Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Oynuyorum, oynuyorsun, oynuyoruz.

Oynuyorum, oynuyorsun, oynuyoruz.
 

Oyuncuları diğer insanlardan ayıran özellik nedir ?
-Bu işi meslek olarak yapıp, para kazanmaları.

Bir de sanat okullarından diploması olanlar var tabii.
Bizdekilerin o diplomalardan farkı da görünmez kağıtlardan olması.

Daha açık ifadeyle bahsettiğim şey, genel olarak "Hayat" adı verilen konservatuardan
bizlerin oyunculuk alanında yüksek başarıyla mezun olduğudur.

Birçoğumuz şöyle veya böyle, az veya çok rol yapmıyor mu günlük yaşantısında?

Şuna karşı mutlu görün,
Buna karşı umursamaz,
Öbürüne otoriter,
Diğerine kendinden emin...
...
...

Kandırdığımız kim? Diğerleri mi?
Oysa hayat oyunundaki dev kadroda , herkes rol becerisi konusunda epey ilerlemiş.
Herkes inandırıcı olduğuna inanmış.Oyunculuk yeteneği böyle ilerlemişken,
bir başkasının oyununu, rol yaptığını anlamamak ; kendimizi oynadığımız rolle
tamamen kaybettiysek söz konusu olur bir tek.

Ama en zoru veya belki de "zor" görüneni: Oyuncunun kendine dönüp senaryoyu okuması.
Yani, yaşanılan her neyse onunla ve onun gerçeğiyle yüzleşme bölümü.
Gerçeği bütünüyle kabul etme ve farklı açılardan da bakabilme bölümü.

Osho'nun gerçek anlamda oyunculukla ilgili söylediği bir şeyler var:

" Rol yapmak basit bir nedenden dolayı en ruhani mesleklerden biridir;
aktör bir yandan canlandırdığı rolle özdeşleşmek zorundadır, öte yandan
bir izleyici olarak kalır. Eğer Hamlet’i canlandırıyorsa, tamamıyla Hamlet’in
kimliğine bürünmelidir. Kendini rolü içerisinde tamamıyla unutmalıdır. Ama
varlığının en derinlerinde bir yerde izleyici olarak kalmak zorundadır.

Eğer kendini tamamıyla Hamlet’le özdeşleştirirse, o zaman bir sorun var demektir.

Gerçek aktör bir paradoks yaşar: Canlandırdığı kişiymiş gibi davranacak,
ama benliğinin derinlerinde o olmadığını bilecektir. Bu nedenle aktörlük mesleklerin
en manevi olanıdır diyorum.
"

Çoğumuz Osho'nun bahsettiği gerçek aktör gibi, bu paradoksu yaşıyoruz yaşantımızda.

" ... gibi " olurken, aslında tam olarak 'O' olmadığımızı bilerek...
Ne tamamiyle oynadığımız kişiyiz, ne de olduğumuz gibi.
İçimizdeki sahte karakterlerin çarpışması ve bizim onları reddederken bir yandan da sahiplenme çabamız sonucunda ;
gerilimler, hastalıklar, yabancılaşma, huzursuzluk, tedirginlik ... kaçınılmaz oluyor.

"Niye buna ihtiyaç duyuyoruz, bizi buna iten ne ? " noktasına gelince belirli yanıtlar önceden verilmiş.
Bu yüzden şuan benim yaptığım bu tespitlere katılıyor olmak, kendimce biraz yorumlamak ve aktarmaktan öte bir şey değil.
Kendi değerlendirmeniz size ait olacak.

Niye Buna İhtiyaç Duyuyoruz?
-Çünkü daha çok küçükken, bebekken ve dünyayı sadece duygusal olarak algılarken sevilmediğimizi hissettik.
Hissettik çünkü hiç bir kötü niyet taşımadan yaptığımız bir davranış yüzünden cezalandırılıyorduk bazen.
Bu belki kumandayı cama fırlatmamız, belki babamızın dosyalarına kahve dökmemizdi.
Biraz daha büyüyünce "olması gerekeni" , " doğru olanı" yapmadığımızı işittik ebeveynlerimizden. Davranışlarımız sınırlandı.
Duygularımızı bastırmayı öğrendik.Düşüncelerimiz ve hayallerimiz "saçma" bulundu kimi zaman.
"Çok soru soruyorduk, boş konuşuyoduk."
Doğal hâlimiz bazı 'beklentiler' i karşılamıyor diye değiştirilmek istendik.
Bir heykelden farkımız kalmadı o zaman ya da şekil verilmiş bir çamurdan.
Ve biz bu duruma çok içerledik. Bilinçaltında buranın hiç de güvenli bir yer olmadığına emin olduk, ve hatta
en yakınlarımızın bile güvenilir olmadığına...
Olduğumuz kişinin, doğal hâlimizin yeterli olmadığını kabul ettik, buna inandık.
Sevgisel sorunlarımız bu noktada başladı.Sevgi arayışı , sevgi dilenciliğine götürdü. "Onay" için "köle" olmaya...


*Okuduğum bir kitapta yazar dokunmanın öneminden bahsederken, başka bir kitaptan örnek veriyor ve şöyle diyordu:

" ... Jean Liedloff, Dokunmanın Mucizesi adı muhteşem kitabında, Brezilya ormanlarında Taş Devri dönemini yaşayan ilkel Yequana yerlilerinin çocuklarını sürekli kucaklarında taşıdıklarını anlatır.
Çocuklar büyürken hiçbir saldırgan davanış göstermezler. Bu kabileyle geçirdiği iki buçuk yıl
boyunca Liedloff, çocukların kendi istekleriyle büyüklerin sözünü dinlediklerini, yaşıtlarıyla tartışmadan, kavga etmeden oynadıklarını gözlemlemiş. Bir de bizim 'modern' toplumumuzu düşünün; doğumdan hemen sonra, tıbbi müdahaleler gerekçesiyle bebekler annelerinden ayrılıp yenidoğan koğuşlarına konuluyor. Bu tecrit edilmiş bebekler, diğer yenidoğanların ağlamasından başka ses duymazlar. Annelerinin kucaklarından uzakta, uyuyup kalıncaya kadar ağlarlar.
"

Ve yine geçenlerde bir televizyon programında Pediatrik Nörolog Prof. Dr. Sabiha Paktuna Keskin; 0-3 yaş arası dönemde ölüm korkusu taşıdığımızdan ve çocuğun anneden ayrılması ile bu korkuyla ciddi anlamda yüz yüze geldiğinden bahsetti.

Bu iki alıntıdan varacağımız sonuç, o yaşta bırakın açıkça cezalandırılmayı, reddedilmeyi, onaylanmamayı ; annemizden beklediğimiz ilgiyi görememek ( ki emin olun çoğumuz 'yeterince' göremedik ) bizde zaten derin yaralar açıyor.
Burada annelerin asla 'suçlanacak' bir tarafı yok. Kimse evladının kötülüğünü istemez ve herkes çocuğu için elinden geleninin en iyisini yapmak ister, eminim. Etken belki de bilinç düzeyi.
Ve şu da açık ki her ne olursa olsun çocuklukta yaşanan eksiklikler için kendimize acımamız gerekmez.
Zira şuanda bunu değiştirebilme gücümüz var.

Gücümüz sevgiden gelir. Sevgiden yaratılan bizler, evrensel ve aydınlık olan bu kavramı ne denli var kıldık hayatımızda?
Unuttuğumuz bir olgu belki de 'gerçekten sevmek' .
Ama geç değil. İhtiyacımız olan sevgiyi kendimize kendimiz verebiliriz.
Kendimizi her şeye rağmen ve her şekilde kabul ederek işe başlayabiliriz.
Sevgi sadece kendimize yönelik olmayacak, yaralarımızın iyileşmesiyle birlikte tüm evrene, insanlığa , çevremize taşacaktır.
Onaylanma arzumuz, egomuz sağlıklı bir yön bulacak ve sevgiyle özgürleşme gerçekleşecek herkes için.
Bizi engelleyen tüm korkulardan, tüm acı deneyimlerden ve kırgınlıklardan özgürleşme...

Sokrates'in "Bilgi, erdemdir." diye bir sözü var.Bu sözü : " Erdemse; 'bildiğin' gerçeğe dönüşmüş, gerçeğin olmuştur.
Olmamışsa henüz "bilmiyorsun" demektir. " diye açıklarlar.

Yani bunları yazıyorum ama bu yolculukta ben de henüz yeniyim.
Geç değil, kimse için, hiçbir zaman. Bunu bilerek sizi de davet ediyorum.

Yeniden çocuk olalım, o küçük bebeği (kendimizi) kucağımıza alalım ve sevgimizi ilan edelim ona defalarca.
Kendimizi bu hazineden ve ışıktan mahrum bırakmayalım artık...


Hepinizin Kurban Bayramı' nı kutlarım.


( NOT: Bu yazının başlangıç kısmı yaz aylarında oluşmuştu. Ama tamamlayamamıştım.
Son söylediklerim konusunda farkındalığımı artıran, yazıyı böylece tamamlamama yardımcı olan ve sizinle
adını paylaşmak istediğim önemli bir kitap var : " Ustaca Sevmek" . En iyi şekilde yararlanmanız dileğiyle... )


 
Toplam blog
: 16
: 802
Kayıt tarihi
: 11.05.09
 
 

Merhabalar=) Ben Ebru. Lise Öğrencisiyim. Yazmayı hep sevdim ama okumak kadar değil, öğrenmek kadar..