- Kategori
- Şiir
Nazım Hikmet vatan haini miydi

"ortalık durulduktan yıllar sonra
mehtaba baktığın vakit
üzüntü çekmemek için
ya insanda yürek dediğin taştan
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin.
Bizimki taştan değildi çok şükür!"
Nâzım Hikmet
“Memleketimden İnsan Manzaraları” sözünü Nâzım Hikmet’ten ödünç alıp da 35 haftadır O’ndan hiç söz edemediğim için suçluluk duygusuyla mahcubiyet içindeydim.
Daha fazla gecikip daha çok üzemezdim kendimi.
Bu niyetle kalemi elime aldım bugün.
İki ay kadar önceydi. Bir hafta sonu, dostlarla birlikteydik; Silivri’deki bahçemizde. Telefonum çaldı. Baktım, Abdullâtif Kaya idi arayan.
İzin isteyip dostlardan, havuz başına doğru yürürken açtım telefonu. Kendine özgü davudî sesiyle, “Merhaba Hocam!” diye selamladı.
Kim midir, Abdullâtif Kaya?
Önce O’nu tanıtayım size, kısaca:
1961 – 1964 yılları arasında Diyarbakır – Dicle Öğretmen Okulunda görev yaparken, üç yıl boyunca Türkçe, edebiyat ve kompozisyon derslerine girmiştim.
Hasan Acar, Nalân Uluğ, Hüseyin İlbey, Mustafa Karaoğlu, Semra Akın, Maaz Akay, Malik Erdoğan, Seyit Battal Arslan, Müslüm Başaran, Seyfi Özkan, Ömer Öztürk, Mehmet Kıpçak ve daha pek çok öğrencim gibi başarılı bir gençti Kaya.
Birçok öğrencimden güzel haberler geldiği halde, uzun yıllar sesi soluğu çıkmadı; bu sevgili öğrencimin.
Sanırım, beş yıl önceydi. Telefondaki ses, “Ben, Dicle’den Abdullâtif Kaya” deyince, ne kadar sevinmiştim. Hele hele:
“Hocam, ben İstanbul’dayım. Cağaloğlu’ndaki işyerindeyseniz ziyaretinize gelmek istiyorum. Müsait misiniz?” diye sorunca…
Yarım saat kadar sonra geldiğinde:
“Bunca yıldır, nerdesin sen sevgili Kaya?” diye sitem etmiştim de, anlatmıştı; o güne dek neden arayıp soramadığını:
12 Eylül darbesi olduğunda, Diyarbakır Belediye Başkan Yardımcısı imiş. Başkan Mehdi Zana ile birlikte O’nu da tutuklamışlar hemen.
Neden mi?
İlle de bir neden mi olması gerekir!
27 Mayıs 1960’ta Cumhurbaşkanı Bayar’ı, Başbakan Menderes’i, tüm hükümet üyelerini, tüm DP milletvekillerini niçin tutuklamışlardı?
12 Mart 1971’de yazarları, çizerleri, üniversite öğretim üyelerini, TÖS gibi kimi derneklerin başkan ve yardımcılarını niçin tutuklamışlardı?
O günlerde Keşan’da Paşayiğit Ortaokulunda öğretmendim. TÖS Keşan Şb. Başkanı Mehmet Özcan’ı ve yardımcılarını niçin gözaltına alıvermişlerdi?
Sevgili dostum rahmetli Şekip Işık’ı, Paşayiğit İlkokulu Öğretmeni değerli meslektaşım Haspi Sözbir’i de… Ve onca ısrarıma rağmen, bu dostlarımı ziyaret etmeme izin vermemişlerdi.
12 Eylül darbesinde Bakırköy Merkez Lisesinde idim. Bir gece, öğretmen arkadaşım Doğan Oğuzer’i de alıp götürmüşler.
Sebep? Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) yerine kurulan TÖB-DER’in Merkez Yönetim Kurulu Üyesi olması…
Daha ne istiyorsunuz? Tutuklamak için, yetmez mi bu kadar suç!
Neyse, konuyu dağıtmayayım. Gelelim biz yine Abdullâtif Kaya’ya:
Evet, iki ay kadar önce telefon ettiğinde:
“Hocam, dedi; kurban bayramı başladı, bitti; aramadım sizi. Bugün niye aradım, biliyor musunuz?”
“Bilmiyorum, sevgili Kaya. Umarım, güzel bir nedeni vardır.”
“Güzel, güzel sayın hocam! Bilirsiniz; bende çirkin şey olmaz.”
“Bilmez olur muyum? Buyur, dinliyorum.”
“Dicle’de bir dersinizi hatırladım. Beşinci sınıfta idik ve siz edebiyat dersimize giriyordunuz.”
“Evet, çok iyi anımsıyorum. Sen dahil, yetenekli ve başarılı birçok arkadaşınız vardı sınıfınızda. Çok zevkli dersler işliyorduk birlikte.”
“Gerçekten de öyle idi. Bakınız, ne anlatacağım size. Bir gün, yemekhane ile büyük derslik binası arasındaki meydandan geçiyordum. Yerde bir gazete parçası gördüm. Çöp kutusuna atmak için eğilip aldım. İster istemez, ne yazıyor diye bir göz attım. Baktım, bir şiir… Okumaya başladım. O güne kadar gördüğüm, okuduğum, duyduğum şiirlerden çok farklı idi. Şiir bitip de “Kimmiş bu şair?” diye merak edip bakınca Nâzım Hikmet adını görmeyeyim mi?”
“Evet, dinliyorum; Sevgili Kaya”
“Nâzım Hikmet adını okuyunca korkuya kapıldım. O bir vatan haini değil miydi? Öyle belletmişlerdi bana. “Bir gören oldu mu acaba?” diye belli etmemeye çalışarak baktım çevreme. Hiç kimsenin umrunda değildim sanki. Ne olur, ne olmaz diye, bıraktım o gazete parçasını yere. Ve hemen uzaklaştım oradan.”
“Yine de sana bir şeyler bulaşmış olmasın o gün?”
“Sanırım bulaşmış, sevgili hocam. Şairin adını görünce, korkumdan şiirin güzelliğini falan unuttum. Fakat benim için, asıl bundan sonra söyleyeceklerim önemli.”
“Merakla dinliyorum.”
“ Sanırım, bu korkumdan birkaç gün sonraydı. Edebiyat dersindeydik. Bir arkadaşım, ‘Nâzım Hikmet hakkında ne düşünürsünüz hocam?”diye sordu. Siz henüz cevap vermemiştiniz ki, sınıfımızın en başarılı arkadaşlarından Zülküf Kaya, ‘Vatan haini o!’diye atıldı hemen. Siz, “Hayır, vatan haini değildi Nâzım Hikmet. Ancak 1930 ve 1940’lı yıllarda iktidarda olanlardan farklı düşünen bir insandı. O yüzden 28 yıl hapis cezası verildi; o yüzden çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Düşüncesini beğeniriz, beğenmeyiz; görüşüne katılırız, katılmayız; o ayrı… Ama büyük bir şair olduğunu inkâr edemeyiz. Öyle olmasaydı, geçen ay Amerika’da yayımlanan bir dergi, Nâzım Hikmet’i ‘Dünyanın en büyük 25 şairinden biri’ olarak seçmezdi.”dediniz. Ben, işte bu cevabınızdan dolayı sizi hiç unutmadım. Zaten o günlerde bundan daha fazlası da söylenemezdi.”
Birkaç yıl önce, o dersi ve bu konuyu, Kaya’nın arkadaşı sevgili Maaz Akay’dan da dinlemiştim.
“Pekiyi, Zülküf Kaya nerelerde? Ne yapıyor?” diye sordum.
“Zülküf’le aynı soyadını taşıyorduk ama anlattığım anıdan da anlaşılacağı gibi, aynı düşüncede değildik. Dolayısıyla O, ne 12 Mart’ta tutuklandı, ne 12 Eylül’de… Dicle’den sonra ben de görüşmedim hiç. Duyduğuma göre Çukurova Üniversitesinde nebâtat (bitkibilim) profesörüymüş.”
Taşı gediğine koymanın tam zamanıydı:
“Gördün mü, dedim; “Nâzım Hikmet vatan hainidir” diyenler profesör olurken, “Hayır, O bir vatanseverdir” diyenler ya Kars’a sürülüyor, ya Diyarbakır Hapisanesini boyluyor.”
“He valla, doğru söyledin hocam!”
“Bulduğun gazete parçasında Nâzım’dan okuduğun şiir neydi; anımsıyor musun?”
“Nasıl unuturum hocam! Memleket hasretini dile getiren bir şiirdi.”
“’Ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım.
Son mintanın da sırtımda paralandı çoktan
Şile bezindendi.”
diye başlayan bir şiir miydi?”
“Hayır, o değildi. Ben gazete parçası dedim ama sanırım YÖN dergisinin bir yaprağıydı. Romanya’da Tuna nehrini görünce, Türkiye ve ailesi tütüyor gözünde: “Koş Tuna, koş! Karadeniz’e ak. Boğaz’dan geçip Kadıköy’e ulaş. Oğlum Memet ve anası vapura binerken onları gör; ellerine dokun…”gibi bir şeydi. Çok etkilemişti beni. O güne kadar beni böylesine duygulandıran bir şiir okumadığımı düşünmüştüm.”
“Nâzım Hikmet aşkı o gün, o şiirle başladı desene!”
“He valla hocam! Fazla meşgul ettim sizi, kusura bakmayın. Ama bu duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istedim sizinle.” deyip izin isteyerek iyi dileklerle kapattı telefonu.
Ya, işte böyle!
Şimdi size sormak istiyorum:
Nâzım Hikmet, gerçekten vatan haini miydi?
Hüseyin Erkan
huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr