- Kategori
- Anılar
Rangerin hikayesi - 1.bölüm
5 Mayıs 2028, Abu Dabi Kara Silahları Fuarı, Birleşik Arap Emirlikleri
2020’lerin silah piyasasında pek esamisi okunmayan Araplar bile yeni yaptıkları silahları görücüye çıkarmışlardı ama artık bir küresel silah ihracatçısı olan Türkiye henüz ortada yoktu. Başta Mısır ve Fas olmak üzere hafif silah, zırhlı araç ve güdümlü roket mühimmatı üreten Araplar bu atılımlarıyla övünebilirlerdi ancak Türkiye’nin hâlâ ortada gözükmemesi biraz garipti.
Evet, dünyanın belli başlı silah fuarlarından Abu Dabi silah fuarının son günüydü. Fuar başta ABD olmak üzere Rusya, Avrupa Birliği, Çin, Japonya ve İsrail gibi belli başlı silah devlerinin gövde gösterisine sahne olmuştu. Özellikle Amerikalıların yeni ürettiği lazer tüfekleriyle donatılmış robotlar yıldız savaşları filminden çıkıp gelmiş gibiydiler. Hele bunlardan biri akıl almaz bir manevra yeteneğiyle yuvarlanarak hareket ediyor ve hedefleri lazer yağmuruna tutarak imha ediyordu.
Araplarla hâlâ sorunlar yaşayan İsrail bir Arap ülkesindeki fuarda gözdağı fırsatı bulmuş gibiydi. Yeni görücüye çıkardığı ultra-modern silahlar gerçekten göz korkutucuydu. Mesela biraz önce atış gösterileri yapılan alanda boy gösteren yeni nesil İsrail zırhlı araçları yaptıkları atışlarla çölü temelinden sarsmışlar, lazer toplarıyla hedefleri ateş yumağına çevirmişlerdi.
Herkes Türkiye’nin bu fuarda yeni bir silah lanse edeceğini duymuştu ama bu gecikmenin nedeni ne olabilirdi? Belki de beklenmeyen bir arıza yüzünden silahı ortaya çıkaramıyorlardı.
Abu Dabi silah fuarı öğleden sonra hemen bitecek ve katılımcılara görkemli bir final kokteyli verilecekti. Herkesin “ Bu yıl fuar Türklersiz kapanacak “ sandığı bir anda Türkiye’nin adı anons edildi. Evet, beklenen ülke sonunda sahneye çıkıyordu. Bundan sonra yaşananları bir gazetecinin satırlarından okuyalım:
“ Hepimiz fuarın son oyuncusu Türkler ne sunacak? “ diye beklerken ufukta üç nokta beliriverdi. ‘ Kara silahları fuarında uçağın ne işi var? ‘ diye düşünürken uçan cisimler fırtına gibi yaklaşarak gösteri alanındaki hedeflere yöneldiler. Başta askeri temsilciler olmak üzere herkes dürbünlerine yapışmış, heyecanla bu uçan araçları izliyordu. Dürbünümle görebildiğim kadarıyla bunlar şimdiye kadar bildiğim hiçbir silaha benzemiyordu. İlle de bir şeye benzetin derseniz, uçan tankları andırıyor diyebilirdim.
Derken yerde belirlenmiş bütün hedefleri roket ve lazer atışlarıyla imha eden araçlar müthiş bir geri dönüş manevrasıyla seyircilerin bulunduğu tribünlere doğru alçalmaya başladılar. Öyle ki hepimiz bir an çakılacaklarını sanmış, nefeslerimizi tutarak beklemeye başlamıştık.
Araçlar tribünün hemen karşısında hız kesti ve bir yarım daire dönüşten sonra dikine iniş yaparak, on metre kadar önümüzde yere kondular. Biz daha ne oluyor demeye kalmadan araçların kapıları açılıverdi ve tam 45 tam teçhizatlı komando dışarı fırlayarak esas duruşa geçtiler. Bütün tribün alkıştan kırılıyor ve kimileri araçları daha yakından görmek için yanlarına koşuyordu. Birkaç dakika sonra ben de oraya vardığımda tahminlerimde yanılmadığımı anladım. Bu şeyler gerçekten uçan tanklardı ama arkalarındaki jet motorları ve üzerlerindeki ultra-modern silahlarla bilim kurgu filmlerinden fırlamış gibiydiler. Doğrusu Türkler Abu Dabi’de tam bir final yapmıştı. Birazdan Türk yetkililerden aracı adını da öğrendim: Ranger..”
………………………. ………………………………………………………………..
Temmuz 2001 , Kato Dağı , Güneydoğu Anadolu
Asteğmen Ömer Demirci uçak mühendisiydi. Herhangi bir hava üssü veya tamir bakım fabrikasında askerliğini yapabileceği halde Eğirdir Dağ Komando Okuluna giderek çakı gibi bir mavi bereli olmuştu. Atletik yapılı, gözünü budaktan sakınmayan bir gençti. Yamaçlarında yaşanan çatışmalar sayesinde, isimsiz bir dağ iken bir hayli üne kavuşan Kato Dağı’na yakın Yıldıztepe Karakolu’nda tim komutanı olarak görev yapıyordu. Karakol komutanı Harbiyeden yeni mezun bir teğmendi. Foça’da komando eğitimi almış ve buraya karakol komutanı olarak atanmıştı. Kabına sığmayan, atak bir yaratılışı vardı. Çoğu zaman Ömer asteğmeni karakolda bırakarak timin başında bizzat göreve çıkmak istiyordu. Ancak Ömer Demirci:
- Komutanım, siz burada kalın..Bu iş benim görevim..
diye üsteleyerek onu vazgeçiriyordu.
Bir uzman çavuş komutasındaki gece timi vukuatsız geri dönmüş, sıra Ömer Asteğmen’in timine gelmişti.
Tim çavuşları huyunu bildikleri için beş dakika içinde karakol önünde tam teçhizat sıraya girmişlerdi. Uzman çavuştan tekmili alan asteğmen:
- Haydi gidiyoruz, diye bağırdı.
- Allah yardımcımız olsun..
Başlarında asteğmen Ömer olduğu halde onbeş komando çevik adımlarla karakol düzlüğünden dağa doğru çıkan yola saptılar. Dönemecin arkasında kaybolmadan önce sağ elini kaldırarak geride kalanları selamlayan Ömer Demirci yanında yürüyen çavuşa döndü:
- Çavuş gündüz olduğuna bakmayın. Bu herifler keçi gibidir. Her yerden çıkabilirler. Çok dikkatli olun.
Uzman çavuş Salih İspartalı karayağız bir delikanlıydı. Yüzünde geçirmiş olduğu çatışmalardan kalan bir sürü iz vardı. Bir defasında:
- Salih, yüzündeki bu izlerle bekar kaldın sen oğlum, diye takılmıştı ona.
Salih’in gözleri uzaklara kilitlenerek:
-Onlar iz değil şeref madalyası komutanım, diye cevap vermişti.
-Varsın beğenmesinler. Vatan sağolsun.
Ömer demirci elini çavuşun omuzuna atmıştı:
- Merak etme. Kız istemeye giderken bütün karakol yanında olacağız.
Henüz erken olmasına rağmen güneş enikonu kızdırıyordu. Öğle ikindi arası cehennem gibi kızdırmaya başlayacak ve sırtlarındaki ağır yükle, akıllara ziyan bir arazide yol alan komandoların canına okuyacaktı. Ancak güneş ufka doğru yaklaşırken tatlı bir dağ yeli yamaçları yalar yalamaz çekilen tüm sıkıntılar onlara hiç yaşanmamış gibi gelecekti.
Kato’nun zirvesine doğru tırmanan yürüyüş saatlerdir olaysız devam ediyordu. Güneş tam tepede olup, ortalık kaynamaya başlayınca, emniyetli bir kaya dibi bulup mola verdiler. Gözetleme yapacak nöbetçiler ayrıldıktan sonra konserve ve meyve suyundan ibaret öğle tayini açıldı. Bu defa nevale zengindi. Yaprak dolması ve balık vardı. Silahlar yere uzatılıp, sırtlar kayaya verilerek gözler uzaklara kilitli atıştırmaya başladılar. Ömer Demirci bir an kendini Konya Hava Üssünde hayal etti. Cafcaflı F-16 filolarının bakım sorumlusu olarak öğle yemeğinde neler yerdi kim bilir? Halbuki ya şimdi? Neyse, insan bulduğuna şükretmeli değil mi?
Tam yemeğin sonuna gelmişlerdi ki uzaklardan birkaç el silah sesi geldi. Herkes daha yemeğini bitirmemişken tam da sırasıydı! Önce birileri öylesine ateş etti diye düşünürlerken ard arda seri ateş sesleri gelmeye başlamıştı. Sesler oldukça uzaktan geliyordu ama Ömer Demirci hışım gibi doğrularak:
- Allah kahretsin! Bir çatışma bu..
diye söylendi.Ardından:
- Arkadaşlar toparlanın, diye seslendi.
- Hemen burasını terk ediyoruz.
Komandolar silahlarını kapıp teçhizatlarını düzelterek harekete hazırlanırken telsizler cızırdamaya başlamıştı bile.
Arayan pusuya düşürülen tim komutanı assubaydı. Baskına uğradıklarını, şehit ve yaralıları olduğunu bildiriyor ve çok acele yardım istiyordu. Asteğmen Ömer Demirci bir an ne diyeceğini düşündü. Silah seslerinin uzaklığına göre beklide olay yerine varamadan her şey bitecek ya da şansları varsa helikopterler imdada yetişecekti. Çünkü aralarında bir hayli mesafe vardı. Her şeye rağmen silah arkadaşlığı galip geldi :
- Dayanın assubayım, diye seslendi.
- Yakındayız. Tam mevcutlu bir bölükle yardımına geliyoruz..
Onbeş kişilik bir timi bölük yapmak eğer dinliyorlarsa düşmanı korkutup panikletecek, dostları ise sevindirecekti.
Telsizi göğüs cebine yerleştirir yerleştirmez;
-Haydi arkadaşlar davranın!
diye bağırdı.
-Dağlar komando görsün..
Askerler hep birden dağlardan yuvarlanan koca kayalar gibi yamaçlardan aşağı koşmaya başladılar. Allah’tan gidecekleri yol aşağı doğruydu ve tahminlerinden çok önce oraya varabileceklerdi. Ömer Demirci bir yandan koşarken bir yandan da silah seslerinin kesilmemesi için dua ediyordu. Çünkü silahların susması böyle durumlarda pek hayra alamet sayılmazdı.
Bu ölümcül dağ koşusu her yavaşladığında bağırıp çağırarak adamlarını gayrete getiren asteğmen sonunda imkansızı başarmıştı. Normalden çok daha kısa bir zamanda olay yerine varan komandolar; hâlâ çembere aldıkları askerlere kurşun yağdıran teröristlere şiddetli bir ateş açtılar. İki ateş arasında kalan PKK’lı teröristler birer birer kayıp vermeye başlayınca çatışmayı kesip kayalıkların arasından kaçmaya başladılar. Ömer Demirci o kadar hırslanmıştı ki birkaç adamını yaralılara yardım için bırakıp teröristlerin peşine düştü. Aslında bu çok zor ve riskli bir işti. Araziyi avucunun içi gibi bilen, adeta bir dağ keçisi gibi kayadan kayaya atlayarak dağdan yukarı doğru kaçan bu adamları yakalamak için süper bir hız gerekiyordu. Buna rağmen takibi bırakmayan ve panik halinde kaçan teröristlerden birkaçını daha haklayan komandolar iki adet Sikorski’nin gelip, kaçış yollarına ateş yağdırmaya başlaması üzerine durdular. Bir süre helikopterlerin atışlarını izleyen Ömer Demirci, kaya kovuklarına sığınan teröristlere pek zarar veremediklerini biliyordu. Yere doğru yaklaştıkça hantallığı iyice belirginleşen ve hedef gözeterek değil rastgele ateş eden helikopterlerle bu iş olamazdı. Öyle bir araç olmalıydı ki jet gibi hızlı ve çevik olsun, dikine iniş-kalkış yapabilsin ve bu sayede içindeki komandoları istediği yere bırakabilisin.
Her şeyden önce bir uçak mühendisi olan Ömer Demirci bu aracı zihninde tasarlamaya devam ederken hemen geri dönüp, yaralılara yardım için hemen pusu yerine koştular. Olay yerine vardıklarında helikopterlerin biri alçalmış, yaralıları yüklemeye çalışıyordu. Ardından da şehidi yukarıya çekeceklerdi. Gözleri açık kalmıştı şehidin..Gökyüzünde belli bir noktaya bakıyordu sanki. Gözbebekleri yerden göğe, vatan kadar büyümüş gibiydi.
Bir şehit ve üç yaralı..Bu işin tadı kaçmıştı artık. Çatışma yaşayan timin de helikopterle dönmesi üzerine Asteğmen Ömer Demirci akşama epey zaman olmasına rağmen görevi yarıda kesip dönüş kararı verdi. Zaten karakoldan epeyce uzaklaşmışlardı. Etrafta teröristler olabilir zannıyla yavaş ve dikkatli gideceklerine göre dönüş kararı pek de erken sayılmazdı. Ömer Demirci bir yandan yürüyor, bir yandan da zihninde canlandırdığı o aracı düşünüyordu. Gününüz teknolojisi ve hele hele Türkiye’de mevcut know howla böyle bir aracın yapılamıyacağını biliyordu ama düşünmeden de edemiyordu.
Güneş Kato doruklarına doğru alçalırken karakola vardılar. Bu sırada gece timi çıkış hazırlıklarına çoktan başlamış olmalıydı ama tugaydan gelen emir üzerine durdurulmuştu. Yöredeki terörist hareketliliği bütün boyutlarıyla anlaşılmadan timler yeni bir tehlikenin kucağına atılmayacaktı.
Gece komutan odasında birlikte çay içerlerken Ömer Demirci düşündüklerini teğmene de anlatmıştı. Teğmenin tavrı tam da beklediği gibiydi. Ömer Demirci’nin ne kadar ciddi olduğunu anladığı halde işi şakaya vurmuş, böyle bir şeyi yukarıya ilettiği takdirde alaya alınacağını eklemeyi de unutmamıştı.
- O hantal dediğin helikopterler var ya, bütün parçaları Amerika’dan geliyor. Belki lastiğini bile biz yapamazken sen tutmuş jet motorlu uçan tanklardan bahsediyorsun. Bırak bunları da izinleri konuşalım. Önce hangimiz çıkıyor?
Bu Ömer Demirci’nin yaşadığı ilk şoktu ama bu yolda yürümekte kararlıydı. İzin sırası kendisinde olduğu halde hakkını teğmen devretti. Tim görevine çıkmayıp karakolda kaldığı onbeş gün zarfında kocaman bir dosya hazırladı. Bu dosyada uçak mühendisliğinde öğrenmiş olduğu bütün teori ve pratiği kullanmış, çizim ve hesaplamalar yapmıştı.
Gece karakolun çevresinde nöbet tutan Mehmetçikler komutan bürosunda geç saatlere kadar sönmeyen ışığın nedenini hep merak etmişler ama sormaya da cesaret edememişlerdi.
Teğmen izinden dönünce ona bu dosyadan hiç bahsetmedi. Birkaç gün sonra o da onbeş günlük izin için karakoldan çıkış yaparken çekerek götürdüğü bavulundaki en değerli yük bu dosyaydı.
(Devam edecek)