- Kategori
- Müzik
Parıldayan çılgın bir elmas: Pink Floyd

İlk kez “The Final Cut” albümüyle kendileriyle tanıştığımda 16 yaşındaydım. Abim İstanbul’da üniversitede okurken temin ettiği, içinde İngilizce sözlerinin olduğu, Türkçe çevirilerinin de yapıldığı ve yorumlandığı bir edebiyat dergisiyle birlikte, kasetini de eve getirmişti. Mono bir teypte ilk dinlediğimde tepkim, bilinmeyene, verilebileceğim sıradan bir tepkiydi sadece.
“Ne biçim bir müzik bu böyle?”
Karmaşık, algılanması zor, herkesin dinlediğinden, çevrede, televizyonda, radyoda çalınanlardan çok farklıydı. Kulak alışkanlığıma uymayan bir yanı vardı. Garip gelmişti, ama çekiciydi. Sıra dışıydı, ama sanki sırf benim için çalıyorlardı.
Elektronikti ama duygu yüklüydü. Dinledikçe hoşlanmış, hoşlandıkça tekrar tekrar dinlemeye başlamıştım. Dinlerken de aynı anda hem Türkçe sözlerini okuyordum, hem de bildiğim kadarıyla İngilizce sözlerini takip etmeye çalışıyordum.
Belirli bir aşamadan sonra daha derini görmeye başladım. Sözlerinde verilmek istenenleri, simgelerin ardında vurgulanmak istenenlerin farkına varmaya başladım. Benim gönlümde ayrıcalıklı bir yer edinmeye başlamıştı. Bu topluluğu, “The Final Cut “ albümüyle gözümde bu kadar ayrıcalıklı hale getirişin nedenini küçücük adımlarla anladım. O kadar ayrıcalıklı olmasını sağlayan besteleri ile sözlerinin arasındaki uyumu keşfedebilmemin verdiği bir hazdı. Her albümünü tek tek incelemeli, içindeki farklılıkları aramalı ve bu arayış sonundaki buluşun tadına varmalıydım. İnceledikçe ayrıcalığı daha da büyüyordu.
Her insanın kendisine katkı sağladığını düşündüğü evreleri vardır. Benim yaşamında da bu tanışıklık önemli bir dönüm noktası olmuştu.
Pink Floyd, 16 yaşındayken müzik anlayışımın seyrini tamamen değiştirmiş, gelecekteki politik tercihlerimi etkilemiş, yaşam görüşüme, düşünsel ve belki de felsefi anlamda fikirlerimin oluşmasına katkıda bulunmuştu. Ürettikleriyle, 16 yaşındaki bir kişiyi bu şekilde etkilediklerini bilip bilmediklerini kendilerine bizzat sormak istemişimdir her zaman.
Benim için Pink Floyd, işte bu duyguların yansımasıdır.
Pink Floyd, 1965’lerde ismini o dönemin iki blues ustası olan ”Pink Anderson” ve “Floyd Council” ön adlarını kullanarak kuruldu.
Entelektüel kişiliği ile ön plana çıkan George Roger Waters (bas, vokal), karamsar yapısıyla Richard William Wright (tuşlu çalgılar, vokal), sempatik, hümanist kişiliyle Nicholas Berkeley Mason (davul), ve gizemli, uçta yaşamayı seven haşarı çocuk Syd Barrett (gitar, vokal)’dir üyeleri. Daha sonra Syd Barrett’in aşırı uyuşturucu kullanımı nedeniyle yaşam dengesini yitirmesi gruptan ayrılması sonucunu doğuracaktır. 1967 yılına gelindiğinde grubun verimsiz, üretemez bir elemanı olacak, evine kapanmasına arkadaşları seyirci kalacaklardır. Gruba 1968 yılında David Gilmour katılacaktır.
Albüm kronolojisine baktığımda müzik ve efektlerin hakim olduğu bir yapıdan, müzik ve sözlerin hakim olduğu bir yapıya geçişi gözlemliyorum.
Pink Floyd’un her albümü kendi başlarına yazı dizisi konusudur. Değinmeden geçemeyeceğim önemli gördüğüm bazı albümlerine kısaca aşağıda anlatmaya çalışacağım.
1970 yılında çıkardıkları “Atom Heart Mother “ albümündeki Atom Heart Mother parçası özelikle dikkatimi çeker. Sözsüz , 40 kişilik gençlik korosu ile senfonik orkestranın eşlik ettiği, savaş karşıtlığını duyumsatan, senfoni ile rock müziğini ustaca birleştirmiş eşsiz bir arayıştır bu parça. Senfoni ezgileriyle beraber, gitar ve klavye ön plandayken, özelikle Mason’un baterisindeki ustalığı arka planda dinlemeye değerdir.
1973 yılında çıkardıkları, “The Dark Side of The Moon – Ayın Karanlık Yüzü” albümü bence grubun en önemli, en güzel albümüdür. Bu albümde eşsiz müzik besteleri ile birlikte çıplak, anlaşılır, mesaja ağırlık veren şiirsel sözleri artık ön plana çıkmıştır. Bestelerdeki özgünlük çarpıcıdır. Özellikle “Time-Zaman” parçası sözleriyle dikkatimi çeker. Sözlerin bir kısmını aşağıda yazıyorum;
“...
Daha gençsin ve yaşam uzun, harcayacak vaktin var bugün,
Ve bir gün bakmışsın ki on yılı bırakmışsın ardında
Kimse söylemez sana koşacağın yeri, başlama işaretini kaçırmışsın
Ve koşarsın koşarsın güneşi yakalamak için ama güneş batmakta
Ve dolanmakta sana tekrar görünmek için
Güneş aynı güneş aslında ama sen yaşlısın artık
Bir nefeslik ömrün var ve bir gün daha yakınsın ölüme
....”
1975 yılında çıkan “Shine On You Crazy Diamond- Parılda Çılgın Elmas” albümüyle David Jon Gilmour’un gitardaki ustalığını dinliyoruz. “Welcome to the machine” parçasında müzik endüstrisinin çıkar ilişkilerine yapılmış eleştiriyi görürken, özellikle “Wish You Were Here” parçası ile Syd Barrett’e karşı duyulan özlemi dile getirirler. Zaten albüm Syd Barrett’e adanmıştır.
“...
Ne kadar isterdim burada olmanı
Yıllar yılı bir akvaryumda yüzen iki yitik ruhuz biz,
Aynı yerlerde gezinip duran. Neler bulduk? O aynı eski korkuları.
Keşke burada olsaydın.”
2 yıllık aradan sonra grup “Animals - Hayvanlar” adlı yeni bir albüm daha çıkartır. Sözlerinde insanoğlunun kişiliklerini domuzlar, köpekler ve koyunlar olarak üçe ayırmışlardır. Sözlerinde, köpekler her duruma uygun davranan, kolayca kimlik değiştiren kişilikleri temsil eder. Domuzlar, yöneten ve egemen olanı, gerekirse zor kullanmaktan çekinmeyen kişilikleri, koyunlar, son derece pasif, toplum değerlerine körü körüne bağlı, sorun çıkarmayan kişilikleri betimler.
Özellikle “Dogs – Köpekler” parçasındaki gitar solosu dikkatimi çeker.
Köpeklerden bir paragraf;
“...
Çılgın olmalısın, gerçekten ihtiyaçların olmalı.
Parmak uçlarıyla uyumalısın,
ve sokakta dolaşırken,
Gözlerin kapalıyken bile kolay eti kapmalısın.
Ve sonra sessizce, rüzgar gibi kayarak,
Düşünmeden, tam anında darbeyi vurmalısın.
...”
1979 yılında çıkardıkları The Wall albümünün tümünde şiirsel bir konu bütünlüğünü görürüz. Albüm baştan sona bir öyküyü anlatır, sözler birbirini tamamlar. Albüm 2. dünya savaşı sonrasındaki kuşağın içinde bulunduğu travmayı bizlere anlatırken, bireysel özgürlüğün karşısına engel olarak çıkarılan kurumlar birer duvar tuğlası, tamamı ise örülmüş bir duvar olarak simgelenir. Albümün sonunda “The Trial-Mahkeme”, işlenen konunun özeti gibidir. “Outside the wall-Duvarın dışında” parçasında ise mutlaka birilerinin gidişattan kaygı duyduğunu bize bildirir.
"...
Tek başlarına ya da ikişer ikişer
Seni gerçekten sevenler
Bir aşağı, bir yukarı dolaşıyorlar duvarın dışında
Bazıları el ele
Bazıları gruplar halinde
Kanayan yürekler ve sanatçılar da yerlerini alıyorlar.
...”
The Final Cut” albümü 1983 yılında çıkar piyasaya. Bu albümde müzikte blues’un etkileri ön plandır. Özellikle “The Gunner’s Dream -Topçunun Rüyası” tam bir ağıttır. Savaşsız, barışın hakim olduğu bir toplumun özlemini dile getirilirken, insanlarda ruhsal çöküntüler yaratan, ölümler üreten , büyük savaşların ve yıkımlarının sorumluları olarak gördükleri devlet yöneticilerini yerden yere vururlar. İnsanların yetiriliş tarzından, basın ilişkilerine kadar savaş toplumunun nasıl yaratıldığını vurgularlar. Özellikle son parçasında insanlığın yaşayabileceği bir trajediyi görmek mümkündür. Nükleer bir patlama anlatılır bizlere.
“.....
Ve ön cam erirken
Buharlaşacak göz yaşlarım
Bırakırken ardımda biraz kömür
Anlıyorum sonunda
Bir kaç kişinin duygularını
Küller ve elmaslar
Düşman ve dost
Eşittik hepimiz sonunda”
Bu albümden sonra Roger Waters Pink Floyd’tan ayrılır. Grup, Roger Waters olmadan iki albüm daha çıkarır. Momentary Lapse Of Reason ve The Division Bell.
Pink Floyd’u, ilgi alanınızda olsun olmasın, mutlaka derininden araştırarak dinleyin. Müziğini dinlerken ve şarkı sözlerini okurken benim burada anlatmadığım, farkına varamadığım bir çok detayı siz mutlaka yakalayacaksınız.
Herkese savaşsız bir dünya diliyorum.