- Kategori
- Bayramlar
Oysa Bir Anlamı Vardı Bayramların

Büyüdüm!
Oysa birkaç sene öncesine kadar kendimi hâlâ çocuk sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki bunu düşündüren anne-babanın varlığıymış, kaç yaşınıza gelirseniz gelin onların hiç bitmeyen şefkâtiymiş.
Büyüdüğünüzü, hayatta bir başınıza kaldığınızı anne-babanızı kaybettiğinizde, bayramlarda öpülecek ellerini bulamadığınızda anlıyorsunuz.
"El öpenlerin çok olsun evladım"ın buruk anlamıyla yüzleşiyorsunuz.
Şükürler olsun tanrıma ki benliğimin çatısını güzel Anadolu'mun doğusunda; Erzurum, Ağrı ve Diyarbakır'da çattım. İyi ki çocukluğumu oralarda geçirmişim, iyi ki o kültürle yoğrulmuşum, iyi ki o mağrur insanları, o bakir doğayı tanımışım. Bir ömür bitmiş, ben hâlâ o toprakları özlüyorum, kitaplarımda yaşatıyorum. Ruhum Gezköy-Erzurum'a gidiyor, beni kovalayan kazları hatırlıyorum; ruhum Ağrı'ya gidiyor, Ağaçlı'mı hatırlıyorum ve güzel Diyarbakır'ımda gerçek benliğimle tanışıyorum. Sanırım yaşlanıyorum ve yaşlandıkça belki de başladığım şekilde vedaya hazırlanıyorum hayata. Yeniden başlayabilmek mümkün olsaydı, bunun yirmi sene daha önce olmasını ve ülkemin doğusunda bir köyde, evet, Ağaçlı'mda geçmesini isterdim.
"Köyimiz mohtari Ata Emmi'dir." denmesini, "Bilmem hangi uluslararası şirketin Satış & Pazarlama Direktörü." denmesine tercih ederdim. Ülkeden ülkeye uçmak yerine, köyden köye kağnıyla gitmeyi yeğlerdim; elektroniğin zirvesinde ürünler üretmek yerine, tarlamda en iyi domatesi-biberi yetiştirmek isterdim. Biliyor musunuz, kendime böyle bir emeklilik hediye edebilirim. Ömrüme ömür katacağına da eminim. Bundan 20 sene sonra MB'ye köyümden seyahat blogları yazdığımı düşünün! Artık uçak maceraları değil, traktörle şehre iniş maceraları olacaktır. Belki de kağnı sırtında komşu köye ziyaret notlarımı paylaşırım.
İşte, bir Şeker Bayramı daha geldi. Şimdiki çocuklara bakıyorum da gözlerinde bayram heyecanı yok. Hayat onlara her gün bayram çünkü. Sözlüklerine yutkunma-hazmetme sözcükleri hiç girmemiş. Yeni nesil anne-babalar çocuklarına her günü bayram yapma sevdasındalar. Doyumsuz çocuklar yetiştiriyoruz. Çiğnemeden yuttukları için de hazmedemiyorlar. Daha büyümeden hayatı tüketmiş oluyorlar. Onlar için bayram kelimesi hiçbir şey ifade etmiyor. Ve ne acı ki onlar da yarının anne-babaları olarak benzer çocuklar yetiştirecekler.
Bizse bir oyuncak arzuladığımızda bunu önce annemize söylerdik. O da babamıza. Ve bir akşam babamız o arzumuzun bayramda gerçekleşebileceğini müjdelerdi. Bayramı beklemenin heyecanı işte öyle bir şeydi. Yine de tüm çocukluğum boyunca babam bana bisiklet alamadı. Çok arzuladığım melodikayı da alamadı. İlk bisikletimi 1967'de amcam aldı, Hohner melodikamı da 1968'de babaannem Almanya'dan getirdi.
Hayatı hazmetmek: Yirmili yaşlarınıza boğazınızda kaç düğümle girdiğinizle ve sonraki yıllarda o düğümleri kendi gücünüzle nasıl çözdüğünüzle ilgilidir!
Kendi çocukluğuma gidiyorum da o zamanlar konfeksiyon yoktu. Bayram kışa geliyorsa annem aylar öncesinden bana kazak örmeye başlardı. "Mini yelek" modası vardı yetmişli yılların başında. Yelek dediğime bakmayın, boyu kemerin biraz üzerinde kolsuz v-yaka süveterdi aslında. Kızlar modayı takip eden erkeklerden hoşlanırdı.
Babam, "Sana kruvaze bir ceket diktirelim." dediğinde sevinçten deliye dönmüştüm. Dikimi 2 haftadan fazla sürmüştü ve birkaç kez de provaya gitmiştim. Provalardan mahalleye döndüğümde de "Provadan geliyorum." diye arkadaşlarıma hava atmıştım. İspanyol paça pantolonlar ve büyük yaka gömlekler de terzide diktirilirdi.
Yeni bir ayakkabı almaya da annemle giderdim. Geniş burunlu, siyah rugan ayakkabılar alırdı annem. Pek yakışıklı olurdum. Bayramdan günler önce alışverişler biter, yastık altında olmasa da cicilerimiz yanımızda uyurduk. Arife günü de yeni giysilerimizle fotoğrafçının yolunu tutardık. Kafasını siyah bir torbanın içine sokarak objektifin önündeki kapağı çıkarıp-takan fotoğrafçının bunu neden yaptığını anlamazdım!
Baklava açacak hali yoktu; ama bayram için tepsi tepsi cevizli tel kadayıf ve revani yapardı annem. Revaninin üzerine hindistan cevizini de ben serperdim.
Bayram namazına giderdik babamla. Beni götürmesi büyük bir paye gibi gelir, eve dönüşümde de pek böbürlenirdim.
Ramazandan çıkıldığı için bayram sabahı kahvaltısı pek şatafatlı olurdu. Evimizin kışlık sucuğunu, pastırmasını babam kendi elleriyle yapardı. Bugün yemesi tatlı bir hayâl olan bu gıdaları her sabah tüketirdik hem de yağlarına bana bana! Bayram sabahının spesiyalitesi ise annemin meşhur kol böreği olurdu. Eskiden diyet diye bir kelime bilinmezdi, "Rejim yapmalıyım." derdi annem. Kahvaltıdan sonra bayramlıklarımızı giyer büyüklerimizin ellerini öperdik, harçlıklarımızı alırdık. Sonra da ver elini bayram pazarı. Pazarcıların tek müşterisi bayram harçlıklarını alan çocuklar olurdu. Mantar, füze, çatapat tabanca, topaç, misket, lak lak alırdık ve öğlene doğru da mahallemiz savaş alanına dönerdi. Ateşlediğimiz füze açık bir camdan içeri girip bayram ziyaretini daha da heyecanlı hale getirebilirdi. Benzer çocukluğu yaşamış büyüklerimiz cama çıkar, parmak sallayarak gülümserlerdi. Kızlar da dantelli etekleriyle seksek oynar, sonra da kaldırıma oturup erkekleri izlerdi.
Bayramlaşmaya gelen çocuklara güler yüzle açılırdı kapılar; içeri davet edilir, şeker tutulurdu.
Sadece arife günü gelen ramazan davulcusuna hem para verilir hem de teşekkür edilirdi.
Mahallemiz sokakları şıkır şıkır giyinmiş insanlarla dolardı. Önce küçükler büyükleri ziyaret ederdi; ama mutlaka iade-i ziyaret yapılırdı. Sabahtan ziyarete giden büyüklerimiz, öğleden sonra misafirlerini beklerdi. En sevdiğim ziyaretler, içine para konmuş mendil verilenlerdi. Annem de bayramdan günler önce arkadaşlarıma vereceği mendilleri hazırlardı. Benimle konuşmalarında hangi arkadaşlarımın bana daha yakın olduğunu tespit eder, onların mendillerinin içine 2.5 lira koyardı.
Bayram için lunaparklar kurulurdu. Aslında hiçbir can güvenliği olmayan oyuncaklarda ne eğlenirdik!
Sinemalar bayram münasebetiyle "6 film birden." oynatırdı! "Sezercik," "Ömercik," "Ayşecik." ile duygulanırken, Malkoçoğlu (Cüneyt Arkın) ve Karaoğlan (Kartal Tibet) serüvenleriyle kendimizden geçerdik. Sinema çıkışında da yumurta tokuştururduk. El tezgâhlarında -paskalya yumurtası gibi kırmızıya boyanmış- haşlanmış yumurtalar satılırdı. Avucumuzun içinde sadece bir ucu görünecek şekilde sıkıca tutardık ve bir arkadaşımız da elindeki yumurtayla tepesine vururdu. Yumurtası kırılan, parayı öderdi. Sonra da yumurtaları soyar, ekmeğin içine koyup yerdik. Tezgâhın pilli radyosunda da ya Orhan Baba nağmelerdi ya da Neşe Karaböcek.
Bayramda yapılan tek seyahat, farklı şehirlerde yaşayan akrabaların ziyareti olurdu; Türkbükü'nde göğüs çatalının bronzlaştırılması ya da Paris Vuitton'dan piton derisi çanta alımı seyahatleri olmazdı.
Günler öncesinden, özellikle postane yakınlarına kartpostal tezgâhları açılırdı. Büyüklerimiz gönderilecek kartpostal sayısını itinayla hesaplar ve alım görevini de bize verirlerdi. Bulunduğumuz şehrin manzaralarını içerenleri seçerdik. Akşam masa başında tüm aile toplanır, özenle yazardık arkalarını. Bugün bile anlamlandıramadığım bir detay ise babamın kartların arkasına "Bayramınızı kutlular..." diye yazmasıydı! Bize gelen birçok kartta da "Kutlular." yazardı. "Acaba neden kutlar değil de kutlular yazılıyordu!" diye bugün düşündüğümde, herhalde "Ben de bayramınızın kutlu kılınmasını paylaşanlardanım." gibi bir anlam yüklenmek isteniyordu. Bayram zarflarının kenarlarını süslemeyi çok severdim. İstanbul'daki teyzem de pek beğenirdi. Postacı da zarfı teyzeme verirken, "Yeğeniniz yine çok uğraşmış." dermiş. Oysa bugün hangimiz postacımızı tanıyoruz! Ne mektup yazıyoruz ne de kart gönderiyoruz. Posta kutuları da icat oldu ya sevimsiz kredi kartı ekstrelerini atıp gidiyorlar. 40 yıl önce, getireceği aşk mektubu için postacının yolunu camda bekleyenlerin yerini şimdi getireceği icra mektubu, mahkeme tebligatı ya da faturaları görmemek için postacıdan kaçan hatta posta kutusunu bile açmaktan imtina eden insanlar aldı.
Evlerimizde telefon yoktu. Bayramlaşmak için telefonla görüşmek büyük bir olaydı. Motosikletli bir postane görevlisi evimize gelir ve postanede bizi bekleyen bir telefon görüşmesi olduğunu bildirirdi. Annemle babam giyinirler, postanenin yolunu tutarlardı. Arayan hep aynı kişiydi: İstanbul'daki teyzem. PTT'de şefti ve evinde telefon vardı. İstanbul'da bile 10 yıl sıra beklenerek telefon edinilen yıllardı.
Şimdilerde şekerleme firmalarının -aslında kendi satışları için de olsa- nostaljik reklamlarına rağmen o güzel günler bir daha geri gelmeyecek. Oysa yarım asır geçmiş, tadı hâlâ damağımda.
Tüm MB Ailesinin Şeker Bayramı'nı sağlık, huzur ve mutluluk dileklerimle kutluyorum.