- Kategori
- Öykü
Otogar güncesi
ankara otogarı
Nevşehir'e gidecek arkadaşla Ankara Otogarı'nda otobüse binmeden önce 15 dakikalık mütalamız olmuştu.
Biz Ankara’nın havasından, Nevşehir’in suyundan... havadan, sudan bir konuşma yaparken yan taraftaki ihtiyar amcanın yanıma gelerek, “Saddam mı daha cani Hitler mi?” diye sormasıyla bir anda dikkatim dağıldı.
Amcanın sorusu ile birlikte çevredeki insanların dikkati de bana çevrilmiş oldu.
Neden ve hangi maksatla bana bu sorulmuştu diye iç geçirirken sol taraftaki gencin “ O herkese sorar bu soruyu” demesi beni rahatlattı.
Soru basitti; ama benim o soruyu cevaplamam gerekmiyordu.
Ve ihtiyarın yanımızdan uzaklaşması beni daha da rahatlattı.
Otobüsün kalkmasına sayılı dakikalar vardı ve arkadaşımdan ayrılacak olmanın hüznünü yüz hatlarıma yansıtmamaya çalışıyordum.
“ Nevşehir yolcuları kalmasıııııın” anonsuyla otobüsün radyosundan yükselen ses biranda çarpıştı.
“Irak kan gölü... Bağdat’ta yeni bir patlama daha... İntihar bombacısı olduğu iddia edilen bir kişi sokak ortasında kendini havaya uçurdu... İlk belirlemelere göre 10 kişi öldü...”
Hüzün bir iken 11 olmuştu.
Gidenlere, ölenlere...
Araba hareket etmişti ama arkadaşa el sallarken kulaklarımda hala o patlama haberinin anonsu yankılanmaktaydı.
Elime bir gazete alarak peronda biraz dinlenmeye karar verdim.
Oturur oturmaz gazetenin iç sayfalarını karıştırarak dış haber bölümüne ulaşmak istedim.
Niyetim belliydi.
“Yeni kurulan Irak hükümetinde kabine tam olarak şekillenmiş mi ve Irak bürokrasisinde yeni bir gelişme var mıydı”
Olmadığını, tartışmaların halen sürdüğünü gördüm.
Canımın sıkıldığını hissederek kitapçıları dolaşmaya karar verdim.
İlgi ve bilgi alanıma yakın kitap standlarını gezerken en fazla dikkatimi çeken; son günlerde kitap tezgahlarında dış gündem ağırlıklı kitapların artış göstermesiydi.
Hitler çoktan ölmüş; ama kitapları satış rekoru kırıyordu, Saddam devrilmiş olmasına rağmen hakkındaki iddialar kitaplara konu olmuştu.
Midemin kazındığını hissedince teyzemin hazırladığı yolluğa bir gözattım.
Ben de yolcuydum ve yolluk almak durumundaydım elbette.
Almasam da verilmek zorundaydı.
Örf ve adetlerimizin doyurucu olması çok da hoşuma gitmişti kurabiyeleri yerken. “Kolasız olmaz” diyerek büfeye yönelirken büfenin üzerindeki küçük televizyona bakındım.
Bir tarafta siren sesleri, bir tarafta insan çığlıkları, bir tarafta toz duman bulutu..
Filistin’de bir saldırı olmuş ve yine onlarca sivil öldürülmüş...
İstanbul’a kalkacak arabanın neden geç kaldığını sorgulayarak kendi gündemime yoğunluk vermek istiyor; ama başaramıyordum.
Göz görüyor, kulak duyuyordu...
Sessize aldığım telefonum titrediğini hissettim.
Arayan eski okul arkadaşımdı ve geldiğimde balık tutmaya gidip gitmeyeceğimi soruyordu.
Cevabım “ düşünürüm” oldu.
Düşünmem gerekiyordu, düşüncesiz olmuyordu tabi.
Otogarın tam ortasında bilgisayar destekli bilboard arabamın geldiğini yanıp sönerek işaret etti.
Hızla arabanın yanına varıp bagajlarımı yerleştirmeye koyuldum.
Yolluğumu ise yanıma almıştım.
Verdiğim selamı almamasına rağmen otobüs şoförü bana sempatik gelmişti.
Ta ki hareket ettikten 20 dakika sonrasına kadar. Sempatik şoför, radyonun düğmesini çevirmiş yüksek sesle haber dinlemeye başlamıştı. Bu hareket benim onu antipatik görmeme neden oldu.
Sıranın duymak istemediğim haberlere gelmesini istemiyordum.
Otogardan çıkmış hızla İstanbul’a yolalıyorduk; ama otogarın çıkışındaki ahşap küçük evin penceresindeki küçük kıvırcık saçlı kız çocuğu gözümün önünden gitmiyordu, gitmesini istemediğim arkadaşım gibi...