- Kategori
- Öykü
Neşe doluyor insan!

Gün dogalı bir hayli oldu. Oysa oglu İsmail’in çoktan uyanması gerekiyordu. Biraz daha tembellik ederse, okula gecikecek diye korktu.“Le.., le.. İso” diye adını kısaltarak, bir kez daha bagırdı. Aklına gelen bütün kürtçe küfürleri hiç de oralı olmayıp, horul horul yatmaya devam eden İsmail’e bir çırpıda, avazı çıktıgı kadar haykırdı.“Le... la... Gavur dölü. Boz eşegin kunnadıgı, soykanın dölü. Ne zıbarıp, duruyorsun. Kalk artık. Okula geç kalacaksın.” Çok hiddetlenmesine ragmen, oglunun kendisini hiç tınlamadıgını görünce, ellerini bögrüne koyup, şaşkınlıkla yassıca olan burnundan hızla soluyarak, etrafına bakındı. Önce süpürgeyi eline geçirdi ve sapı ön tarafa gelecek şekilde tutup, oglunu iyice pataklayarak, uyandırmanın en iyi yöntem olacagını hayalinden geçirdi. Ama bu düşüncesini pek tutmadıgından, süpürgeyi yeniden köşesine fırlattı. Süpürge de misyonunun haricinde başka alanlarda kullanılmadıgına sevinircesine şaklabanlık yapıp, her zamanki sessiz köşesine, sap kısmı alta, geniş yelpazesi köşeyi oluşturan iki duvara dayalı şekilde yerleşti. İsmail’in gardiyan annesi Sultan da süpürgenin düşüş biçimine hayret ettiyse de, bu ayrıntılara takılmanın zamanı degildi. Yine de bir an daha birbirine yakın olan gözleri köşeye takılmadan edemedi. Süpürgenin kendisini adeta alaya alıyormuş gibi hissetti.
“Sultan Hanım... Nanik... Nanik...” demedigi kalmıştı. Kafasını iki yana sallarken, hiç istemeden başına örttügü, annesinin kendisine hediye ettigi kırmızı , beyaz, yeşil ve sarı renkli minnacık boncuklarla etrafına küçük çiçeklerin işlendigi, tülbenti kısa ve kalın boynuna dogru kaydı. Dalgalı saçları isyankar bir şekilde kalkıp, iniyorlardı. Bir an önce başka planlarla, gavurun dölü, eşegin kunnadıgı İsmail‘i uyandırıp okula göndermeliydi. Kocası olacak mendebur, köy muhtarı ünvanlı Osman da evin duvarının dibinde, “dünya yansa içinde yorganı yokmuş” edasında, tütünden ince uzun ama her hangi bir işin ucundan tutmayan parmaklarını iyice sarartmış, öksürüklere bogularak, sabahın köründe, agrılarından sürekli şikayetçi oldugu midesine dogru, katranlı dumanlar salıp, cigerlerini körükler gibi doldurup, boşaltıyordu. Yaptıgı tek iş köye jandarmalar geldigi zaman, kendisine emirler verip, kaynatılan onlarca yumurtanın kabuklarını soyup, bu kurbaga yeşili silahlı ve külahlılara yedirmekti. Onların yumurtayı neden bu kadar çok sevdiklerine hayret etse de, hiç bir gün meragını giderecek soruyu sorup, cevabını alma cesaretini gösterememişti.
“Al babam, al bak sana yumurta soydum. Ye de kendine gel, canlan. Vatan ve millet sizden sorulur. Sizler olmazsanız, halımız nice olur?” Jandarmalar aldıkları yumurtaları iki hamlede bitirip, son parçayı yemek borularından büyük bir iştahla indirirlerken, ikinci bir yumurta fazla gecikmeye ugramadan, Osman muhtar tarafından nezaketle sunulurdu. Yumurta soyma yarışması olsa, şampiyonlugu kimseye kaptırmayacagına emindi.
Sultan’a göre, on bir yaşındaki kızları Zeliha ne babasına, ne de kardeşine benziyordu. Evet, o tıpkı kendisi idi. Erkenden uyanmış elini yüzünü bir güzel yıkamış, saçlarını dahi kendisi taramıştı. Okul çantasını hazırladıgı gibi bir birine dolaşan ufak adımlarla, okulunun yolunu tutmuştu bile.
O zamanlar ilkokul dördüncü sınıfa giden on yaşında bir çocuktum. Şimdilerde her dinginligimde, buna benzer çocukluk anılarım, bir 23 Nisan sınıfı gibi, ellili yaşlarda olan bendenizin hayallerini renk cümbüşü halinde süslemeye devam ederler. Her ikisi de çekip gitti bu diyardan. Anacıgım beş yıl önce kalp yetmezliginden, babam da parmaklarını sarartırken, sinsice cigerlerini çürüten dumandan üç yıl önce vefat etti. Işıklar içinde yatsınlar.
Annemin küfürler savurarak, cıyak cıyak bagırıp, beni uyandırmak için kopardıgı yaygara umurumda degildi. On yaşındaki bir çocuk için biraz büyükçe ve kemerli burnumu çekip, küçük kahverengi gözlerimi minik ellerimle oguşturdum. Yorganı iyice çekip, altında kayboldum. Annemin sesi bir an kesilmişti. Annem gitti mi diye yorganı aralayıp baktıgımda; koca bir sürahi su ile dagınık kaşlarını gerip, kalın dudakları büzerek, hain “dişi” planların yuva yaptıgı başını bana dogru iyice egmiş bir halde baktıgını görünce ödüm, tespih ipi gibi koptu. Yuvarlanan yüzlerce Oltu taşı, yok yok kehribar boncuklar halinde dört bir yana dagılarak yataktan fırlarken, annem bizim tarih kitaplarında yer alan, cepheye mermi taşıyan Nene Hatun heykeli gibi hala duruyordu. Biraz daha durmuş olsa belki köy muhtarı olan babam, yumurtalarımızı yemekten iyice kalçalanan karakol komutanı baş çavuşun eşliginde, selama durup, anamın mübarek ayaklarının dibine çelenk koyabilirlerdi. Olmadı. Anam Nene Hatun olmaktan vazgeçti, nene olmak için daha çok gençti. Gözümde korkunç bir hal alan, bu kadının annelik yüregi el vermemiş olacak ki, mermilerini kollu mavzere sürmedi. Gezden, gözden, arpacıktan deyip, söylemesi ayıp olsa da, (malum mal ortada olup, saklanamadıgından, bu durumda söylemek ile yükümlü oldugum) jandarmalardan arta kalan yumurtalardan hani bu sıralar epeyce palazlanıp, kilo alan mukaddes kıçımdan vurmadı, suyu üstüme dökmedi.
Bütün maharetimi gösterip, yüzümün bir tarafını yarım yamalak yıkayıp, düştüm ilim, irfan ve bilgi yuvası olan, okul yoluna.
Okula geldigimde siyah önlükleri, beyaz yakalıkları ile ögrenciler, askeri bir disiplin ile tek sıra halinde, penguenler gibi salınarak sınıflara giriyorlardı. Yaşanan bu çok ciddi ortamın getirdiği boşluktan faydalanıp, karambole getirerek hiç bir gecikmeye ugramamış gibi, midesinde yolladıgi iki yumurtayı henüz hazım etmemiş bir penguen olarak ben de okul kapısından adımlarımı içeri dogru attım.
İlim yuvamızda hummalı bir çalışma ile büyük bir törenin arefesinde olaganüstü hazırlıklar yapılıyordu. Haftalardır askeri marşlar söyleyerek, marş marş tek sıra halinde yürümekten tabanlarımız şişmişti. Dogrusu anlam vermekte zorlanıyordum.
“İzmir’in daglarında çiçekler açar,
Altın güneş ordu sırmalar saçar.
Bozulmuş düşmanlar hep yel gibi kacar,
Yaşa Mustafa Kemal Paşa , yaşa;
Adın yazılacak mücevher taşa.”
İzmir neredeydi, nasıl bir şehirdi, dagları nasıldı, açan çiçekler ne türdendi. Çocukların bu çiçekleri toplamasına müsaade ediyorlar mıydı? Düşman denilen yaratıkların topraklarımızda ne işi vardı, acep ne demeye buralara kadar gelmişlerdi?
“Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa
Askerin milletin bayrağınla çok yaşa
Arş, arş, arş ileri ileri
Arş ileri marş ileri
Dönmez geri Türkün askeri
Sağdan sola soldan sağa
Salla bayrağı düşman üstüne.”
Türkün askeri olmadıgımız halde arşlayıp, marşlayıp, daha kıçımızı dahi dogru düzgün temizleyemezken, hangi ve neredeki düşmanın üstüne bayrak sallayacaktık. Yok yahu, dönsek daha iyi olacak. Düşman dediginin de eli boş degildir, armut toplamıyordur. Zaten bizim buralarda armut agacı da yok bildigim kadar. Düşman olduguna göre mutlaka tankları tüfekleri vardır. İyisi mi, dönelim biz. Ama nafile raptı zapt, marş marş, hedefimiz Akdeniz ileri. Şakanın zamanı degil, ne ilerisi, gerisi. Akdeniz dedigin neresi babam. Bizim iç Anadolu’dan çok uzaklarda olsa gerek. Deniz falan nedir bilmeyiz, daha hiç görmedik bile. Bizim denizimiz az ileride, mavi bir yılan misali kıvrılan Kızılırmak. Kızılırmak olsa dahi, Sultan annem beni oraya, suya düşer bogulurum diye, göndermez. Anam beni bekler. Askeri, milleti ve bayragı ile çok yaşayanlar, yaşasınlar ama biz yol yakınken dönelim.
23 Nisan’a bir hafta kadar zaman vardı. Ben de bu büyük şenlikte bir şiir okuyacaktım. Günlerdir bu şiiri ezberleyip, tüm güzelligi ile okuyarak, dinleyenlerin damarlarında dolaştıgı söylenegelen, o asil kanı şahlandırmak için avazım çıktıgı kadar, sesimi çatallaştırarak, gögsümü yukarı kaldırarak, başımı düşecekmiş gibi arkaya dogru ittirerek okumalıydım. Provalara günlerce öncesinden başladıgım için, her gün en az üç defa evimizin avlusunun üstüne çıkıyor, annemi, kız kardeşimi, komşularımızı ve çocuklarını seyirci olarak çagırıyordum. Bu provalar esnasında seyircilerim olan ahali, beni alkış yağmuruna tutuyordu. Babam da yan gözlerle yaptıgım işin gereksizligini yüzüme vururcasına, çömeldiği yerde sigarasını tüttürerek yüzüme anlamsız bakıyordu. Tek başıma tırmandıgım avlu duvarını komşularımız olan amcalar ve teyzeler elimden tutup, bir kahramanmışım gibi tezahüratla indiriyorlardı. Gerçi ben komşumuzun kızı Döne’nin elimden tutmasını isterdim ama köylük yerde bu biraz lükse kaçıyordu.
Gün geldi ve takvimler 23 Nisan’ı gösteriyordu. O gün büyük bir heyecanla, tembellige iğne ucu kadar da olsa ödün vermeden, sabahın köründe kalktım. Gün ışımak üzereydi. Son bir kez prova yapmalıydım. Avlu duvarına kolayca tırmandım. Duvar üstünde ellerim sıkıca bacaklarımın yan taraflarına yapıştırdım. Gögsümü olabildigince gerip, başımı arkaya attım. Oldukça gururluydum. On kilometre ilerideki Paşa Dagı‘nı ben yaratmıştım. Hatta Kızılırmaga kızıllık degil, ama maviligini ben vermiştim. Ama neden kızıl degil de maviye boyamıştım, bilemiyordum. Oysa renkleri biliyordum. Karıştırmış olmama imkan yoktu. Buna takılmamalıydım. Duvarın üstünde avazım çıktıgı kadar bagırmaya başladım. Bu defa seyircilerim yoktu. Bir tek bizim benekli horoz avluda dolanıyor, az ilerideki sögüt agcının köküne gagası ile vurup, dikkatimi çekiyordu. Ben aldırış etmeden, tam gaza gelmiştim ki, benekli horoz kafasını benden de daha iyi havaya kaldırıp, yüz seksen derece açtıgı gagası ile üü.. ürüü… üü.. diye tekrar tekrar ötmeye başladı. Karizma çizilmiş, şiirim yarıda kalmıştı. Bereket versin Döne beni izlemeye gelmemişti. Süt dökmüş kedi mahcuplugunda, tökezleyerek yere indim.
Yarim saat sonra büyük buluşma için okul yolundaydım. Öğretmenler erkenden gelmişlerdi. Telaş ve karmaşa içinde hazırlık yapıyorlardı. Bir kaç tane de ögrenci gelmişti. Herkes bana yan gözlerle bakıyordu. Kendi aralarında;
"Lo bugün İso 23 Nisan şiirini okuyacak“ diye fısıldaşıyorlar ve bu da beni erişilmezlige götürüyordu.
Beklenen saat geldi ve okul bahçesinde kireç ile beyaz çizgilerin çekildigi alan içinde, biz küçük askerler yerimizi alıp, hazır ola geçerken, bütün köy halkı da, bizi izlemek için sökün etmişti. Önce bizim sınıf ögretmenimiz yüksekçe bir tümsege çıkıp, günün önemi ve bayram programı hakkında bilgiler verdi. Buna göre önce okul müdürü bir konuşma yapacak, ardından okul korosu milli marşlarımızı hep bir agızdan, boyun damarlarını gerdirerek okuyacaklar ve daha sonra da ben, günlerdir hazırlık yapıp, ezberledigim şiirimi okuyacaktım. Ardından çuval ve yumurta yarışmaları yapılacaktı. Okul müdürünün konuşması oldukça uzun sürmüştü. Ecdadımız büyük kahramanlıklar gösterip, kanlarını dünyanın dört bir yanına akıtırken, buna karşılık akıtılan düşman kanı milyonlarca litre daha fazlaydı. Namımızı yedi düvele duyurmuştuk. Orta Asya’dan göç eden ırkımız bütün dünyaya hükmetmiş, en büyük bizdik, ama bizim bizden başka dostumuz da yoktu.
Alkış tufanının ardından sıra koroya geldi. Korodaki ögrenciler de marşları iyi ezberlemişlerdi. Arş arş ileri nakaratına köylüler de ellerini sallayarak eşlik ediyorlardı. Üçüncü marş tüm hızı ile söylenirken, gök gürlemeye başladı. Yagmur yagmayacak varsayımı, marşlar eşliginde bizleri, hedeflenen Akdeniz’e ulaştırmıştı. En nihayetinde sıra bana gelmişti. Döne en önde bana bakıyordu ve kalbimi gögsüme tekrardan yerleştirmek için elimle iyice bastırdım. Ortaya konulan sandalyenin üzerine çıkmıştım ki, çok daha gürültülü ikinci bir gök gürlemesi oldu. Ama ben askeri disiplinimi bozmadan, sandalye üzerinde dimdik durarak, kemerli burnuma düşen yagmur damlalarına aldırmadan şiirimi okuyordum.
"Bugün 23 Nisan, neşe ile doluyor insan“ diye bir kez daha bagırdıktan sonra sandalyeden indim. Yagmurdan sırıl sıklam olmuş bir vaziyetteydim. Etrafta kimseler yoktu. Herkes ıslanmamak için okula girmişti. Arkama baktıgımda babamın ıslak elleri ile yagmur damlalarını avuçlarının içinde ezercesine, beni alkışladıgını gördüm. Yagmura aldırmadan, el ele tutuşup, okula yöneldik. İlk defa babamın elinden tutmuştum. Küçük bir insan olarak, hiç yaşamadıgım bu tensel temastan dolayı, bir kez de olsa, neşe ile dolmuştum.
Aydın Yılmaz
Amsterdam, 5 Eylül 2012