Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '09

 
Kategori
Dostluk
 

Nazlı'm / Adana

Nazlı'm / Adana
 

Nilgün ve Nazlı / Erzurum


Siz hiç sabahın 6’sında ciğer kebap yediniz mi? Hem de sokaklara kurulmuş seyyar tezgahlarda…

Ben yedim. Pazar sabahı saatimi 5.30’a kurdum. Kalkıp hazırlandım ve arkadaşlarımla ciğer yemeğe gittim. Daracık sokaklardaki kepenkleri kapalı dükkanların önüne sıra sıra mangallar dizilmişti. Küçük ve alçak masaların yanında minik tabureler vardı. Ortalığı mangallarda pişen ciğerlerin dumanları kaplamıştı. Sabahın erken bir saati olmasına rağmen sokak ciğer kebap yemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Biz de hemen bir masaya iliştik. Anında başımıza dikilen bir genç ne içeceğimizi sordu. Hava serin, saat da erken ya, hemen “Çay” diye atıldım. Şalgam suyu getirmeye şartlanmış olan genç “Abla ciğer kebabın yanında çay mı içecen sen?” diyerek kahkahayı bastı. “Sabahın köründe şalgam suyu mu içseydik yani?” diye terslendim. “Sabahın köründe ciğer yemeğe geliyon, garip olmuyo da bir şalgam suyu mu ters geldi?” diye söylenerek gitti.

Az sonra masaya domates ezme, kıvırcık ve soğan salataları eşliğinde ciğer kebaplar geldi. Uzun şişlere takılı ufak doğranmış ciğerler sıcak sıcak şişlerden sıyrıldı ve ince pidelerin içine konuldu. Afiyetle yenildi. Ortamın ilginçliği karşısında fotoğraf makinemi çıkarıp mangalları, sokağın genel görüntüsünü ve kendi masamızı çekmeye başladım. Arka masadan “Abla bizi çekme, hanım görmesin” diye seslenen kişiye “Tamam, merak etmeyin” dediğim anda yan masada yalnız başına oturan ve sabahın o saatinde rakı içen yaşlıca biri “Abla beni çek” diye atladı. İmkan olsa masasına oturmak ve anlatacaklarını dinlemek isterdim. Kim bilir yalnız masasında rakısına anlattığı nasıl bir hikayesi vardı.

Kebap faslı bittiğinde servisi yapan genç tekrar dikildi başımıza ve “Çay isteyen?” diye sordu. Bunu yaparken bıyık altından güldü mü yoksa bana mı öyle geldi bilmiyorum… “Benimki açık olsun” dedim. “Fincanda mı isterdiniz?” diye dalga geçerek gitti. Meğer çayları yakındaki esnaf kahvesinden getiriyorlarmış. Biraz sonra hani şu kahvecilerin kullandığı üçgen askılı tepsinin içine doldurulmuş bir sürü bardak çay geldi ve hızla bütün masalara dağıtıldı.

Bu arada saat 08.00 olmuş, mangalların ateşi azalmış, kebaplar tüketilmiş, insanlar toparlanmaya başlamıştı. Biz de kalktık.

Hayatımda ilk kez ciğer kebap yedim, hem de Kuş pazarı (*) denen ve mazisi çoook eskiye dayanan bir çarşıda ve bir pazar sabahı saat 06.00’da.

Size de tavsiye ederim.

Ancak önce Adana’ya gitmeniz gerek.

Ben de öyle yaptım. Güneyin bu şahane şehrine, uzun yıllar sonra kavuştuğum arkadaşım Nazlı’yı görmeye gittim.

Biz yuvadan erken uçan yavru kuşlar gibiydik onunla. O Adana’da ben İstanbul’da birbirimizden habersiz yatılı okullarda okumuştuk. Sıra üniversiteye geldiğinde hayat bizi Erzurum’da buluşturdu.

Erzurum…

Kar, buz, soğuk, yabancılık, öğrencilik, paylaşım demekti bizim için. Ve biz onunla her şeyi paylaştık.

Kaldığımız öğrenci yurdunda da ayrılmadık, okul yolunda da…

İlk kar düştüğünde koşup üniversitenin kayak takımına yazılmıştık. Günler süren yorucu kondisyon çalışmalarının ardından Palandöken’in eteklerinde kayakları ayağımıza taktığımızın ikinci günüydü. İkimiz de heyecanlıydık, başarmak istiyorduk. O bir anlık hatası olmasa, öyle kötü düşmese, bacağını kırmasa, kayakta da ayrılmazdık onunla.

Sonraki günlerde bacağı bir ay alçıda kalmıştı. O bir ay boyunca, okul ve yurt arasında ona koltuk değneği olmuştum. Bir kolu benim omzumda, birlikte gidip gelmiştik her yere. Nihayet alçının çıkarılma günü geldiğinde hastanedeki sevincimiz görülmeye değerdi. Zaten hep o sevinçtir alçı çıkar çıkmaz hastane koridorlarında koşmasına ve ıslak zeminde kayıp tekrar bacağını kırmasına sebep olan.

Aynı bacak, aynı kırık ve yine alçı… Hastaneden yurda dönüşümüz yine benim omzumdan aldığı destekle zıplaya zıplaya olmuştu.

İkinci ayın sonunda bacağı alçıdan ikinci kez çıkarıldığında karşıma geçip “İki aydır bana o kadar iyi baktın, o kadar destek oldun ki, minnettarım. İnşallah bir gün ben de sana öyle bakarım” demişti.

Ve bana bakması için fazla beklemesi gerekmemişti.

Birkaç hafta sonra bir sabah sağ kasığımda şiddetli bir ağrı ile uyandım. Kıpırdayamıyordum. Yurttaki oda arkadaşlarım toplanıp oy birliği ile dağda üşüttüğüme karar verdiler ve termofor niyetine ısıttıkları ütüyü havlulara sarıp karnıma koydular. Yaptığımız bu hatadan sonra gözümü hastanede açtım. Apandisit teşhisi ile apar topar ameliyata alınmıştım.

O tarihte apandisit ameliyatı sonrası bir hafta kalınıyordu hastanede. İşte o bir hafta boyunca bana kim baktı dersiniz?

Hem de ne bakmak…

Ameliyatın üçüncü günüydü. Hadi yemek neyse de su bile yasaktı. O kadar susamıştım ki yalvarıyordum bir yudum su vermesi için.

Peki o ne yaptı?

Hastaneden fırlayıp gitti. Yarım saat sonra da elinde bir paketle geri geldi. Ben neler oluyor anlamaya çalışırken, getirdiği paketi aceleyle açtı ve odaya mis gibi bir koku yayıldı. Yanıma oturup başımı doğrulttu ve “Biliyorum ben seni iyi edecek şeyi” diyerek paketten çıkardığı Adana Kebabını bir çırpıda yedirdi.

Akşam saatleri odaya kontrole gelen doktor “Çabuk toparlanmışsınız, gençlik işte” dedi. “Gençlik değil, Adana Kebabı” diyemedim.

O gün Erzurum’daki o hastane odasında yediğim Adana Kebabının tadını başka hiçbir yerde bulamadım. Ta ki 20 gün öncesine kadar…


Ve ADANA

18 yaşındaydım Nazlı’dan Adana’yı dinlemeye başladığımda. Havasını solumak bu yaşıma kısmetmiş.

Her zaman, “İlk kez gidilen bir şehri tanımanın en kestirme yolu kaybolmaktır.” derim. Bu kez de öyle yaptım. Geniş bulvarları, yüksek binaları, devasa parklarıyla kocaman bir şehir olan Adana’da kayboldum. Kah Seyhan nehrinin üzerindeki, dünyanın hala kullanılan en eski köprülerinden biri olan Taşköprü’nün yanında, kah Ortadoğu’nun en büyüğü olan Sabancı Merkez Camisinin yanında soluklandım. Benim gibi fotoğraf çekmeyi seven biri için, tarihi istasyon binası, Seyhan baraj gölü üzerindeki Sevgi Adası, parklardaki peyzaj mimarisi ve caddelerin iki yanına tek sıra dizilmiş narenciye ağaçlarıyla Adana tam bir hazineydi.

Bir şehir kendisini keşfe çıkan herkese farklı yönlerini gösterir.

İşte benim Adana gözlemlerim;

Ulaşım ve trafik sorunu yok. Konutlar metrekare olarak çok büyük. Binalar çok yüksek. Apartmanların balkonları hep yuvarlak, köşeli balkon nedense hemen hemen hiç yok. Taksiler sokaklarda boş dolaşıp müşteri aramıyor. Taksiye sadece taksi durağından ulaşabiliyorsunuz.

Bir marketten limon alacağınız zaman cinsini söylemeniz gerekiyor. Öyle bizim gibi sadece ekşi limonları yok. Adanalıların bir de tatlı limonları var. Tadı çok enteresan, ananas gibi kendine has bir kokusu ve tadı var.

Ev kiraları ucuz ama yıllık rakamlar konuşuluyor. Bir ev kiralamaya kalkarsanız yıllık kirayı ödemek durumundasınız, öyle aydan aya kira hesabı yok.

Musluktan akan su içilebiliyor.

Seyhan nehri ve köprüleri çok güzel, hele gece aydınlatması görülmeye değer.

Adananın mavi boncuğu Seyhan baraj gölü çok büyük, uçsuz bucaksız bir deniz görüntüsünde.

İstanbul’daki kebapçılarda Adana kebabı diye sunulan yemeğin Adana’daki kebapla uzaktan yakından ilgisi yok. Farkı anlamak için Adana’dakini tatmak lazım.

Kaynar adlı milli bir içecekleri var. İçinde tarçın, zencefil, karanfil ve farklı birkaç baharatın daha olduğu, dövülmüş cevizle sıcak sıcak içilen bir içecek bu.

Tarçın demişken Adana’dan kısa bir süreliğine kopup çocukluğuma geçiş yapalım şimdi.

İlkokulu yeni bitirmiştim. Babam her hafta sonu olduğu gibi o gün de beni ve yeğenlerini arabasına alıp gezmeye götürmüştü. Boğazda bir yerde durup, “Hadi size salep ısmarlayayım” demişti. Salebin ne olduğunu bilmiyordum, ilk kez içecektim. Üzerine bolca tarçın serpilmiş sıcak salep önüme geldiğinde kokusundan pek hoşlanmasam da ön yargılı davranmayıp içmiştim. Kısa bir süre sonra ise belki araba tuttuğundan belki midemi bozduğumdan bilemiyorum az önce içtiğim salebi aynen geri çıkarmıştım. Bu esnada özellikle tarçın da burnumdan gelmişti. Mecazi anlamda söylemiyorum, şıpır şıpır damlamıştı tarçın burnumdan. İşte o gün bugündür tarçın dediler mi kaçacak yer ararım.

Ama ben ne yaptım? Adana’da ana maddesi tarçın olan “Kaynar”ı içtim. Belki canım arkadaşımın elinden çıktığı için, belki karşımda uzun uzun ikna konuşmaları yaptığı için… Öyle ya da böyle benim tarçınla olan şiddetli geçimsizliğim Adana’da bitti.

Ben Adana’yı her şeyiyle çok sevdim. Büyük şehrin olumsuzluklarını değil, ayrıcalıklarını gördüm ben orada. Geç de olsa gidebildiğim ve Nazlı’mla dolu dolu bir hafta geçirdiğim için mutluyum.


(*) Kuş pazarı; Adana’da sadece Pazar sabahları 05.00-08.00 saatleri arasında kurulan, güvercinden papağana, tavşandan köpeğe kadar her cins hayvanın satıldığı ya da değiş tokuş yapıldığı ve sıra sıra dizili tezgahlarda ciğer kebapların pişirilip yenildiği bir çarşıdır.


Not: Nazlı’m canım benim, sana önümüzdeki seçimlerde başarılar diliyorum.

 
Toplam blog
: 61
: 2350
Kayıt tarihi
: 24.01.08
 
 

17 yaşımdaydım yazmaya ilk başladığımda. Dünyayı tanımaya çalışırken kendimi de tanıdım zaman içinde..