Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Haziran '14

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Oğlum, özür dilerim!

Oğlum, özür dilerim!
 

“Bir insanın uğruna öleceği bir şeyi yoksa yaşamaya da hakkı yoktur.”Martin Luther King

Canım oğlum,

Senden sorumluluklarını yerine getirmeyen bir nesil olarak özür diliyorum. Bizler ve bizden önce yaşayan nesiller bir rüya görmüşüz. Aydınlanmanın ışığının geniş kitlelerin bünyelerin zerk etmeyip gözlerini kamaştırdığını hatta büyük bir kuvvetle karşı çıktıklarını biliyorduk. Ancak bu kadar hüzün dolu, karamsar bir noktaya gelebileceğimizi düşünmemiştik.

 

Bu topraklarda iyi, doğru ve güzele yönelik hiçbir talep sayısal çoğunluktan gelmemiştir. 1500’lerden itibaren dünya ile korelasyon kopup biat kültürü egemen olunca ve aydınlanmanın ışığının kapılardan sızmaması için kapı altlarına dahi havlu sıkıştırılınca yönü batı gözüken ancak geri geri orta doğululaşan “padişahım sen çok yaşa” modeli yüzyıllarca hüküm sürmüştür. Akıl değil, nakildir önemli olan. Hür irade, farklı olmak sayısal yığılma tarafından her daim düşman görülmüştür. Çoğunluk, azınlığı sevmez, farklılıktan ise nefret eder, mümkün olsa derdest etmek ister. Kemikleşme ve kümeleşme günümüzde de olduğu gibi yeniliklere karşı tutumlarda hep hazır kıta beklemiştir.

 

Aydınlanma bu ülkeye halka rağmen getirilmeye çalışılmıştır, sayısal yığının, tabanın hiçbir talebi yoktur. Avrupa, Reform ve Rönesans ile tüm toplumsal sözleşmelerini halletmiş gerektiğinde yüzyıllar boyu hakları için savaşırlarken; bu topraklar yan gelip yatmış ve günü kurtarmaya çalışmıştır. Çağdaş dünya hızla yol alırken, “daha tuvalet adapları yok bunların” diye yüzyıllarca saçmalamaya devam edilmiştir. Kendi kendini kandırma, kendini aşırı önemseme, olumsuz onlarca özelliğini görmezden gelip halı altına süpürme ve olan olumlu değerlerini şişirme giderek artmıştır. Kompleks ile “Avrupa Avrupa duy sesimizi” haykırışları bu birikimin sonucudur.

 

Gelişimin ilk aşaması olan Avrupa’da yüzyıllar önce tamamlanan toprak rantı bile bizde daha yeni pervasızca paylaşılmaktadır. “Ye kürküm ye” devirleri en sonunda bitmiş ve “harç yok yapı paydos” denilerek kalanlardan yeni bir çağdaş değerler kümesi üzerinde yükselen cumhuriyet kurulmuştur. O cumhuriyetin gerçek nesilleri, birkaç kuşak sonra esasen bilinçlenerek sahip olduğunun değerini kaybetme korkusu ortaya çıkınca anlamıştır.

 

Yeni nesillere, gençlere durmaksızın söylenen, onlara karamsar bakan, burun kıvıran sözde aydınımsı yapının onlardan öğrenecek çok şeyi vardır. Donmuş, kalıplaşmış slogan vari sözlerle dünya gerçeğini anlamadan, kendi kitlesini tanımadan zamanı kırk yıl önce dondurmuş, durmaksızın söylenip hiçbir çözüm önerisi getirmeyen köhneleşmiş beyinlerin kendilerini çağdaş görmeleri çok acıdır. Bu naftalin kokulu küflenmiş tiplerden mutlaka yeni kuşaklar da görecektir zira taş devrinde bile sorsan olumsuzluğun sebebi nedir diye: “gençler” diyecek kokuşmuşluk orada da vardır.

 

Sevgili Oğlum,

Sana ve senin nesillerine önemli yükler yükledik ve bu da canımı acıtmakta ancak hiçbir zaman karamsarlığa kapılma bizlerin es geçtiği ve kırklı yaşlarda günah çıkarmak için yirmili, otuzlu yaşlardaki ağabeylerinin ve ablalarının yanında yer almak için çabaladığı bir ülkede cumhuriyet ve demokrasinin ne kadar önemli değerler olduğunun bilincinde hür, aydın ve ilkeli duruş sahibi yeni kuşaklar gelmekteler.

 

Birçoklarının oturma odası sohbetlerinde körler sağırlar birbirini ağırlar tipi vatan kurtaran sohbetler yapması yerine bu kuşak kanunlara saygılı birer vatandaş olarak onurlu duruşlarını, aydın fikirlerini her ortamda cesurca paylaşıyorlar. Toplumların gelişim süreçlerinde 50-100 yıllar çok uzun zaman dilimleri değildir ancak bizlerin ve bizden öncekilerin vurdumduymazlığı halen demokrasimizin emeklemesinin sebebidir. Bizler çok geç kaldık, zaman kaybettik, kirlilik bu kadar gözümüze gözümüze sokulmasa, hegemonya üzerimize abanmasa belki uyanmaya da bilirdik. Her ne olursa olsun bir aydınlanma devrimi yaşamış toplumda, sonraki dönemde karşı bir yapı egemen olsa da gözlemim şudur ki asla bu başlanılan noktaya kadar dönüş anlamına gelmez. Yani bu dönemlerde yaşanacak ve geçecektir.

 

Gülümsediğim bir tabir şudur: “Biz ne zaman değerlerimizi kaybettik, ne zaman bu kadar vurdumduymaz olduk eskiden böyle değildik, bizim zamanımızda…” şeklinde süre giden ezeli ve ebedi şaşkın tavır; yoksa hiç sahip olmadığımız değerleri mi kendi küçük çevresinde yaşadığı için genelde de gözlemlediğini düşünmektedir?  Ya da göreceli bir iyileşme olmuş ancak devran dönünce öze dönüş hızla gerçekleşmiş midir? Her halükarda içinde yaşadığımız toplum muhafazakârlaşmıştır ancak muhafazakârlar neyi muhafaza etmişlerdir? Erdem, değerler, ahlak, etik, eğitime verilen önem, omurgalı duruş, ölçülü olmak, insan gibi insan olma prensipleri bunları mı yoksa “ben cebime bakarım, din soslu padişahlık özlemi ile yanar tutuşurum, eğitimsizliği kutsarım, biat eder, üç maymunu oynarım” tipi söylemi mi tercih etmiştir. Cihad benliğe doğru, düzgün yaşamak için, nefse hâkimiyeti sağlanmak için mi yapılmıştır; yoksa bir diğerine hâkim olmaya mı yönelmiştir.

 

Şu kesindir ki halka, sayısal yığına kızılmaz zira onlar sonuçtur. Cemiyetleşemeyenler cemaatleşir. Tüm toplumlarda sayısal yığınlar kısa vadeleri günlük çıkarlarını, ilkeli yaşam prensiplerine tercih edebilirler. "Kahraman'ın Yolculuğu" da kitle ile birlikte değil, kitleye rağmendir. Topluma, kitleye de her ne kadar tüm insani ölçütleri tarumar ederek davransa da kızılmaz, küsülmez. Aşağılamak, bildirmek, buyurmak karşındakinin egosunu alev gibi yakacak ve direk karşı fikirde konumlanmasını sağlayacaktır. Onun kendi yolunu bulmasına sebep olmak, zor da olsa düşündürebilmek, sorular sormasını sağlamak ise bir ümit kendi dönüşümünü sağlayacaktır. Yirmi yıldır duygusal yıkımların, beklentilerin defalarca perişan olması elbette ki üzücüdür ancak her daim fikri mücadele devam eder.


“Yeter artık terk edeceğim bu ülkeyi” söylemi sadece hegemon oligarkı sevindirir. “Kaçarak değil kalarak özgürlük" kavramı önemlidir, Sokrates'in dediği gibi. Ne olursa olsun karamsarlığı dağıtıp yolculuğa devam edilir. "Beni anlamıyorlar" demeden, "kendimi nasıl daha da net ifade edebilirim" diyerek. Her insanın içinde kendi üstadı bulunur, ne kadar derinlere gömülü olsa da eğitimsizlik ve uyutulma onu ne kadar derinlere gömse de, maharet içinde bulunulan koşullar ne kadar zor olsa da asla ümidini kaybetmeden birer birer onların kendi yollarını bulmaya vesile olmak için durmadan dinlenmeden gücümüz yettiğince çalışmaktır.

"Benden bu kadar" deyip sayısal yığına saymak, "bunlar da zaten..." diye hakaretler düzmek gayet kolaydır. "Ne yapabilirim ben" diye düşünenlerin sayısı artıp, uygulamaya geçenler de çoğaldıkça artık ufukta zor görülen umudun ışığı belki bir gün yine kalplerimizde parlayacaktır.

 

Oğlum,

Her keder er ya da geç mutlaka ama mutlaka bir gün kurtuluş ile sonlanır, bu süreç ne kadar uzun, tahammül edilmez noktaya gelse hatta artık kendimizi kontrol etmemiz dahi zorlansa da “insan gibi insan” bir fikri mücadele neferidir ve o da gücü tükenip soluğu kesilene kadar görev bilinci ile "İnsan" gibi yaşar.

 

Bu satırları yazanın da kendine henüz sözü geçememiştir, üzgündür. Toplum içerisinde birçok gelişme için "Bu kadar da olur mu" diye düşünmektedir ama en azından şevkini kaybetmeden içinde bulunduğu toplum için ve kendimiz için çabalamak istemektedir. Akıl-mantık bunları yazdırırken, duygu üzüntü-öfke seline teslimdir.

 

"Parisli olmak Paris'te doğmak demek değildir. Paris'te yeniden doğabilmektir."diyor Paris'in ilk kadın belediye başkanı Anne Hidalgo. İspanyol asıllı Hidalogo'nun çağdaş bilincine ne zaman ki "alt insan" bir gün ulaşır. Göçler ile şehir değiştirip kendi alt kültürünü geldiği yere dayatan "köylü" değil üzerine basa basa söylüyorum "köylülük" yaklaşımı işte o zaman can çekişmeye başlayacaktır.  Ve o zaman "kültür" denilen yöresel gelenek-görenek-töre balçığı ile soslanan yaşam biçimi kaskatılığını ve çatık kaşlarını da bir kenara bırakarak, kendi ile barışık, dünya ile barışık medeniyet-uygarlık okyanusunun bir parçası olur. İşte o zaman bir felsefesizlik olarak her alana bulaşan “köylülük” yerini birey olan insan gibi insanlardan oluşan toplumlara bırakır. O ki kendinden yeniden doğabilen, kendini dönüştürebilen, tanıyan öz insandır.

 

Oğlum,

Eğitim her şeyin temeli, bizler bu konuda olduğumuz noktadan yıllar içerisinde çok geri gittik ve halen gitmekteyiz. Eğitim sistemimiz felaket durumda, ezberleyen ama sorgulamayan nesiller yetiştiriyoruz hem de üçer beşer. Zor bir dönemden geçiyoruz ve kapana kısılmışlık duygusunu hisseden birçok kimse var. Adalet, hak, kanun, hukuk ara ki bulasın. Tek tesellim, bütün bu olanları sen hatırlamadan yeni nesillerin değiştireceğine olan umudumdur.

 

“Ben ne yapabilirim” diye kendi kendine soranların sayısının ve fiiliyata geçip elinden geleni yapanların sayısındaki artıştır beni bu ümide sevk eden. Hakkının, karşı duruşunun peşinde sonuna kadar giden güzel insanlardır içimdeki umudu yeşerten. Baban da gücü yettiğince çabalıyor oğlum. İnsanlardan ümidini kesmeden, bir gün iyi, doğru ve güzele gideceklerini düşünerek. Özündeki çamuru silip atabilen insan, sadece gerçek insan olmaya yaklaşır önemli olan de işte bu silkinmedir.

 

Buna vesile olmak için yaşıyorum oğlum.

Buyurmak için, bildirmek için değil, buldurmak için.

Kitlenin de bir gün gerçekleri görebilmesi, gördüğünde belki mutsuz olması ama hür olmanın tadını, birey olmanın tadını alınca yeniden yaşamda doğabilmesi için.

Öz’ün hürriyetinin evrensel bir sevgi mabedinde tüm insanlığın katımı ile yaşanması için.

Hala ve hiç bitmeyecek şekilde bu millete ve insanlığa dair özündeki çamurdan kurtulabileceğine dair umudum olduğu için çabalıyorum.

 

Oğlum,

Sanma ki bu çeyrek asırlık bir yenilmişliğin ezik psikolojisidir. Mağdurluk edebiyatı sürü zihniyetindedir, her daim fikri mücadele duruşu ise bireyin çabasıdır. Bu bir vicdanı hesaplaşmadır, ayna ile yüzleşme, gördüğünde neyi düzeltme gerekliliğini irdelemedir. Geç kalınmıştır elbette ancak yapılacak iş çok sarf edilecek çaba büyüktür. “Bana düşen ne” diyenler çoğalıp her birey gücü yettiğince ulaşabildiğine derdini anlatırsa, kendimize değil hepimize yaşanılacak mutlu, huzurlu bir ülke yaratmak istediğimizi, kardeşçe, demokratça elele olacağımızı sevgi ile yaklaşarak paylaşırsa belki eğitimsizlikten, biat kültüründen boynu bükülmüş sayısal insan da o ışığı fark edecektir.

 

"Güç" gücün her iki yönünün de içimizde olduğunun bilinci ile birlikte bizimle olsun... Vicdanlardaki yaralar şifa bulsun, bir taş yutmuş gibi boğazımızda kalakalan duygularımızdaki öfke ve hayal kırıklığı daha da yoğun bir çalışmaya dönüşsün ve "Umut" o geleceğe dair bulutların ardına gizlenen umut, lütfen bir gün tekrar yüreklerimize güneş gibi doğsun...

 

Hayatta yapılmayacak tek şey vazgeçmektir. Güzel günler, aydınlık yarınlar dileğiyle ve Çetin Altan üstad’ın deyişi ile: “Enseyi asla karartmayın.”

 

“Every man dies, not every man really lives!” William Wallace

(Cesur Yürek film repliği)

 

Berk Yüksel 

 
Toplam blog
: 242
: 32770
Kayıt tarihi
: 09.03.07
 
 

21 Aralık 1973, Ankara doğumludur. Lisans ve yüksek lisansını “İşletme” alanında yapmıştır. Araşt..