüm gerekli evraklarını hazırlamış ve kısmet olursa sabahın erken saatlerinde kendisini ailesinden ayrı koyacak olan yolculuğa çıkacaktı. Yemekten sonra ağabeyi Hüssi Melek’e , çocukları ve bir iki komşusu gelip, kendisine iyi yolculuklar dileyip, helalleştiler. Ağabeyi ve komşuları ile vedalaşması bir hayli hazin olmuştu. Bu vedalaşmanın bir de devamı vardı ki oda karısı ve çocukları ile olacaktı. Onlardan nasıl kopacak, onların hasretliğine nasıl dayanacaktı tasavvur bile edemiyordu. Bugüne değin sadece bir kaç kez en fazla bir veya iki günlüğüne onlardan işi gereği ayrı kalmış, bu iki günün sonunu zor getirmişti. Buğulu gözleriyle önce karısı Maşide’ye daha sonra daha yaşları çok büyük olmayan iki oğluna ve kızına baktı. Çocukları olup bitenden bihaberdiler. Maşide’nin de sofrada yedikleri aynı şekilde boğazında düğümleniyordu. Sıska, bir dal gibi zayıf olan karısı Maşide, kendisinin de gitmesi ile kederden daha bir zayıflayıp, kuruyacaktı. Daha şimdiden kara ve solgun gözlerini tek bir noktaya dikmişti. Hesen’in kendisine baktığını görünce, oturduğu yerden biraz doğrulup, o da kocasına hüzünle dolup taşan gözlerini ona yöneltti. “Kader işte” dercesine daha fazla dayanamayarak bakışlarını tekrardan kaçırarak, aynı noktaya dikti. 

Birlikteliklerinin son gecesi olan gece sabahın ışınlarını alıp getirmek için epeyce yol almıştı. İlerleyen zamanı göz önünde bulundurup, hiç değilse bir iki saat olsun uyuyalım diye, oldukları yere yorgunluktan kıvrılıp yatan çocuklarını teker teker kucaklayıp, yataklarına götürdüler. Hesen kızını kucağına aldığı zaman göz yaşlarına tüm direnmesine rağmen hakim olamadı, bir güzel ağladı. Karısı Maşide de elbette ondan geri kalmadı. Aradan iki saat gibi bir zaman geçmemişti ki, Ankara dolmuşu şafak sökmeden köyün içinde tur atıp, klakson çalarak Ankara ve Balâ yolcularını toplamaya başlamıştı. Nihayet beklenen saat gelip çatmıştı. Yol için hazırladığı küçük çanta kapının yanında duruyordu. Çocuklarını uyandırmak istemedi. Yataklarına gidip, biraz yanlarında uzanıp, onları teker teker kokladı. Çocuklarının kokusunu ciğerlerine çekip, adeta bir köşeye depolayıp, daha sonra özlem duyduğunda koklamak üzere saklayacakmış gibi yaptı. En nihayetinde dolmuş kapıya gelip, dayandı. Dolmuşu içindeki yolcularla daha fazla bekletmemeliydi. Hayat arkadaşını, bu güç koşullarla donanmış dünyayı, var olan sorunları ile birlikte omuzlamaya çalıştığı karısı Maşide’yi uzun uzun kucakladıktan sonra, çantasını alıp, hızlı adımlarla dolmuşa doğru yürüdü. Maşide çinko bir kovaya doldurduğu suyu arkasından döküp: 

“Reya te tım û tım ji hew bi. Qet kewir ne ber tekere te. Hızır Aleyhi Selam bi tera bı be. – Yolun her daim açık olsun. Hiçbir engel önüne çıkmasın. Hızır Aleyhi Selam seninle olsun.” diye kendi kendisine mırıldandı. 

Maşide sanki ayaklarına kum torbaları bağlanmış gibi zor attığı kısa adımlarla evinden içeri girip, kapısını örterken, Hesen de dolmuşta bulunan köylüleri ile selamlaşıp, hal hatır soruyordu. Köylülerden gecenin köründe üst üste, Hesen’in içinde bulunduğu durumu ise hiç göz önüne getirmeksizin, meraklı sorular yağıyordu. 

“Ee Hesen bıra, me bist tu dehere Avrupe? Bı xer Xwude izin da sa tu dehere kijan dewleti? Kesi te lı wa dernana heyi? Tu bi kewa deheri?Tü de here nav gavura? Hewalı te ji henni? Hewale te kini?Hun çen hewalın? Tu bi teyyare deheri? – Hasan kardeş, duyduk ki sen Avrupa’ya gidiyorsun? Hayırlısıyla, Allah izin verirse hangi ülkeye gidiyorsun? Oralarda kimin kimsen var mı? 

Kiminle gidiyorsun? Arkadaşların da var mı?Arkadaşların kimler? Kaç arkadaşsınız? Uçakla mi gideceksin?” 

Hesen bu saate üzerine üzerine gelen bunun gibi onlarca sorudan doğrusu pek hoşlanmamıştı. Yine de abes olmasın diye elinden geldiğince sorulanları çok üzgün de olsa yanıtlamaya çalıştı. Ama yine de o kendi derdindeydi ve ateş düştüğü yeri yakıyordu. Tüm sevdiklerini nasılda geride bırakmıştı. 

Dönen her tekerleğin yaptığı tur, onu bu güzelliklerden her saniye acımasızca daha da uzaklara götürüyordu. Olan olmuştu, kader kısmet deyip tüm bu güçlüklere boyun eğmek gerekecekti. Metanetli olmanın haricinde hiç bir çıkar yol yoktu. Mesele haysiyet meselesine dönüşmüştü, “ya herro, yada merro” dan daha öte yol yoktu! İki buçuk saatlik bir yolculuğun ardından, sabahın ilk ışınları ile Ankara’ya girdiler. Karşıda Dikmen ve etrafına yayılmış olan diğer gece kondu mahalleleri, şehirleşme anlayışının verilerinden çok uzak kalacak şekilde alabildiğine geniş bir alana her türlü planlamanın uzağına düşerek yayılmışlardı.Balgat ve Emek Mahallesi’ni geçtikten sonra Beşevler’e yakın bulunan Yeni garajlarda indi. Biraz yaya yürüyerek Ankara Garı’nın önünde Ulus semtine giden dolmuşlardan birine bindi. Dolmuş balık istifiydi. Genç ve sarışın bir bayan Hesene’e dürterek, uzattığı parayı verip, çok kibarca: 

“Beyefendi şuradan bir tane -opera yanı- uzatır mısınız?”diye rica edince, Hesen’de parayı şoföre uzattı. 

Yolcuların yarısı saçlarını sarı, kırmızı ve kestane rengine boyatmış, ucuz parfümlü, burunları Kaf Dağı’nda olan, masalarının ardında örgü örerek hazineden geçinen bayanlardan oluşuyordu. Erkekler çoğunlukla takım elbise giymişlerdi. Onlarda sık sık kafalarını yukarı doğru kaldırıp, herhangi bir falsoluk söz konusu olmadığı halde kırmızı, pembe, sarı, yeşil ve siyah renkli kravatlarını tipik caka satan mimiklerle düzeltip, duruyorlardı. Dolmuş Gençlik Parkı’nın önünde durunca, Hesen güçlükle de olsa minibüsten indi ve Hergele Meydanı’na doğru yürüyerek, diğer iki arkadaşı ile buluşacağı tanıdıklarının eskici dükkanına doğru yol aldı. Karnı acıkmaya başlamıştı. Adım başı çocuk yaşlardaki simitçiler; simitlerinin tazeliğini ve çıtır çıtırlığını tiz sesleri ile bağıra çağıra yarıştırıyorlardı. Yaşam koşullarının güçlüğünü, hiç bir açıklama, anlatım ve tasarım; bu kanayan yaraya, sokaklarda oluşan bu manzaralardan daha detaylı bir izah getiremezdi. Gençten, yüzü ergenlik sivilceleri ile dolu bir simitçiye yanaşıp, bir adet simit istedi. Simitçi güler yüzle Tan Gazetesi’nden kesilmiş bir parça kağıda simidi sarıp, Hesen’e verdi. Hesen simidi gazete kağıdından çıkarıp, hemen ağzına götürerek büyükçe bir lokmayı ağzında çiğnemeye başladığında, ağzına hemen çok güzel bir tat yayılırken, buluşacakları dükkana da yaklaştığından, diğer parçayı da hızla ağzına attı. Kapıdan içeri girdiğinde diğer iki arkadaşı oturmuş, dükkan sahibi Dere Kışla’lı Mısto ile sohbet ediyorlardı. Yudumlamakta oldukları çayları bir kenara koyup, ayağa kalkarak Hesen’e buyur ettiler. Selam verip, içerdekilerle tokalaşırken, kendisine gösterilen sandalyeye ilişti. 

Misto da bu arada çırağına göz işareti ile bir çay daha alıp, gelmesini buyurdu. 

Hesen, Kayner Köyünden arkadaşları Millo ve Şemo ile birlikte Ulus’ta dolaşıp, akşama kadar beklediler. Akşam karanlığında İzmir’e gitmek üzere garajlarda, Hattuşaş Turizm otobüslerinden birine binip, sabaha karşı uzunca bir yolculuğun ardından İzmir’e geldiler. 

Şemo cebinden gidecekleri limanın adresini buldu ve hemen bir taksiyle yola çıktılar. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından, Karşıyaka taraflarında büyükçe bir geminin yanında durdular. 

Geminin kaptanı ile varılan anlaşmada, her biri kaptana bin beş yüz Alman Markı verecek, kaptan da onları gemi tayfası olarak gösterip, Fransa’ya kadar götürecekti.Kaptan üç kafadarı çağırıp, geminin hangar kısmına gönderdi. Tüm tayfalar ve gemi personeli hummalı bir çalışma temposu içindeydiler. Yeni tayfalar da, gösterilen işi yapıp, yardımcı olmaya çalışıyor, onlar da becerileri kabilinde işlerin bir ucundan tutmaya çalışıyorlardı. Söylenildiğine göre bu akşam yola çıkacaklardı. Yolculuğun yaklaşık yirmi gün kadar süreceği tahmin ediliyordu. Akşama kadar yükleri kaldırıp indirmekten bir hayli yorulmuşlardı. Karanlık yavaş yavaş güne hakim olurken, bellerini tutarak küçük bir masaya ilişerek, karınlarını pek lüks olmayan fakir bir sofrada doyurdular. Derken bir saat kadar sonra dışarıda personelin bağrışmalarını ve gemi motorlarının çalışmasıyla yolculuğun başladığı sinyalini aldılar. Gemi uzun uzun boğuk sesler çıkararak, hareket etmeye başladı. Hesen’in kalbi daha bir değişik atmaya başlamıştı. Bir taraftan da oturduğu yerden, hayal dünyasına derince dalarken, köydeki evinin kapısının önünde bir traktörün ışıldadığını görür gibi oluyordu. Biraz sıkıntı çekecekti ama sonuçta hayallerine kavuşacaktı. Ertesi gün akşama doğru, Girit Adası yakınlarına gelip, alınan müsaadelerden sonra Hereklion limana demir attılar. Gemi personelinin hepsi dışarı çıkamıyordu. Sadece görevli olanlar, kimliklerini göstererek, adaya çıkabiliyorlardı. Hesen, Millo ve Şemo’nun limanlara yanaştıkları zaman, ortalıkta gezinmemeleri gerekiyordu, bu kendilerine sıkı sıkı tembih edilmişti. Herklion limanına yanaştıklarında hemen acele ile hangara inip, geminin küçük yuvarlak pencerelerindeki perdeyi aralayıp; geldikleri yere, limana, gidip gelen insanlara saatlerce sırayla gizli gizli baktılar. Bu Yunanlılar, Türklere çok benziyorlaydı. Kulaklarını kabartıp pür dikkat dinlediklerinde karşıda bulunan liman tavernasında çalınan müziklerin melodileri kulaklarını tırmalarken, limanın gürültüleri arasından süzülüp gelen bu melodiler, kendilerine çok yabancı gelmiyordu. 

Hatta yer yer yükselen şarkılardan, yanılmıyorlarsa “Kara biberim, biberim aslan şekereim, şekerim” gibi nakaratları rahatlıkla duyabiliyorlardı. 

Gecenin geç saatlerinde göz kapaklarının kapanmasına engel olamayan üç kafadar, kendilerini yorgun argın minderlerinin üzerine zor attılar. 

Bundan sonraki rotaları, Malta, Sicilya, Napoli, Roma, Vatikan, San Remo, Monaco ve Marsilya olacaktı. Tüm bu limanlarda sırasıyla bir veya iki gün demirleyip, yük indirip bindirdiler ve son limanları olan Marsilya’ya gelene kadar pek çok güzelliğe onlar ancak hangarın küçük yuvarlak penceresinin 

perde aralığından sabırsızlanarak, biri diğerini zaman zaman iteleyip kakalıyarakta olsa, yine de sırasıyla uzaktan şahit olabiliyorlardı. 

Malta Adası’nın kendine has güzelliğini, Sicilya’daki mafya babalarını, Napoli’nin meşhur pizzalarını, bütün yolların geçtiği Roma’nın Mona Lisa’sını, Collesol’u, arenalarını, azgın boğaları ve daha pek çok güzelliği, Vatikan’da karanlık adamlarımız tarafından öldürülmek istenen Papa II. Jan Paul’u, Vatikan Meydanı’nı, San Remo şehrinin şarkı yarışmalarını, muhteşem salonlarını, Monaco’da kumarhaneleri ve sayılmayacak kadar olan doğal güzellikleri göremediler. 

Lakin görselerdi de örneğin Roma, Romus ile Romulus kardeşlerin Roma’sı değildi. Şiir okyanusu Nazım’ın da dile getirdiği ve Habeşistan’lı meçhul bir şairin anlatımı olan, bilinen dizelerdeki Mussolini zamanının Roma’sı hiç te değildi: 

“TARANTA – BABU’YA MEKTUP 

Fakat ne hikmettir ki Taranta-Babu,  

Büsbütün tersine burda! 

Bir öyle şaşılası 

Dünya ki burası,  

Bollukla ölüyor,  

Kıtlıkla yaşıyor. 

Varoşlarda hasta, aç kurtlar gibi,  

İnsanlar dolaşıyor. 

Ambarlar kitli,  

Ambarlar buğday dolu. 

Tezgahlar,  

İpekli kumaşla dokunabilir,  

Topraktan güneşe kadar giden yolu. 

İnsanlar yalınayak,  

İnsanlar çıplak... 

Bir öyle şaşılası dünya ki burası,  

Balıklar kahve içerken,  

Çocuklar süt bulamıyorlar. 

İnsanlar sözle besleniyorlar,  

Domuzlar patatesle... 

Nazım Hikmet” 

Marsilya’da kaptan haber gönderip yolculuklanın burada son bulduğunu bildirdi. Kaptan günün kararması ile dışarı sızmaları gerektiğinden hazırlıklarını yapmalarını istiyordu. Bu haberi alır almaz, kader birliği yapan üç arkadaşta da belli bir tedirginlik başladı. Dil bilmiyorlardı, sadece Şemo daha önce bir buçuk yıl Almanya’da kaldığı için çat pat biraz almanca biliyordu. Tüm güvenceleri Şemo’nun kırk kelimeyi geçmeyen almancasıydı. Gecenin bastırması ile birlikte Hesen, Millo ve Şemo kuytuluk bir yerde uygun bir anı yakalayıp, küçük çantalarını dsa beraberlerinde alarak liman kalabalığında kayboldular. Her şey planlıkları gibi yürümüş, Allah’tan hiç bir aksilik çıkmamıştı. Dikkatleri fazla üzerlerine çekmeden Marsilya sokaklarına daldılar. Her taraf apaydınlık ve muhteşem bir güzellikteydi. Pek çok yabancının, özellikle de arapların sokaklarda cirit attıklarını görünce daha bir rahatlayıp, kendilerine geldiler.Onlarda gelmişler, görmüşler ama fethedip edemeyecekleri henüz belli değildi. Ünlü Roma kralı Sezar’ın Zela savaşının ardından söylediği gibi “Veni, Vidi” diyebilirlerdi, “vici” (geldim, gördüm, fethettim) ise bundan sonraki şanslarının yaver gitmesine kalmıştı. 

Fransa’nın şaraplari ile ünlü, güneyde Rhone bölgesinde olan ve Fransa’nın en büyük limanına sahip olan bu şehir, gece ışıl ışıl yanan ışıkları, sürekli hareket halinde olan kalabalığı ile kendilerini şoke edip, uzun bir müddet afallamalarına neden olmuştu. Aman Allah’ım bu ne büyüleyici güzellikti. 

Şemo’nun yarım yamalak almancasının yardımı ile dar bir sokakta ucuz bir otel bulup, orada gecelediler. Bundan sonrası artık “sabah ola, hayrolaydı”. Hayırla başlayan sabah: tren ve insanların koşuşturma sesleri arasında, güneşi de beraberine alarak, sımsıcak ışınları ile kapıyadayanmıştı. Şemo’nun anladığı kadar en geç saat onda oteli terk etmeleri gerekiyordu. 

Acele ile kalktılar, çarçabuk duş aldılar ve acemi adımlarla kalabalık Marsilya sokaklarına daldılar. Çok geçmeden iş aramaya başlamalıydılar; çünkü ceplerindeki para, neredeyse suyunu çekmek üzereydi. 

Yine almanca bilen Şemo önde, Hesen ve Millo arkada yürüyerek; gözlerine kestirdikleri bir büfeden içeri girdiler. Büfenin sahibi bir Cezayir’liydi. Yillarca önce gelip, buraya yerleşmişti. Üç garibanın içeri girdiğini görünce onlara, müslüman olduklarından emin olduğu için, “Selamünaleyküm” diye seslenince, bizimkiler kendilerini ani bir rahatlamanın içinde buldular. Onlarda hep birlikte ağız dolusu ve sevinçle “Aleykümselam” dediler. Dile yatkınlığı olan Şemo kendilerini göstererek: 

“Turco, Turco...” deyip, kendilerinin Türk olduğunu ima etmek istedi. Cezayırlı’da: 

“Algiria, Algiria...” deyip, kendisinin Cezayır’li olduğunu ima etmek istediyse de, bırak Hesen’i, Millo’yu, çok dilli olan Şemo dahi ne demek istediğini anlamadı. Şemo el kol işaretleriyle almanca kelimelerle iş aradıklarını ifade etmeye çalışınca, Cezayir’li de hemen karşılarında tabelasında orman resimlerinin bulunduğu bir iş yerini gösterip, oraya gitmelerini fransızca anlattı. Ama bu defa Cezayir’linin ne demen istediğini anlamışlardı. Çünkü işin için iş vardı. Daha sonra elleri ile işaret ederek, vitrinde bulunan peynirli ekmekleri gösterip, birer tane aldılar. Şemo ileri düzeydeki dil bilgisi ile: 

“Helal... helal...” diye üsteleyince, Cezayir’li de: 

“Qui... Qui... Mösyo helal- Evet... Evet Beyefendi helal” diye yedikleri ile herhangi bir günaha girmeyeceklerini onadı. Büfenin bir köşesinde üst tarafında Marsilya’nın bir resminin asılı olduğu, yuvarlak bir masaya ilişip, karınlarını doyurdular. Ardından acele ile kalkıp, Cezayir’linin gösterdiği büroya doğru yürüdüler. Büronun önünde bir müddet kapı zilini aradıktan sonra, zili çalıp, beklemeye koyuldular. Orta yaşlarda hafif uzun burunlu kırk kırk beş yaşları arasında, gözlüklü, sarışın bir bayan kapıyı araladığında, Şemo hemen atılıp, iş aradıklarını söylemeye çalıştı. Yan odada olup biteni dinleyen patron, merak edip kapıya geldi ve bayana kendilerini içeri almasını söyledi. Masasının arkasına geçip, ayrı ayrı Hesen, Millo ve Şemo’yu uzun uzun gözden geçirdi. Sonunda uzun uzun fransızca bizimkilerin hiç anlamadığı bir şeyler söyleyip, tek parmağını göstererek kendisine bir kişinin lazım olduğunu söyledi. Şemo’nun biraz almanca bildiğini görünce, fransızcayı bir tarafa bırakıp, almanca meramını anlatmaya çalıştı. Sonunda Hesen’i gösterip, diğerlerinin gidebileceğini söyledi. Böylelikle Hesen işe alınmıştı. Hesen’in yalnız kalması gerektiğini anlayan Şemo ve Millo şansın Hesenden yana güldüğünü anlayıp, Hesen’le vedalaştıktan sonra büroyu terk ettiler. Onlarda şanslarını başka bir mekanda deneyeceklerdi. 

Hesen’in arkadaşlarının gittiğini gören büyük kafasının kelini bir perukla kamufle etmeye çalışan patron, masasının yan tarafındaki aynada peruğunu biraz düzelttikten sonra, kalın üst dudağının üzerinde ince bir çizgi gibi duran bıyığını çekiştirip, yerinden doğruldu. Hesen’e yanaşıp, kendisini gösterdikten sonra üst üste fransızca: 

“Ben Daniël... Da..ni...ël...” diye heceleyerek adını söyleyip, Hesen’in de adını söylemesini ve böylelikle tanışmalarını istedi. Hesen çok geçmeden olayı kavrayınca, o da onun gibi üst üste heceleyerek: 

“Hesen... He.. sen...” diye kendisini takdim edip, ardından tokalaştılar. Daniël bir iki saat masasındaki evrakları ile haşir neşir olurken, Hesen de yan odada gözlüklü bayanın yanındaki masaya oturup, hiç bir şey demeden sessizce oturup, önüne sürülen limonatasını yavaş yavaş yudumluyordu. Aradan üç saate yakın bir zaman geçmişti ki, Daniël odasından çıkıp, Hesen’i de çağırdı. Hızla dışarıda bulunan Dodge marka büyük pikabına binip, çalıştırdı. Hesen aracın dışında ne yapacağını bilmeden hareketsiz duruyordu. Onun bu halini gören Daniël araçtan inip, Hesen’in elindeki çantayı aldı ve basket atar gibi çantayı arabanın açık arka tarafına attı. Aracın kapısını açtıktan sonra Hesen’e eliyle binmesini işaret etti. Hesen arabaya biner binmez; araba hızla yerinden hareket etti. Aralarında herhangi bir diyalog olmadan kırk kilometre kadar Marsilya’nın doğusuna doğru yol aldılar ve ana yoldan sapıp, patika halindeki bir orman yoluna saptılar. Etraf alabildiğine ağaçlıktı. Ağaçlardan başka hiç bir şey gözükmüyordu. Yeşilin tüm tonları ile ağaçlar arabanın hareket halinde olmasından dolayı, adeta birbirlerini kovalar gibiydiler. Yarım saat kadar orman içinde mesafe aldıktan sonra, orman içinde küçük bir kulübenin yer aldığı kısmen boş bir alana gelmişlerdi. Araç burdaa durdu ve araçtan indiklerinde, merakla etrafına bakınan Hesen, çevrede altı yedi kişinin daha çalışmakta olduğunu gördü. Daniël, Hesen’e kulübeyi gösterip, bu kulübenin kendisinin olduğunu, kulübede bulunan yatağı gösterip, burada yatacağını ve orada bulunan tüm eşyaları kullanabileceğini anlatmaya çalışırken, Hesen’in anlattıklarını anlayıp anlamadığından emin olmadığından, yarıda kesip, elini cebine attı. Cebinden avans olarak biraz para çıkarıp, Hesen’e uzattı. Hesen parayı aldığında, bir hoş olurken evinin önündeki traktörün hayali gözünde yeniden canlandı. Daniël on dakika kadar daha oyalandıktan sonra tekrar arabasına binip oradan uzaklaştı. Orman işçileri durup dinlenmeden kuruyan ağaçları devasa hızarlarla kesip, ağacı devirecekleri zaman da birbirlerine avazları çıktığı kadar aralarında bağrışıyorlardı. Hesen’e gelince o da, olup biteni değerlendirmeye çalışıyor, çeşitli yorumlar yapıyordu. Daniël’in giderken kendisine bıraktığı çantanın içine baktı. Çantada bir tane komando pantolonu, haki bir kazak, yarım bir bot ve uzunca bir ipe bağlanmış bir düdük vardı. Elbiseleri bir tarafa bırakıp düdüğü ağzına götürüp denemek istedi. Düdükten kendisinin beklemediği yükseklikte bir ses çıkınca, kendisi de oldukça şaşırmıştı. Etrafta bulunan işçiler ise ellerindeki işi bırakıp, şaşkın gözlerle Hesen’e baktılar. Şaşkınlıkları geçen işçiler hep birden ellerini sallayıp: 

“O ooo Turco....” demekten kendilerini alamadılar. Hesen düdüğü ipiyle boynuna astı. Bir daha da olur olmaz üflememeye karar verdi. 

Akşam olmak üzereyken işçiler tek tek işlerini bırakıp, kulübenin yanına gelerek arka tarafta bekleyen minibüse doluştular. Minibüs hareket ederken Hesen koşup, el hareketleri ile kendisinin ne olacağını sormaya çalıştı. Minibüsün şoförü Hesen’i işaret ederek: 

“Turco sen burada kalacaksın” derken hep bir ağızdan yüksek sesle kahkahalar atarak, ordan hızla uzaklaştılar. Hesen kendi kendisine görevinin bekçilik olduğunu nihayet anlayınca, patronunun bıraktığı pantolonu ve kazağı giyerken, hala boynunda asılı olan düdüğü de kazağının üzerine çıkarttı. 

Karanlık basmak üzereydi. Allah’tan kulübesinde elektrik vardı. Kırk watlık ampulün asılı olduğu lambayı yaktı. Mutfakvari köşede duran buzdolabına göz atarken, içinde bir şeyler olup olmadığını yokladı. Dolapta hatırı sayılır derecede yiyecek, peynir çeşitleri, yoğurtlar ve daha pek çok şey vardı. Masanın üstündeki sepette de bir hayli meyve yer alıyordu. Bu durumda görünen o ki, kendisine karada ölüm yoktu. Bir tabağa bir kaç peynir çeşidi, küçük bir kaseye de biraz yoğurt koyduktan sonra, müthiş şekilde acıkmış olan karnını bir güzel doyurdu. Yemekten sonra yer yatağına uzanırken, çantasından çocuklarının, karısının ve diğer bir kaç yakınının fotoğraflarını çıkartıp, hepsine tek tek hasretle baktı. Oldukça yorgun düşmüştü. Elbiselerini çıkartıp, yatağına uzandı. Etrafta durmaksızın devam edegelen bir cırcır böceği gürültüsü vardı. Ara sıra bu koroya baykuş sesine benzer kuş sesleri de katılıyordu. Fakat bu gürültüler onun derin bir uykuya dalmasına engel olamadı. Sabah saatler sekizi gösterirken, gerine gerine yatağından kalktı; ben burada ne arıyorum der gibi etrafına bakındı. Orman işçileri çoktan çalışmaya koyulmuşlardı. Etrafta kalkıp inen balta sesleri, hızar sesleri ve kulağına uğultu gibi gelen fransızca konuşma sesleri geliyordu. Kapıdan, göz ucuyla dışarıya baktı. Daha sonra dönüp, kahvaltı yapmak üzere küçük buzdolabına yöneldi. 

İşini öğrenmişti. Aradan yaklaşık on gün kadar bir zaman geçmişti. Lakin günlerden hangi gündü, takvimler hangi tarihi gösteriyordu, dünyanın hangi ülkesi barbarlığının önüne geçemeyerek hangi ülkeye saldırmıştı; hepsinden, her şeyden ve herkesten habersizdi. İkinci haftasında patronubir öğle üzeri yine aynı büyük arabasına binip, onu ziyarete gelmişti. Beraberinde epeyce erzak ve eski bir de radyo getirmişti. Çalışmaya gelen işçilerle de zaten sürekli ekmek gönderiyordu. Büyükçe iki kasaya koyduğu yiyecekleri kucaklayıp, Hesen’in kulübesine getirdi. Hesen’e hal hatır sorar gibi yaparken; omuzunu sıvazlayıp, bir yandan da diğer elini pantolonunun cebine atıp, Hesen’e bir miktar para uzattı. Hesen fransız parası hakkında hiç bir bilgisi yoktu, bu para ne kadardı, bunun değeri neydi, bununla ne alınabilirdi, emeğini karşılıyor muydu, karşılamıyor muydu, bu gibi konularda hiç bir fikri yoktu. 

Derken Marsilya ormanlarında yapayalnız bir başına olan Hesen, olup bitenin karşısında biçare bir şekilde boyun bükerken haftalar ayları, aylar yılları kovalıyordu. Kimseler yoktu, konuşmaya konuşmaya gerek Türkçeyi gerekse de Kürtçeyi unutmuş gibiydi. Bunca zaman kimseyle tek kelime konuşamamış ve ormandan bir adım olsun uzaklaşmamıştı. Her iki haftada bir erzak ve biraz parayla gelen Daniël’e bakıp, çok şey anlatmak istiyor ama nasıl anlatacağını bilemediğinden her seferinde vazgeçerken, araya aylar yıllar giriyordu. İnsanlıktan adeta çıkmıştı, bu nasıl katlanılamaz bir dertti. Bu durum daha ne kadar sürecekti, bilemiyordu. Artık canına tak etmişti. Patronuna el kol hareketleri ile şehre gitmek istediğini, telefon etmek istediğini anlatmaya çalışırken, Daniël her defasında peruğunu düzeltirken, otur oturduğun yerde Turco diyordu. Her defasında eli kolu kırık, boynu bükük, kaderine razı gelmek zorunda kalıyordu. 

Bir sabah kalktığında, etrafta başka bir aracın dolaşmakta olduğunu görünce, düdüğünü uzun uzun öttürüp, aracı durdurdu. Duran araca beklemesini eliyle işaret ederek, koşar adımlarla kulübesine gitti. Yastığının içine sakladığı bugüne değin biriktirdiği bir tomar parayı ve çantasına bir kaç elbisesini koyduktan sonra, hızla kendisini bekleyen araca doğru nefesi kabararak koşup, araca bindi. Araç hareket ederken, şoför nereye gitmek istediğini sorar gibi hareketler yapadururken, Hesen: 

“Marsilya... Marsilya” diye yüksek bir sesle bağırdı. Şoför Hesen’in neden bu kadar bağırdığına şaşarak gaz pedalında bekleyen ayağını bastırırken, ormanın içinde ortalığa büyük bir toz bulutu yükseldi. Araba hızla hareket ederken, Hesen de, artık memleketine dönmesi gerektiğini, özlemle bağrının yanmakta olduğunu bir daha hatırlayıp, tez elden buralardan gitmekten başka çaresinin olmadığına karar kıldı. Yalnızlık ve hasretlik canına tak etmiş, daha fazla dayanacak gücü ve takati kalmamıştı. 

Aradan iki gün gibi bir süre geçmişti ki, Hesen elinde büyük kırmızı bir valizle Ankara Esenboğa Hava Alanı’na inen uçağın merdivenlerinden aşağı inerken şaşkın bakışlarla etrafına bakıyor, toprağa bastığı ilk adımdan sonra valizini kenara koyup, gittiği her ülkede yere kapanan Papa II. Jan Paul gibi yere kapanıp, yeri öptü. Tüm yolcular Hesen’e hayretler içinde bakarken, hala vatana millete bu kadar aşık olan insanların soyunu tükenmediğine kanaat getirip, bu ülkenin batmayacağına kalıplarını bir kez daha basıp, oradan uzaklaştılar. 

Aynı gün öğleden sonra köy dolmuşunda çok önemli bir şeref konuğu vardı ki, bu yolcu Hesen’den başkası değildi. İşin garibi giderken olduğu gibi bu 

defada Hesen yine soru yağmuruna tutuluyordu. Onu görenler gözlerine inanamayıp, birbirlerine dönüp: 

“Elo... Lo vaya Hesen’e me nını? - Yahu bu bizim Hesen değil mi?” diye sormaktan kendini alakoyamıyorlardı. 

“Ee... Hesen de beji, heya nika tü yi lı ku dere bu? Ev çar sale mest mezinı ji te da qet heber tüne bu. Te çır kır? Tu yi rindi? – Ee.. Hesen söyle bakalım şimdiye kadar nerelerdeydin? Koskoca dört senedir senden hiç bir haber yoktu. Nasılsın? İyi misin?” 

Konuşma esnasında Hesen dört sene gibi bir süreyi duyunca afallamıştı. Demek gideli dört yıl gibi bir süre geçmişti. Kendisinin bundan hiç haberi yoktu. Dolmuş Balâ’ya doğru giden rampayı zorlanarak tırmanırken, bir an için sorulara cevap yetiştirmeye çalışan Hesen: Daniël’in kendisini bulamayınca acaba ne yaptığını, etrafa nasıl koşturup, kendisini aradığını gözlerinin önünden geçiredururken, aniden bir traktör gelip, bu hayallerin ortasında yer alıca, diğer hayal filminin kareleri kendiliğinden tuzla buz olup, dağılıverdi. 

Bir hafta sonra kapısının önünde dikelen Hesen gururla traktörüne bir müddet baktıktan sonra, cebinden nazar boncuğunu çıkartıp, özenle vites koluna bağladı. Traktörünü bir güzel okşarken, avucunda bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Hızla elini çevirip baktığında; can havliyle bir karıncanın depreştiğini gördü. Karıncayı traktörün tekerleğinin üzerine koyarken, onun yaralandığını fark etti. Zavallı karınca ne yazık ki artık yürüyemiyordu. Heyhat bir karıncacık daha “qunxar” olmuştu. Tabii bu karınca pek dua edeceğe benzemiyordu; çünkü dört yıl önce Ehmedi Efe’nin katliamından sonra şimdi de Hesen bir karıncanın yaralanmasına neden oluyordu. Ambulansın gelip, gelmeyeceği hakkında da hiç bir fikri yokken, sağ elini traktörünün üstüne koyup, mest olmuş bir halde, bakışları ile gurur içinde köyünü taradı. Mutluydu. Çok mutluydu... İçinden bir dilek tuttu ve tebessüm dolu baktı. Dileğini tekrar tekrar kalbinden geçirdi: 

“Allah güzelliklerden yana olan dünya insanlığının her ferdine, gönlünce versin! Rüyası gerçekleşsin.” 

Aydın Yilmaz 

Amsterdam, 23 Ağustos 2006 

 

 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..