Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '08

 
Kategori
Felsefe
 

Mutlak karşılıklılık ve rölativist zihniyet -3

Mutlak karşılıklılık ve rölativist zihniyet -3
 

Bilginin nasıl elde edildiğinin yanıtı ‘temel gerçekliğin ne’ olduğuna bağlı hale gelince, bu gerçeklik bilginin de biricik kaynağı olmaktadır. Yansımacılık, ontolojik varsayımın epistemolojik sorunsalı egemenliği altına almasının doğal sonucudur.

Bu yaklaşımın dışına çıkıldığında ise, insan karşılıklılık mantığına dayalı bir diğer genel anlayış geliştirmiştir. Buna göre madde/zihin veya dış gerçeklik/insan ilişkilerinde herhangi bir tarafın mutlak bir belirleyiciliğinden ziyade iki öğe arasında bir karşılıklılık ilişkisi vardır. Yani insanın dış gerçekliği anlayabilmesinin nedeni, zihinde var olan ham algılamaların ve zihinsel süreçlerin, gerçekliğin özellikleri ile çakışması veya en azından uyum içinde olmasıdır.

Dolayısıyla karşılıklılığı temel alan yaklaşımların esas sorunu bu uyumun nasıl oluştuğunun açıklanmasıdır. Bu yaklaşımlardan biri, dışımızdaki gerçeklik ile zihnimiz arasında mutlak bir karşılıklılığın olduğunu ve dış gerçekliğe ilişkin algılamalarımızın hakikaten o gerçekliğe tekabül ettiğinden kuşku duymamız gerektiğini öne sürmektedir.

Bu pozisyonu en saf şekliyle Loche savunmuştur. Ona göre bilgi dediğimiz şey dış gerçeklikten zihnimize doğru ‘akan’ ve orada şekillenen bir olgudur. Ancak bu akış yansımacı bir bir belirlenme sonucu değil, bizzat insanın bir özelliği olan duyular vasıtasıyla mümkün hale gelmektedir. Loche göre daha önce duyularda var olmayan hiçbir şey zihinde var olamaz ‘ a priori fikirler ‘ diye bir kategoride olamaz. Duyu algılamalarının öncesinde boş bir kağıt gibi (tabula rasa) olan insan beyni, duyuları biriktirir ve ancak onlara dayanarak fikirler oluşturabilir. Duyu deneyimlerinden ayrı olarak ele alındığında, zihnin dış gerçeklikle ilgili hiçbir bilgiye sahip olması mümkün değildir. Üstelik bilginin doğruluğunun sınanması da ancak duyu deneyimleri ile olabilir ve bu nedenle zihin duyumlara mutlak bir biçimde bağımlı olarak işlev görür.

Loche göre beyin dediğimiz organ, birleştirme ve biriktirme işlevlerini yapabilen mekanik bir aygıttır. Duyu organları vasıtasıyla kendisine iletilen girdileri harmanlayarak en soyut ve irrasyonel kavramlara kadar yol alabilir. Ancak hepsinin temelinde somut duyu deneyimleri yatar. Bu nedenle zihin ne kadar irrasyonel fikirler üretse de nihayette yanıltıcı olmaz; çünkü bu fikirlerin sınanması, sağlam bilginin temeli olan duyumlar vasıtasıyla yapılacak ve doğrulanmayan fikirler elimine olacaktır.

Böylece insan zihni ile duyu deneyimleri arasında iki yönlü bir bağ kurulmuş olmaktadır. Bu bağ, insan beyninin nasıl çalıştığı ve neye ‘bilgi’ dediğimize dair bir açıklama getirse de; bu bilginin gerçekliğe tekabül ettiğine dair bir önermeye sahip değildir. Bu adımı atmak üzere Loche, duyu deneyimlerinin maddi özellikler olduğunu, yani maddi gerçekliğin bizzat parçaları olduğunu öne sürer. Maddi gerçekliğin parçaları olan duyu organlarımız, dış gerçeklikle karşı karşıya kaldığında ondan etkilenir ve her iki ucu da maddi olan bu etkileşimden gene maddi olan bir sonuç, yani duyu deneyimi doğar.

Dolayısıyla duyu deneyimlerinin dış gerçekliğe mutlak anlamda tekabül etmemesinin hiçbir nedeni yoktur. Algılamalarımızın dış gerçekliğin aynısı olduğunu iddia edemeyiz, çünkü bu algılamalar üzerimizdeki bir etkiye dayanır. Ancak onunla karşılıklılık ilişkisi içinde olduğundan emin olabiliriz çünkü etkiyi yapan da etkilenen de aynı töze sahiptir. Öte yandan renk ve ses gibi bazı duyu deneyimlerimiz dışımızdaki maddi nesnelerin asli parçaları değildir. Bir nesneyi oluşturan moleküllerin herhangi bir renge sahip olmadığını biliyoruz. Bir sorun gibi duran bu olguyu Loche, karşılıklılıkçı yaklaşımını güçlendirmek için kullanır. Maddeden yansıyan ve kendileri de maddi olan ışık dalgaları, önce gözümüze, sonra beynimize ulaşmakta ve bir renk algılamasına yol açmaktadır.

Bu nedenle, biz rengin nesnede aynen var olmadığını nasıl biliyorsak, bu rengin nesnenin bir özelliğine aynen tekabül ettiğini de öyle biliyoruz. Üstelik bu örnekle dış gerçeklik ile zihnimiz arasında kurulan maddi köprü daha da açıklıkla ortaya konmaktadır; çünkü sadece gözümüz değil beynimiz de maddidir ve duyu duyu deneyimleri maddesel bir etkileme zincirinin sonucundan başka bir şey değildir.

Karşılıklılıkçı yaklaşımda tek anlamlı töz maddedir. İnsanın tüm organları ile maddeleşmesi ve zihinsel yeteneğinin mekanik bir araca indirgenmesiyle; birbirinden farklı iki tözün yarattığı bilme sorunsalı ortadan kaldırılmakta, bilginin oluşma süreci yeknesak bir ortam içinde cereyan etmektedir. Bilginin kendisi bu süreç içinde farklı özelliklerle tanımlansa da, bu oluşum süreci bir bütün olarak aynı etkileşim kalıbının işleyişi ile sağlanmaktadır.

Bu pozisyon sonraki yıllarda Wittgenstein’ın “Tractatus” adlı esriyle dil teorine uygulanmış ve daha da pekişmiştir. Dili, beynimizde oluşturduğumuz fikir ve önermelerin nihai ve kapsayıcı bir sistematizasyonu olarak ele alan Wittgenstein, dilin dış gerçeklikle mutlak bir karşılıklılık ilişkisi içinde olduğunu öne sürmüştür.

Gerçekliğin bilgisi kesintisiz bir şekilde zihnimizde oluşmakta ve aradaki karşılıklılığın mutlaklığı, mantıksal olarak tutarlı önermelerin dış gerçekliği açıklama gücüne sahip olacağı varsayımına neden olmaktadır. Bu nedenle mantıksal tutarlılık olduğu sürece, her insan dış gerçekliği anlama yeteneğine sahiptir ve onun kendine özgü anlaması mutlaka dış gerçekliğin bir parçasına tekabül etmektedir. Bu noktada tüm epistemelojik pozisyonların yanıtlaması gereken bir gerçeklikle karşı karşıya kalırız. İnsanların aynı nesne, olgu veya olay karşısında birbirinden çok farklı algılamalara sahip olmaları nasıl açıklanabilir? Mutlak karşılıklılık herkesin kişisel bilgisini güvenilir kıldığı için, bu bilgilerden bazılarının ‘gerçek’ bilgi olduğunu ön sürmenin imkanı yoktur. Öte yandan yansımacı yaklaşımların sahip olduğu bilgi hiyerarşisinin dışlanması, bu konuda herhangi bir otoritenin de olmadığını söylemektedir.

Dolayısıyla herkesin bilgisinin doğru addedildiği ve bilgiler arasında bir mukayeseye olanak tanınmayan rölativist bir pozisyon yaratılmış olmaktadır. Bu durumda her insan dışsal gerçekliğin bir bölümünün bilgisine sahiptir; çünkü aksi halde eğer bazılarımız gerçekliğin tüm bilgisine sahip olsalardı, diğerlerinin tam anlamıyla kapsayıcı olacaklar ve görüş ayrılıkları ortaya çıkmayacaktı. İkinci olarak söz konusu bilgi dış gerçeklikle ilgili olası tüm bilginin niteliksel bir parçasıdır. Bireysel algılamalardaki karşılıklılığın mutlak olduğu varsayımı altında bu algılamalar arasında niteliksel farklılıklardan söz etmek mümkün değildir çünkü tüm algılamalar aynı güvenilirliğe sahiptir. Bu nedenle algılamalar arasındaki farklılıklar nicelikseldir ve her insan gerçekliğin bir ‘parçasını’ algıladığını gösterir. Ancak bu niceliksel parçaların bile ölçülmesi ve mukayesesi hemen hemen imkansızdır, çünkü konu edilen iki bilgi parçasının ikisini de tümüyle içeren üçüncü bir bilgi parçasına sahip olmayı gerektirir.

Görüldüğü gibi mutlak karşılıklılığın bireysel algılamaya atfettiği güven, rölativist bir zihniyet oluşmasına neden olmaktadır. Bu zihniyet insanların birbirini anlamalarına olanak tanımamakta, ancak her insanın kendisini bildiği ve diğerlerinin onun bu bilgisine saygı duyduğu bir ortam öngörmektedir. Ayrıca her insan diğeri için bir nesne olduğuna göre insanlar ancak birbirini kısmen algılayabilmekte ve bu algılama da niceliksel bir özellik arz etmektedir. Yani rölativist zihniyet insan iradesini ve insan ilişkilerini ancak nicelleştirerek anlamlı kılabilmektedir. Bu niceleştirme ise insanların dışında, nesnellik atfedebileceğimiz bir ölçüte dayandırılamaz, çünkü bu ölçütlerin algılanması üzerinde de tam bir fikir birliği mümkün değildir.

Dolayısıyla rölativist bir toplumsal yapıda, tüm ölçütlerin nötr ve insani özelliği aksettirir biçimde olmaları gerekir.
Diğer bir deyişle insanlar için neyin iyi neyin kötü olduğunu söylemesek de onlara kendileri için iyi veya kötüyü belirleme fırsatı verebiliriz. İnsanların neyi isteyip istemediklerine istedikleir ya da istemedikleri arasında nasıl bir sıralama yaptıklarına, nasıl bir ölçü kullandıklarına dair herhangi bir bilgiye ihtiyacımız yoktur. Muhtemelen herkes birbirinden farklı ölçütler ve ölçüler kullanacaktır. Rölativist bir toplumsal yapının gereksindiği tek şey, farklı algılamalara ve ölçütlere dayansa da tüm insanların isteklerinin bir arada harmanlanmasını sağlayacak düzenleyici nötr mekanizmaların varlığıdır.

Eğer bu mekanizmaların nötrlüğü sağlanırsa ve tüm toplum tarafından kabul edilirse, o zaman toplum çıkacak sonuca da razı olacak demektir, çünkü kimsenin elinde bireysel isteklerin toplamından başka bir veri yoktur. Ayrıca hiçbir insanın bu toplumsal sonucun değiştirilmesini talep etme meşruiyeti de yoktur, çünkü her insan kendi öznelliğine mahkumdur ve toplum için neyin iyi olduğunu söyleyecek bilgiye sahip değildir. Dolayısıyla ortaya çıkacak düzen adildir ve üstelik olabilecek olan tek adil düzendir. Bu nedenle rölativist zihniyet çerçevesinde oluşturulan ideolojilerin ve toplumsal düzenlerin temel kaygısı, nötr karar mekanizmalarının oluşturulabilmesidir.

Nitekim liberalizm hem iktisadi hem siyasi alanda bu tür modeller geliştirmiş, bireysel tercihlerin anonim bir şekilde toplumsal kararlara dönüşeceği mekanizmalar önermiştir. Piyasa mekanizması ve fiyat sistemi bireysel iktisadi tercihleri kamu sahasına taşırken, liberal demokrasi mekanizması ve oy sistemi de aynı işlevi siyasi alanda yapmaktadır. Her iki mekanizma insanların iradeleri ve talepleriyle niteliksel anlamda ilgilenmemekte, bu talepleri deklare edilme noktasında eşitleyerek adalet kavramının da nicel ve yüzeysel bir içerik kazanmasına yol açmaktadır.

Sonuç olarak mutlak karşılıkçı yaklaşım, dış gerçeklikle zihnimiz arasında eş düzeyli, ancak gerçeklikten zihnimize doğru oluşan bir etkileme içeren bir ilişki sistemi kurmaktadır. Bu etkilem kademeli ama süreklidir. Duyu organlarımız bir kademe olarak maddi gerçeklikle zihnimizin arasına girmekte, bir köprü ya da taşıyıcı işlevi görerek maddi nesnelerdeki özelliklerin duyu deneyimleri şeklinde beynimize iletilmesine neden olmaktadır. Bu süreçte rol alan tüm faktörlerin maddesel bir töze sahip olması nedeniyle, oluşan tüm algılama, bilgi ve fikirler dışsal gerçekliğe tam olarak tekabül ederler.

Bu nedenle insanlar arasındaki algılama ve görüş ayrılıkları, bazılarının yanlış olduğunu değil, herkesin gerçekliğin başka bir parçasını algıladığını gösterir. Dolayısıyla tek tek herkesin algılaması eşit kıymettedir ve gerçekliğin bir bütün olarak algılanabilmesi parçaların niceliksel olarak yan yana getirilmesi ile olanaklı hale gelir. Bu epistemolojik yaklaşım doğal olarak, insanların öznel iradelerini eşit kılan rölativist bir zihniyet ima eder. Doğrunun eksiksiz olarak kimse tarafından bilinemediği, dolayısıyla kimsenin tekelinde olmadığı bir ortamda toplumsal yapılar da meşruiyetlerini yaşattıkları nötr düzenlemelerden alırlar. Bu düzenlemelerin bir yandan anonim, dolayısıyla herkes için göreceli sonuçlar yaratırken; öte yandan bireysel tercihler karşısında aldıkları göreceli konumla, mutlak karşılıkçı anlayışı pekiştirirler.

Rölativist zihniyet (Liberalizm) klasik demokrasi mekanizması ile çıkmıştır. Temsili çoğunlukçu bir sistem yeknesak bir toplum öngörmektedir. Felsefi anlamda eşitlikçidir. Bireylerin kendi çıkarları konusunda kendilerinin karar vereceği bir sistem öngörmektedir. Niteliksel mukayeseyi dışlamakta, toplumsal refahı niceleştirilebilir varsayarak bireysel refahların aritmetik eklemlenmesi olarak almaktadır. Bu anlamda işsizlik önemli değildir, azınlıkta olmak geçicidir, çünkü toplamın maksimizasyonu önemlidir, bu sistemde somut olarak bireyin mutluluğu mukayese edilememektedir. Rölativist zihniyet toplumsal düzeni ancak devlet sayesinde gerçekleştirilebilirken tarihsel olarak devlet mekanizmasının gizlenmesine aracılık etmiştir, ve günümüzde farklılıklar ve öteki karşısında giderek batılı sistemler otoriterleşmekte yasal önlemlerle sorun çözme yolunu tercik etmektedirler.

Kaynak:
1- Bir Demokratın Gündemi, Etyen Mahçupyan.
2- Osmanlıdan Postmoderniteye, Etyen Mahçupyan.
3- Batıyı Anlamak, Etyen Mahçupyan.
4- Doğu Batı Dergisi 1, 3, 4, 5, 7 ve 13 üncü sayıları.
5- Düşün ve Toplum, İlkay Sunar.

 
Toplam blog
: 444
: 1284
Kayıt tarihi
: 13.09.07
 
 

MB zengin kültürel bir eksen; düşüncelerimizin buluştuğu, tartıştığımız, birbirimizi etkilediğimi..