Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Şubat '16

 
Kategori
Sosyoloji
 

Müslümanların pasif devrimi

Müslümanların pasif devrimi
 

Dün üniversiteye sokulmayan başörtülü bacılarımız şimdi omuzlarda!


Türkiye'de Ak Parti'nin İslam devleti oluşturacağı, şeriat getireceği tartışmaları uzun yıllar yapıldı. Şimdilerde bu konu rafa kalkmış durumda. Hem de çok sayıda İmam-hatip lisesi ve İlahiyat Fakültesi açıldığı, Erdoğan'ın açıkça "dindar nesil istiyoruz" dediği dönemde!  Peki şu şartlar altında Türkiye'de şeriat ya da "dindar nesil" yetiştirilebilir mi?

Dini ve ideolojik grupların sıklıkla karşı karşıya kaldığı sorunlardan biri şüphesiz kendi değerlerini yaşadıkları topluma nasıl hâkim kılacakları meselesidir. Dolayısıyla sosyolojide evrimci, dengeci ve çatışmacı modeller şeklinde sınıflanan sosyal değişim teorilerinden hangisinin esas alınacağı dini-ideolojik gruplaşmalarda önemli bir ayrışma sebebidir.

İtalyan sosyalist düşünür ve aktivist Gramsci sosyal değişim modelleri üzerinde kafa yoran aydınlardandır. Hem Mussolini’niyle faşizm kavgası vermiş hem de kendi yoldaşlarıyla sosyalizmin yöntemleri konusunda tartışmalar yaşamıştır. Bu tartışmalardaki bir kısım kavram ve teoriler Türkiye’deki güncel meselelere ışık tutmaktadır. Kısa hayatının önemli bir kısmını hapishanede geçiren Gramsci öncelikli olarak, bir toplumu sadece siyasi, askeri ve ekonomik araçlarla kontrol etmenin mümkün olmadığını belirtmiştir. Ona göre, her toplum belirli elitlerin kültürel hegemonyası altındadır. Toplum bir parça “zor”la ama daha çok da “ikna” veya “tahakküm”le sisteme entegre edilir. Bu sistem, günümüz toplumlarında ağırlıklı olarak kapitalist tüketim kültürüdür. O, toplumları yöneten elitlerin bu hegemonyayı kurmak/korumak için polisiye-siyasi yollardan çok eğitim, sanat, din gibi kültürel aygıtları kullandıklarını belirtir. Aksi takdirde sadece “çıplak baskı” ile kurulacak bir yönetim zamanla zayıflayacak ve yıkılacaktır. Devleti kontrol eden elitler zaman zaman da muhaliflerini kendi kültürel hegemonyalarıyla dönüşüme zorlarlar. Sistemi değiştirmek isteyen ancak yeterli beşeri-kültürel sermayeye sahip olmayan çevrelerin bu dönüşümüne “pasif devrim” denir.

Gramsci’ye göre, kapitalist sistem, güçlü bir alternatif sistem üretemeyen sosyalist ya da milliyetçi iktidarları eritmekte ya da onların ideolojilerinin içlerini boşaltarak zararsız hale getirmektedir. Buna karşın, cari paradigmaya rağmen siyasi zafer kazanan ve ekonomik güç elde eden bazı madun sınıflar, zamanla kendilerini olduklarından daha güçlü görerek, Gramsci’nin ifadesiyle “artık hukuk ve normal işleyen bir devlete bile ihtiyaçlarının olmadığını düşünebilirler”. Ama bu, çoğu zaman madun sınıflar için hızlı bir inişin başlangıcı olur. Benjamin buna “yoz ilerleme” adını vermektedir. Sonuçta adil olmadığını söyledikleri eski düzeni yıkmayı, topluma ahlakî, ekonomik, siyasi vb. yeni bir sistem kurmayı vaat eden gruplar karşıt bir hegemonya üretemediklerinden veya toplumu ikna edemediklerinden önce “ılımlılaşmaya” başlarlar sonra da eski düzene eklemlenip onlarla aynileşirler. Diğer bir ifadeyle, sosyal hayatta hâkim olan eski düzen, heyecanlı devrimcileri (mücahitleri!) pasif devrime tabi tutar.

Teorilerin hakikati yakalamak için üretilmiş ağlar olduğu söylenir. Şayet, Gramsci’nin ağını kullanırsak, Türkiye’deki güncel bazı tartışmalar daha anlaşılır hale gelebilir. Türkiye’de açıkça “dindar nesil” yetiştirmeyi amaçladığını ifade etmeye başlayan siyasal İslamcıların 13 yıllık deneyimi onların iddialarını test etme işlevi görmüştür (İsmail Kara ve Ali Bulaç Ak Parti'nin teknik manada İslamcı olmadığını ileri sürmektedirler! Fakat ben tarihsel süreç ve güncel söylemler-politikalar üzerinden bu ifadenin doğru olduğunu düşünüyorum). Öncelikle, bu dönemde İslamcıların ve marjinal grupların hızla ılımlılaştığını görmek mümkündür. Yakın döneme kadar Kemalizm ve laiklik bağlamında değerlendirilen birçok resmi uygulama bugün çok köklü değişmeler olmamasına karşın dünün madun sınıfları tarafından şiddetle savunulmaya başlanmıştır. Muhafazakârlarda, ilk başlarda kendilerinden gördükleri iktidarı zaafa uğratmamak adına gelişen bu refleks zamanla zihinsel değişime neden olmuş ve devletin hemen her uygulamasının savunulmasına doğru evrilmeye başlamıştır. Şu günlerde, devletin Alevi, Kürt, gayri Müslim, liberal vb zulüm yaptığı söylendiğinde “devlet zulüm yapmaz, kimseyi haksız yere hapse atmaz” diyen birçok kişinin 12 Eylül’ü-28 Şubat’ı yaşadıkları düşünüldüğünde değişimi daha net anlayabiliriz. Yakın zamana kadar "kâfir-tağut" olarak niteledikleri devleti, laikliği, demokrasiyi ve hukuk sistemini bugün kutsayan ve “ya devlete itaat edersiniz ya da yok olursunuz” diyerek kırmızı kitapla muhaliflerini tehdit eden kitlenin, “İslamî” toplumu bu şekilde kuracağını düşünmesi şaşırtıcıdır. Elbette sorun insanların devletlerini sevmesi değildir. Burada mevzu bahis olan evrensel hukuka saygılı bir devletin inşa edilemeyip zamanla eskisinin günah ve sevaplarıyla sahiplenilmesidir. Ülke içinde ve dışında adaleti tesis edeceklerini iddia eden kimselerin, dini, hukuku ve devleti siyasi çıkarlarının meşrulaştırma aracına dönüştürmesi ancak yoz ilerleme kavramıyla ifade edilebilir.

Siyasal İslamcılığın bir başka yanılgısı da toplumun tepeden aşağı, devlet eliyle dönüştürülerek İslamî bir toplumun kurulabileceği öngörüsüdür. Toplumların salt siyasal iktidar eliyle değiştirilmesi pratikte karşılığı olmayan bir yöntemdir. Rusya’daki devrimin başarısızlığı ve İran’daki “İslamî” toplumu kurmak için yapılan devrimin sekülerliğe dönüşmesi bu bağlamda sıklıkla zikredilir. Toplumun hâkim değerleri yok sayılarak sadece okul müfredatlarını değiştirerek, Kur’an kursu, İHL ve devlet destekli STK’lar açarak “dindar nesil” yetiştirmek mümkün görülmemektedir. Bunu destekler mahiyette, Tuğal (2010) ve Ertit’in (2014) çalışmaları ülkenin son yıllarda söylendiğinin aksine hiç olmadığı kadar hızlı şekilde sekülerleştiğini ve muhafazakârlığını kaybettiğini ortaya koymaktadır. Din, gelenek, örf ve âdetler sosyal hayatta ilişkileri ve normları belirleme gücünü kaybederken modernleşme teorilerine uygun şekilde rasyonelleşmenin arttığı iddia edilmektedir. Sosyologlar açısında bu değişim sadece siyasal iktidarlara mal edilemez. Elbette eğitim, bilimsel gelişmeler, kadının iş gücüne katılımı, şehirleşme, gelişen iletişim teknolojileri bu değişimde çok büyük etkenlerdir. Ancak siyasal İslamcıların tam da bu sebeplerle yıllarca Özal’ı eleştirip, ülkeyi Dünya’ya açarak liberalleştirdiğini ve bununda toplumu ahlaksızlaştırdığını söyleyip kendi elleriyle şimdi aynı şeyleri yapmaları, yöntemleriyle sosyo-ekonomik modellerinin uyuşmadığını göstermektedir. Dindar nesil yetiştirmek isterken ahlakî olarak liberalleşen ve sekülerleşen bir nesil yetiştirir konuma gelmek bizi tekrar Gramsci’nin vurguladığı yere getirmektedir; insanların kalpleri ve kafalarında kabul görmeyen bir sistem eninde sonunda hâkim hegemonik kültür karşısında buharlaşmak durumundadır.

İslamcı gruplar sosyal değişme için siyasi iktidarın kontrolünü öncelikli şart olarak görmektedir. Bu anlayış, toplumun adil ve İslamî bir düzene “sokulması” için devletin hegemonik (ideolojik) aygıtları denebilecek ekonomi, eğitim, din, aile, kültür gibi alanlarda mutlak hâkimiyetini gerekli görmektedir. Toplumun devlet eliyle yukarıdan aşağı değiştirilmesini öngören teori, zımni olarak bireylerin pasif olduğunu kabul eder. Diğer taraftan ıslahçı gruplar şeklinde tanımlanan dinî gruplar ise bireylerin Allah karşısında sorumlu olduğunu ve önce bireylerin ıslahının gerekliliğini vurgularlar. Türkiye’deki ve Dünya’daki tarikat ve cemaatlerin hemen çoğu kendi dinî düşüncelerini hayata hâkim kılmak için önce fertlerden başlamak üzere kültürel hegemonyanın kurulması gerektiğine inanmaktadır. Siyasal İslamcılar bunu öteden beri pasiflikle itham etmiş ve “iğneyle kuyu kazmaya” benzetmiştir. Dahası bu yöntemle toplumun islah edilmesini amaçlayan İhvan-ı Müslümin, Cemaat-i İslamiye gibi grupları kendisiyle aynileştirmeye ve kendilerini onların hâmisi konumuna sokmaya çalışan siyasal İslamcıların, Türkiye’de bu yöntemi kullanan dinî grupları pasiflikle suçlaması çelişkilidir. İki önemli sosyolog Davis & Robinson’un hazırladığı ve ABD, İtalya, Mısır, İsrail’deki ıslahçı dört büyük dinî grubu inceledikleri, Dinsel Hareketler ve Sosyal Refah (2015) isimli çalışma bu söylem ve mantığın nasıl üretildiğini göstermektedir. Bu dinî grupların birbirine benzeyen yöntemleri, bunlara yapılan eleştiriler ve devletlerin onları ötekileştirme gayretleri hemen hemen aynıdır.

Siyasal İslamcıların 1970’li yıllardan beri uğrunda mücadele verdikleri birçok konuda bugün başarısız oldukları görülmektedir. Bir taraftan dün "tağut" olarak lanetledikleri sistemin argümanlarını benimseyen diğer taraftan hızla sekülerleşen bir toplum yaratan İslamcılar özetle pasif devrim yaşamaktadır. Ancak resme geniş açıdan bakıldığında bu devrimi gemideki herkesin beraber yaşadığını söylemek de mümkün. Ak Parti ve kitlesini lümpenleşmekle suçlayan diğer dindarların da değişmediğini kim iddia edebilir?

 
Toplam blog
: 17
: 489
Kayıt tarihi
: 01.02.16
 
 

Aslen Trabzonlu, İki çocuk babası din sosyoloji alanında Dr.   Yakın dönem Kürt toplu..