Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ağustos '17

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Narsist Bir Sanatçının Dünyasında Herhangi Biri Olmak

Narsist Bir Sanatçının Dünyasında Herhangi Biri Olmak
 

İnsan, içinde bir yabancıyı barındırır; yazmak, işte o yabancıya ulaşmaktır. -Marguerite Duras


Sözlükteki anlamı ile narsizm, yani kendini beğenme veya kendine hayran olma hastalığı Yunan mitolojisinde yer alıyor. Karaburun yarımadasında geçen öyküde  Irmaklar Tanrıçası Nana’nın oğlu Narcisisius adında gerçekten yakışıklı bir genç vardır ve su perileri ona aşıktırlar ama Narcisusus onlara ilgi  göstermemektedir. Bu nedenle bir gün ona bir ders vermek için bir plan yaparlar. Dağdaki bir su birikintisine bakıpta orada yaşayan çok güzel bir insan olduğunu fark eden Narcisisius, ona aşık olur. Günlerce onu izler ve bir an için ona sarılmak isterken  suya düşerek boğulur ve ölür.

Psikiyatristler, narsisizm hastalığında görülen birçok özelliğin, bu mitolojik hikâyede mevcut olduğunu söylerler. Kendini beğenmişlik, başkalarının duygularına kayıtsız kalma, diğer varlıklarla iletişim kuramama, başkalarını dinlememe, sadece kendini düşünme gibi özellikleri var. Psikiyatri Uzmanı Dr. Oğuz Tan  “Narsisist kendisini fazla beğenen, üstün gören, hep takdir ve ilgi bekleyen, imtiyazlı olduğuna inanan, özel muamele bekleyen kişidir. Narsisist kişiliğin altında, paradoksal olarak, derin bir kendine güvensizlik yatar." Ve daha sonra şöyle devam ediyor. “Her sanatçı narsisist değildir. Ama narsisistler alkışın bol olduğu sanatlara eğilimlidirler. Başarı da narsisizmi besler. “Önemli özelliklerinden biri empati eksikliğidir. Başkalarının duygularını anlayamazlar. Zaten başkalarını önemsemezler. Başkaları, ancak kendilerini övmek, onaylamak için vardır. Bu yüzden yakın ilişkileri; evlilik ve yakın dostlukları sürdüremezler. Fedakarlığı hep başkalarından beklerler, çünkü onlar uğruna her türlü fedakarlığın yapılacağı insanlardır. Vermezler, alırlar. Aşkta bile, beğenilmek için vardırlar, narsisistler sık hayal kırıklığı yaşarlar. Çünkü hep sevilme, övülme beklentilerinin hayat boyu devamlı karşılanması mümkün değildir.”

Siz kendinizi ortaya koyduğunuzda bundan rahatsızlık duyar mısınız? Bu kolay bir şey değildir. Cesaret  ister ve  sadece yaptığınız şeye inanmanız yetmez , bunu yapabilecek güçte olduğunuzu da bilmeniz gerekir. Bazı sanatçıların kimi zaman açıkça, bazen belirsiz biçimde kendilerine duydukları hayranlığı bir köşede durup izledğimiz zamanlarda, bizlerin gündelik hayatlarımızdaki geleceğin belirsizliği tüm benliğimizi sardığında ,vijdanlarımızın tutsaklığında ve çaresizliğimizin doruklarında , bazen bunun farkında bazende farkında olmadığımız anlarda, günlük hayatın küçük ve önemsiz çekişmelerinde, bu eserlerdeki karakterlerden biri ben miyim ? diye düşünebilirsiniz. Evet o siz olabilirsiniz. O herkes olabilir .Ve yaşamlarımıza ait çok karmaşık kurgulamaların olmadığı anlarda kendine hayran olan bir sanatçı ile yüzyüze kaldığımızı bilemeyiz ama bize çizilen yörüngelere hapsolmuşken karşılaştığımız karakterler tüm hayal dünyamızı ve düş gücümüzü altüst edebiliyor. Socrates “yaşamak bir sanattır” demişti. Amacı ve teması olan bir yaşamdan söz edebiliyorsak bunun aynı zamanda sanatsal bir içeriği de olmalıdır. Aslında yapılan  seçimler bir ressamın tuvaline aktardığı  figürleri çizip ve sonrasında onları hangi renklerde  boyayacağına karar vermesine çok benzer. Burada ortaya çıkan sonuçlar size göre değil evrensel değerlere göre biçimlenmelidir ve ortaya çıkan bu tablonun adı sanatın içinde bir başka sanattır aslında. Hayatın içinde bir başka hayatı olan insanlar, beklide kendi kişiliğinin dışında bir başka karaktere bürünen insanlar, bazen birini küçümseyen bir başkasına ise aşık olan farklı karakterlerin bileşkesi onlar. Ama her zaman sadece gerçeğin peşinde yorgun düşen insanlar  renkli bir dünya ile siyah beyaz bir başka dünya arasında geçişler yapabiliyorlar. O yüzden bazen kendini aşırı seven bazen intikamını kendi bedeninden alabilen insanlarla karşı karşıyayız.

Örneğin Osmanlı Kadırgalarında 4 yıl kürek mahkumu olan Cervantes‘in ünlü eseri Don Kişot adlı karakteri de bir çeşit narsist karakter olabilir. İspanya’da Mancha eyaletinde, küçük bir köyde yaşayan ve sürekli olarak şövalye hikâyeleri okuyan Don Kişot  zamanla şövalye olduğuna öyle güçlü bir şekilde inanırki, bir zamanlar var olan şövalyeliğin canlandırılması gerektiğini  düşünmeye başlar. Bir gün, aklını iyice yitirir, kendisini son seyyar şövalye zanneder. Evindeki eski, paslı zırhları, kılıçları kuşanır. Ezilen halkı kurtarmak için çok mükemmel zannettiği sıska atına binerek yollara düşer. Kendisine bir de aristokrat bir sevgili bulmalıdır. Yolda  rastladığı çirkin bir köylü kızını çok güzel ve soylu olarak görür ve kendisine sevgili olarak seçer. Artık tek istediği şey, ona resmi şövalyelik unvanı verilmesidir. Bunun İçin de başarılar kazanmak zorundadır. Çevremize baktığımızda günlük hayatın rutinliğinden bunalmış ve kendini bir başka dünyanın kahramanı olarak görebilen insanlar  tıpkı Don Kişot gibi kendi halinde hiç birşeyden habersiz yaşayan çoğu kisi için  bir provakatör  de olabilir ama onları  bilmedikleri başka dünyalara da taşıyabilirler.

 Gilbert Garcin’i  65 yaşına kadar yakınlarının dışında kimse tanımıyordu. Fransa’nın  Marsilya kentinde bir lamba fabrikasının yöneticiliğini yapıyordu. Ama bir gün hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Marsilya’nın 72 km kuzey batısındaki Arles kentinde Pascal Delomiux yönetiminde bir fotoğraf atölyesi kursundan sonra hayatı tamamen değişti. Aslında hayatını değiştirmeye karar verdi demeliyiz. Ve bugün Bay G diye anılan sanatçının İstanbul’daki bir galerideki fotoğraflarına bakarken ona ait dünyanında farkına varıyoruz. Bay G’nin fotoğraflarındaki ana karakterin kendisi olduğunu biliyoruz. Yarattığı eserlerde, elinde tuttuğu saatler, labirent veya çemberlerden oluşan tamamen kendisinin yarattığı hayal ürünü ortamlarda  kendini arayan biridir o. Söyle anlatıyor bu süreci. ”Tam bir ıstırap. Zaman parmaklarının arasından akıp gider. Fotoğrafa başladığımda  65 yaşındaydım. Bazen dostlarım ve ailem çok aceleci olduğumu düşünür. Ama seçeneğim yok. Bir 50 yıl daha yaşamayacağım.”

Hayatının sonuna geldiğini düşünen bir adamdan söz etmiyoruz ama hayatını önemseyen bir sanatçı portresi bize yaşlılık kavramının da ne olduğunu anlatıyor olabilir. Her ne kadar bu yaş için yaşlı tanımlaması kullanmanın çok haksızca ve ağır bir tanımlama olacağının farkında olmamız gerekirse de  Garcin bize  yaşımızın değil ama geldğimiz noktanın hayatın farklı bir süreci olabileceğini tekrar anımsatıyor.

Onun sanatına yönelik olarak anlatılanlar ise şu şekilde özetlenebilir. Garcin’in mizah yüklü ve sürreal siyah ve beyaz fotoğraflarında  gerçek hayat ile kurgulama arasında beli belirsiz ama dikkat çekici bir çizgi olduğu yönündedir. Fotoğraflarında  kum, taş, çamur ve ip gibi gerçek objeler kullanarak gerçek gölgeler yaratıyor. Çerçeve içinde çerçeve, fotoğraf içinde fotoğraf gibi, objelerin ölçekleriyle oynadığında ortaya çıkan göz yanılsamaları gerçekliğin yerini alıyor. Bu sahnelerde ise başrolde biri var. Adı Mr Everyone. Yani bu herkes olabilir. Bay Herhangi birini çok önemsiyorum çünkü bu kisinin siz olabileceğinizi merak ediyorsunuz ya da eğer öyle ise kendinizi başka bir boyutta görebilmenizi sağlıyor.Ve can alıcı soru iste tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bu ben olabilir miyim ?

Kendi bedenini de fotoğraflarında sahneleyen Garcin, “Hikaye anlatmaya bayılıyorum. Benimkisi bir nevi insanları kandıran illüzyonistin aldığı zevk” diyor. İzleyicisini de zaman, yalnızlık, boşluk ve varoluş gibi felsefi  ikilemleri sorgulamaya davet ediyor. Mizahı kullanan eski lamba fabrika yöneticisi bugün  eserlerindeki mizahi yönü vurgularken  “Mizahı yüzeye yerleştirmeye çalışıyorum. Fotoğraflarımda yapmaya çalıştığım egzersiz aslında kolayca kibirli veya aşırı ciddi gözükebilir. Oysa ön planda mizaha yer vermek önemli çünkü bu sayede izleyici süjeyle bir diyaloğa girebiliyor. Benim için mizah asıl amaç değil elbette ama iyi ki işlerimde yer alıyor.“ diyor. Bu sözlerde ne sezinliyorsunuz? Bu sözler bir sanatçının kendine olan hayranlığını da dile getiriyor mu ? Belki öyle ama sanatçının var olma nedeninin de bir bakıma kendini ortaya koyma açlığı olarak görebiliriz ve Amerikali yazar Richard Wright’ın söyledği gibi insanı ekmeğe olan ihityaç kadar kendini ortaya koyma açlığı da öldürebilir. İşte bu süreç yani kendini arama, kendini ortaya koyma ve geniş hayal gücü bazen trajik sonuçlarıda beraberinde getiriyor. Sanatın bir teması varsa hayatında olmalıdır hic kuskusuz. Çünkü bazı insanlar kendilerine güvenlerini kaybedebilirler ama sanatçılar belki de kendilerine olan hayranlıklarını hiç yitirmemelidirler. Bu kendini sevmekten ya da  farklı olduğunu dile getirmekten daha da öte bir şeydir. Bu hayranlık süreci kendine olan aşırı güvenle harmanlanan bir duygusal  çalkantıya  çok benziyor. Edebiyat dünyasının intihar eden yazarları arasında Ernest Hemingway'den Stefan Zweig'a; Virginia Woolf'tan Harry Martinson'a kadar 40'a yakın ünlü ismin olması dikkat çekicidir. Psikiyatri uzmanları, intiharlarda depresyonun yanı sıra, dünyanın iyi; güzel, anlamlı bir yer olduğuna dair inançlarının zedelenmesinin etkili olduğunu belirtiyor. Psikiyatri Uzmanı Mustafa Ulusoy, konuyla ilgili olarak,"Tılsımlı kelimelerle sayfalar arasında dünyalar inşa eden bu insanların ruhlarının ahirete imanın ruha açtığı nefes alıcı pencereden yoksun karanlık bir odada yaşadıkları anlaşılıyor." değerlendirmesini yapıyor. Yaşadıkları travma onları kendilerine ve hayran oldukları dünyada bir yok olma sürecine götürebilir. İşte tam o noktada hayranlıkları yaşamdan vazgeçme anlamına gelir artık.

Jacques Tati, Charlie Chaplin ,Woody Allen, Andy Warhol gibi işlerinde kendilerini kullanan bir çok sanatçıya sorulduğu gibi ona da sorulan bir soru var. Yani Bay G diye bilinen Garcin’e  “Peki bu yaptığınız narsistik bir şey değil mi ?” Söyle yanıtlıyor bu soruyu.”Otobiyografileri veya kişisel günlüklerini yayınlayan insanlara bakın.Onlar benden daha çok daha fazla teşhir ediyor kendilerini.”Benzer bir duyguyu Salvador Dali adlı ünlü ressam ise şu şekilde dile getirmis.”Her zaman uyanınca muazzam keyif duyarım.Salvador Dali olmanın keyfi ve mucizeden nutkum tutulmuş bir şekilde kendime sorarım,bugün ne gibi fevkalade şey yapacak bu Salvador Dali?”

Bir sanatçının kendine olan hayranlığı bizi nereler taşır ? Bir roman ya da bir öykü veya şiir adı ne olursa olsun  yaratılan her sanat eserinde  sanatçının tuvallerinde ve fotoğraflarında veya heykellerinde bizlerin sıradan gibi gözüken hayatlarımızın sanatsal içeriğini buluruz aslında. Örneğin bir yazarın aklında sizi kendi çizdiği dünyanın yörüngesine çekebilmek kaygısı ve heyecanı vardır. Size o dünyada bir yer açar; o dünyanın içinde bir rolünüz vardır ve o fantastik arenada kaybolan okuyucu ve izleyici  bunun keyfine varabiliyorsa o eser başarılıdır.

Bu sizin hayatınızın teması olabilir. 65 yaşında fotoğraf sanatçısı olmaya karar veren Bay G aynı zamanda hayatın temasını da yakalamış gözüküyor.Ama bir şeyi yakalamak onu kaybetmeyeceğiniz anlamına gelmiyor .Abdulmecit Osmanlı Sarayında batili anlamda müzik dersi alan ilk padişahtı. İsmail Dede Efendiye karşı derin bir sevgi besliyor ve onu dinliyordu. Ancak  dedesi 3.Selim ve babasi 2.Mahmut gibi Klasik Türk Müziği ile ilgilenmiyor ve daha çok batı müziği dinliyordu. Bu durum İsmail Dede Efendiyi çok üzüyordu. O da saraydan ayrılmak durumunda kalmış ve bu ümitsizliğini “artık bu oyunun tadı kaçtı” diyerek Hac yolculuğuna çıkkmaya karar vermişti ve o yolculukta koleraya yakalanıp  hastalandı ve öldü. Çünkü yaşamda bir çok şeyi kaybedebilirsiniz ama bir sanatçının başkalarının veya herhangi bir sevgilinin hayranlığını kaybetmesi ve böylece unutulması ölüm olgusunun bir başka şekli olmalıdır. Bu yüzden İsmail Dede Efendi hac yolculuğuna bekli de ölmek için çıkmıştı bunu bilemiyoruz. Ama bildiğimiz onun yaptığı bestelerin ve müziğinin ötesinde bir psikolojik yalnızlığa girdiğidir.

“Bir gün ikimizde bu dünyadan ayrıldıktan uzun zaman sonra,eserimiz ileriki kuşakları ışıl ışıl aydınlatacak ve parlak bir örnek olarak gelecek asırlara renk katacak. Ve her kalp coşku içerisinde yüce ve sonsuza dek yaşayan sanatın ateşi ile yanacak.” 1864 te babası II.Maximillian’ın ani ölünce kendini  18 yaşında Bavyera tahtında bulan genç ve yakışıklı II.Ludwig (1845-1866) Besteci Richard Wagner’e  böyle yazmıştı. Bu noktada  sözü Emre Aracı’ya bırakmadan önce bu düşüncelerindeki sanatçı duyarlılığına hayran olmamanın elde olmadığını belirtrmeliyiz.  Şöyle anlatıyor bu öyküyü Kayıp Sesler adlı kitabında. ”Romantik aşırı hassas ve yanlış yüzyılda doğduğuna inanan  bu Alman Kralı Wagner’in müziği ile hayal dünyasının sınır tanımayan engin denizlerinde kendisini kuğu şövalye Lohengrin ile özdeşleştirerek , daha doğrusu hayatının o kuğu şövalyesini bekleyerek, tek başına rüyalar aleminde yaşayıp durmuş. Ama rasyonel düşünenler ona deli demiş, opera dekorlarından esinlenerek inşa ettirdiği şatolarını müsriflik olarak nitelendirip , kanatları altına altına aldığı Wagner’i saraydan kovmuşlar, hayranı olduğu bestecisine Münih’te inşa ettirmek istediği Opera binasına şiddetle itiraz etmişler ve en sonunda 41 yaşında tahttan zorla indirerek ardından trajik bir kaza komplosuna kurban etmişler.” Otoriteler bu romantik kralın hayatının temasını ve sanatsal içeriğini yok ettiler ama bugün Almanya onun bu hayallerinin ürünü olan muhteşem şatoyu yaptırdığı için ona hayranlık ve sonsuz minnettarlık duyuyor. II.Ludwig’in sözleri yaptırdığı şatonun estetik ve görkemini ortaya koyarken sıradışı bu durumun  o an için anlaşılamayacağı  riskini de  içinde barındırığını gösterirken, projesine olan hayranlığının ipuçlarını veriyor. Biz bu esnada  bu hayranlık tanımlamasına bağlı kalarak gerek sanatçılarda gerekse bu duyarlılığa sahip tanınan şahsiyetlerde bile bu olgunun izini sürüyoruz.

Okuyucu bu noktada şunu düşüneblir. Kral Ludwig’in yaptığırdığı muhteşem ve göz alıcı şato onun için ne anlam taşıyorsa  bir sanatçının kendini ortaya koymak için verdiği mücadelenin sanatsal içeriği de o derece büyük anlam taşıyor. Gençlik yıllarında her gün bir şeyler olmasını bekleyen insanlardan, yaşlılklarında artık hiç bir şey olmuyor diyen  insanlara kadar herkese ne söyleyebilir sanatçılar ? Sorumuz budur. Sorunumuz da budur. Sanatçının kendini ortaya koyabilmesi ve bu riski alması da buna benzer. Ya yok olursunuz ya da sonsuza kadar var olursunuz. Okuyucunun günlük hayatında sıradan gibi gözüken bir çok şey olur. Dokunmak isteyen ama dokunamayan, sevmek isteyen ama sevemeyen, söylemek isteyen  ama söyleyemeyen, anlamak isteyen ama anlayamayan, mutlu olmak isteyen ama olamayan , gündelik yaşamlarda bir çaresizler ordusu varken , herkes  onlara bir şeyler söylenmesini, hiç olmazsa bir umut aşılanmasını ve onlara devam etme gücü veren güzellikler sunulmasını bekliyor. Tüm bu karmaşaların içinde bizler kaotik ve gizemli danslarımızı  yaparken sanatçılar size tamamlanmamış veya ortalama insanların cesaretle üzerine gidemediği her şeye meydan okuyarak bize bu fantastik kurgulamanın ötesine geçirirler ve yaşamın bambaşka boyutlarını gösterirler. Ama  bunu ya bir sevgili için yaparlar ya da kendileri için. Kendilerine duydukları hayranlığın  ötesinde bir sevgilinin varlığı veya kabul edilme arzusudur bu.

Flaman Ressam ve Yontmacı Marcus Gheeraerts the Elder’ın oğlu Marcus Gheeraerts the Younger (1562-1636) in yaptığı I.Elizabeth resmine bakarsanız, Kraliçe’nin üç parça halinde çevresinde uçuşan Latince bir el yazmasında ise şöyle yazar. ”Verir ve beklentiye girmez, Muktedirdir ama öç almaz ve Geri vererek gücünü arttırır “  Bir bakıma sanatçılarında  hayatlarının özetidir bu.

 

 
Toplam blog
: 27
: 292
Kayıt tarihi
: 11.04.13
 
 

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İkitisadi ve İdari Bilimler Fakültesinden 1986 yılında mezun oldum..