Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Temmuz '13

 
Kategori
Dünya
 

Ortadoğu paylaşımında ayrılıkçılık süreci

Ortadoğu paylaşımında ayrılıkçılık süreci
 

Başbakan Recep T. Erdoğan Danimarka'da (20 Mart 2013)


Öncelikle şunu belirteyim ki Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti de Barış Masası yönünden pek başarılı değildir. Bunu örneklerini 1959’da imzalanan Londra ve Zürih Antlaşmalarından başka AB (AET)’ye üyelik için 1963’te imzalanan Ankara anlaşmalarında da gördük.  Bilindiği gibi çoğu kazanımları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yönünden bir ‘zafer’ olarak nitelense bile Musul Vilayeti’ni de kapsayan Misak-ı Milli kapsamında bazı noksanları olan Lozan Antlaşması da değişik açılardan eleştirilebilecek bir içeriktedir.

Yine biliyoruz ki Lozan Antlaşması için İzmir’den başlayarak uğradığı çoğu yeri yakıp yıkarak Polatlı’ya kadar gelmiş olan Yunan Ordusunun 1. Ve 2. İnönü Zaferlerinden sonra daha da hırçınlaşarak saldırılarına devam etmiştir.  Böylece 30 Ağustos 1922 günü Kocatepe’deki büyük bozgunundan sonra 03 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Ateşkes Anlaşması ile girilen ‘barış süreci’ İsviçre’nin Lozan kentinde 24 Temmuz 1923 günü taraflarca imzalanan Lozan Antlaşması ile son bulur.

Yukarıdaki örneklerde ek olarak bugün Türkiye’de yer yer tartışılmakta olan ya da kamuoyunun desteğini kazanmak için sık sık gündeme getirilen ‘ateşkes’ ve ‘barış süreci’ kavramları 1947’de Batı’nın büyük destekleri ile kurulan İsrail Devleti’nin varlığının yöredeki Arap toplumuna kabul ettirilmesini de içeren Ortadoğu Barış Süreci ile de karşılaştırılabilir.

Bizde özellikle ‘ayrılıkçı’ kesimlerin dile getirdiği Barış Süreci kavramı yerine Başbakan Erdoğan’ın içeriği pek bilinmeyen Çözüm Süreci kavramını öne sürmesi ise yine ‘ayrılıkçı’ söylemlerde yer alan savaş-barış kavramlarının karşısındaki en büyük engel olsa gerek. Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz Mart ayı sonunda Danimarka'da bir soru üzerine,‘Benim ülkemde zaten barış var. Benim ülkemde savaş yok. Kelimeleri dikkatli seçelim' tepkisi sanırım ilgili kesimlerin bazı düşlerine de engel olabilecek özler taşımaktadır.

Batı’nın üstün askeri ve siyasi gücü ile değişik alanlarda oluşan Arap ulusçularının Osmanlı Devletini içten çökertmeye başladıkları ve sıcak savaşlar sonucunda Osmanlı’nın üç kıtaya egemen olan gücü Balkanlar’dan sonra Ortadoğu’da da son bulduğunu öğrendik yıllarca. Geçmişten ders almak bakımından öğrendiğimiz en çarpıcı ezberlerimizden biri de kuşkusuz yüzlerce yıl yönetmeye çalışılan Yemen, Mekke, Medine, Kudüs, Beyrut, Bağdat, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Şam, Halep gibi alanlardan çekilmektir.

Viyana’da ortaya çıkan ‘Siyonizm’ akımına da bağlı olarak Osmanlı’nın küllerinden doğan yirmiyi aşkın devletten biri olan ‘İsrail devleti’ biliyoruz ki yıldan yıla bölgede bir çıbanbaşı olarak varlığını sürdürmektedir.  İşte onun ilk kuruluş günlerinden sonra, ‘bölgedeki diğer Arap ülkeleri arasındaki savaş durumunu ve muhtelif savaşlar sonucu ortaya çıkan toprak ve mülteciler sorunlarını çözüme kavuşturmayı hedefleyen’ Ortadoğu Barış Süreci ne yazık ki bugüne kadar Müslüman Araplar ile İsrail Oğullarının ‘barış içinde bir arada’ yaşamalarını sağlayamamıştır. Bu süreçteki bazı olumlu adımlara ve yeni yol haritalarına rağmen Yahudiler de Müslümanlar da barışı yakalayabilmiş değillerdir.

Bana göre değişik biçimlerde gündeme tutulmaya çalışılan ve Ankara-İmralı-Oslo-Kandil görüşmeleri ile kotarılan ‘ateşkes’ anlaşması ve onu izleyen ‘barış süreci’ de korkarım içerisinde barındırdığı nice desiseler bakımından özellikle Türkiye’de yaşayan yurttaşlarımız bakımından pek de ‘hayırlara vesile’ olabilecek gibi görünmüyor bana. Aşağıdaki açıklamalar bağlamında umarım durumun bu kadar ‘vahim’ olduğunu siz de anlayacaksınız. Çünkü sorun bir tek Kürt kökenli yurttaşlarımızın demokratik hakları ile yıllardan beri onlara bağışlanan ve bağışlanabilecek olan çağdaşlaşmanın o engin mutluluğu ile sınırlı değildir. İşin içinde bulunan Kürt, Arap, Asur, Nasturi, Ermeni ve Süryani varlığı yanında onların derebeylik, feodalite, toprak ağalığı, doğal kaynaklar ile akarsu kaynaklarının ağırlığı Batı’nın ilgisini çeken konular değil midir?

Ortadoğu üzerinde Batı'nın çok yönlü denetim sağlayabilmesi ve çok yönlü bir sömürü düzeni kurabilmesi bağlamda İsrail’in güvenliğini sağlamak ve İran ile Çin’in önünü kesmek gibi tasarılarının bulunduğunu da gözden ırak tutamayız. Bütün bunların ışığında Ruslarla birlikte Batı’nın Hasta Adam diye adlandırdığı Osmanlı Devleti gibi her şeye rağmen kalkınma, gelişme, sanayileşme ve çağdaşlaşma yolunda yol almaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti de ona uygulandığı gibi bencil, köleci ve sömürgen Roma İmparatorluğu'nun böl ve yönet (divide et impera) siyaseti ile bölünmek istenmeyebilir mi?

Bu yüzden Ortadoğu’nun geçmişinde bugüne kadar belirli birkaç kentte tutunan ancak yeri geldiğinde birbirleri ile savaşmaktan çekinmeyen ‘han’, ‘bey’, ‘reis’, ‘padişah’ ve ‘atabek’ sıfatlı egemenlik oluşumları dışında hiçbir devlet kurma tecrübesi bulunmayan Kürt varlığı bugün büyük bir sınav vermektedir. Onun bu sınav süreci ne yazık ki Osmanlı’nın son yıllarında da görüldüğü gibi öncelikle Avrupalı adı belli birkaç devlet yanında ABD’nin himmetine kalmıştır. O kesimlerden de kesin cevaplar alınamadığından ya da Kürtlere karşı gerekli güveni duymadıklarından öncelikle İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürt aydınlarının ‘ayrılıkçılık’ istekleri günden güne artmaktadır. Onların büyük kentlerde geçen eğitimleri ile dünyayı tanımaya başlamalarının sonucu olarak besledikleri barışçı eğilimler ne yazık ki yaklaşık yüz yıl öncesinde de görülen bazı silahlı mücadele yanlısı kesimlerce kullanılmaktadır.

‘Barış Gönüllüleri’ barış mı yoksa ayrılıkçılık mı ekti?

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki yaklaşık dokuz yıllık gözlemlerime göre sorunun özünde yatan aşiret ve kabile bağlarının katılığı, eğitimsizlik ve binlerce yıllık geçmişi olan köleci Toprak Ağalığı yöredeki bütün diğer kültür öbekleri gibi Kürt kökenli yurttaşlarımızı da olumsuz biçimlerde etkilemektedir. Sorunun içerisinde yatan diğer nedenlerden biri de hiç kuşkusuz yöreye yeni mezun olmuş meslek kişileri ile DP’li yıllarda başlayan ‘memur sürgünü’ gibi uygulamalar da yörede Devlete olan güveni sarsan etkenlerden ikisidir diyebilirim. Yakında özet olarak yayınlamayı düşündüğüm özel basım bir anılarda da yer alan ‘yabancı ajanların’ ya da 1960’lardaki  adı ile ‘Barış Gönüllüleri’ adı altında eğitim kurumlarımızda çalışan ancak bazı ‘ayrılıkçı’ propagandalar yolu ile Kürtçülük akımını kamçılayan kişilerin varlığıdır.

Bu bağlamda onu temsil ettiğini söyleyen kimi silahlı terör örgütü oluşumları ile onlara bağlı bazı siyasi oluşumların geniş bir ‘federe devlet’ biçiminde sahneye çıkartılması gibi zor bir süreç içerisine girildiğini de bilmek durumundayız. Bugün tartışmaya açılmasa bile sorunun içerisinde Kürtçe diye bildiğimiz Soranice, Goranice, Lorice, Kırmançça, Zazaca (Dımılki) gibi değişik özellikleri olan ve birbirleri ile örtüşmeyen hatta kendi içlerinde bile bazı ayrımları bulunan lehçeler ve ağızların varlığı olası bir eğitim-öğretim sürecinde başlı başına bir sorun yaratmayacak mıdır?

Peki, bu yazının ikinci bölümünde irdelemeye çalışacağım ve KIBKY Başkanı Mesut Barzani’nin çağrısı üzerine çok yakında toplanacak olan Erbil Kürt Kongresi'nde hangi ortak dilin konuşulacağını da bir düşünelim şimdiden.

Gelecek yazı: ‘Yalançi, yalançi’ ya da Kürtçe sorunumuz

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..