Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Kasım '13

 
Kategori
Deneme
 

Romantik Devini ve J.J.Rousseau -I-

Romantik Devini ve J.J.Rousseau                          -I-
 

Romantik Devini ve J.J.Rousseau -I-


On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından günümüze değin, sanat, edebiyat ve siyaset üzerinde olumlu yada olumsuz etkileri olmuştur. Romantiklerin bizzat siyasetle ilişkisi Rousseau’nun kişiliği ve eserleriyle kurulmuştur. Bu devinimin en büyük kişisi kuşkusuz Rousseau’dur.

 XIX. yüzyılda Fransa’da eğitim görmüş insanlar , la sensibilite , adını verdikleri ve heyecana, daha özel bir söyleyişle duygudaşlık (sempati) heyecanına yatkınlık içeren her şeye yatkınlık duymaktaydılar.Tam anlamıyla doyurucu olması için, heyecanın dolaysız, şiddetli ve bütünüyle düşünceden ayrılmış olması gerekirdi.

Duyarlığa sahip kişi, yoksulluk çeken tek bir köylü ailesi de görse gözyaşlarına boğulacak, fakat köylülerin bir sınıf olarak payına düşeni artırma yolundaki iyi düşünülmüş tasarılara soğuk davranacaktı. Yoksulların zenginlerden çok daha erdemli olduğu sanılıyordu. Bilge kişinin, saray entrikalarından el yuyup , içinde hırs olmayan erinçli ( huzurlu) köy yaşantısına çekilecek kişi olduğu düşünülüyordu.

Duyarlılık temalarında yoksullar daima, babadan kalma birkaç dönüm toprağa sahip ve dış ticarete gereksinim duymadan kendi ürünleri ile geçinip giden insanlar olarak somutlanır. Oysa gerçek öyle midir? Köylüler hep toprak yitiriyor , acıklı durumlarda kalıyordu. Ailelerin sevgili kızları melun tefeci yada lord, toprakların yada kızların iffetlerine çöreklenmeye hazırlanıyordu.

Romantiklerde yoksul, ne kentli ne de endüstrileşmiş bir kişi yani proletaryadır. Proletarya XX.yüzyılın kavramıdır. Belki bu kavram eş ölçüde romantikleştirilmiş ama apayrı bir kavramdır.

 

Rousseau’nun Katkısı ve Tarihsel Süreç

 

XVIII. Yüzyıl Fransa’sında edebiyat, zevk, davranış ve siyaset üzerinde olduğu gibi, felsefe üzerinde de güçlü bir etkinliği olmuştur. Bu etkisi o zaman daha çok yüreğe ve kendi günündeki ‘duyarlık’ adı verilen yeteneğe seslenmesinden ileri gelmektedir.

Rousseau Romantiklerin duyarlılık (la sensibilite) kültüne yalnız kuramıyla değil yaşamıyla  ve beğenileriyle (zevkleriyle) de çok farklı genişlik ve uzanım kazandırmıştır. Romantikler geleceğin modasını küçümsemeyi ondan öğrenmişlerdir. Bu küçümseme önce giyim ve davranışta, sonra  memtet adı verilen yavaş tempolu bir dansta, sonra heroic adlı nazım şeklinde, daha sonra sanat ve sevgide , en sonunda da geleneksel ahlakın her alanında kendisini göstermiştir.

Romantik devininin doğuşuna zemin hazırlayan tarihsel dönemi kısaca anlatırsak; 1660’tan Rousseau’ya kadar din savaşlarıyla iç savaşların yoğun yaşandığı. İnsanların, kaos tehlikesinden, güçlü tutkuların anarşik yönelimine , güvenliğin ve güvenliği sağlayacak zorunlu özverinin farkında oldukları bir dönemi yaşıyorlardı.

Uz görü (sağduyu) en üstün erdem ; zeka yıkıcı fanatiklere karşı en etkili güç; barbarlığa karşı en ince davranış, en önleyici çit olarak görülüyordu. Tam bu dönemde Newton’un yasaya uygun yörüngeler çizerek, güneş çevresinde değişmeden dönen gezegenlere sahip düzenli kozmos’u, iyi bir yöneticinin imgesel (hayali) simgesi olmuştu. Tutkunun dışa vurulmasındaki frenleme, eğitimin belli başlı amacı ve kibarlığın en güvenli belirtisiydi.

           

İşte Rousseau’nun zamanında güvenlikten sıkılmış bir çok kişinin imdadına Fransız Devrimi ve Napolyon yetişti.  1815’te her şey durulduğunda doğan ortam , ölü, sert , canlı yaşama öylesine düşman , sadece dehşete düşmüş tutucuların (muhafazakarların) dayanabilecekleri bir dinginlikti. (sükunetti)

Bu Kutsal  bağlaşım (ittifak)  sistemine karşı XIX.Yüzyıl ayaklanması iki biçim almıştı: Kapitalizmin monarşi ve aristokrasiye karşı çıkışı biçiminde bir ayaklanma  (kapitalist ve proleter nitelikte), romantikliğin hemen hiç karışmadığı bu olay, çok bakımdan XVIII.  Yüzyıla dönüktü. Eylem, felsefesel radikaller ( luddistler ve anarşistler) özgür ticaret devinisi (burjuvazi) ve Marx’çı sosyalizm (proletarya) yönünde temsil edilmişti.

Çok farklı ayaklanma, kısmen gerici, kısmen devrimci romantiklerin, barış ve dinginliği (sükuneti) değil, sert ve tutkulu  bireysel yaşamı hedef alan ayaklanmasıydı. Bu romantiklerin endüstrileşme ile ilgisi yoktu. Çünkü endüstri çirkin, para kazanmak onlara ölümsüz bir tin (ruh) için değersiz  görünürdü . Modern ekonomik kurumlar bireysel özgürlüğe müdahale etmişti.

Romantikler devrim sonrası dönemde yavaş yavaş ulusçuluk(milliyetçilik) aracılığıyla politikaya karıştı.  Romantikler her ulusun devlet sınırlarının farklı  olduğu sürece, özgürlüğe kavuşamayacağı ve ortak bir tine (ruha) sahip olacağını düşünmüşlerdi. XIX. Yüzyılın ilk yarısında ulusçuluk, devrimci ilkelerin, romantiklerin çoğunun hararetle desteklediği en sert akımıydı.

İnsansal heyecandan insansal olmayan olguları çıkaran düşünce sistemlerinin başlatıcısı, geleneksel mutlak monarşilere karşıt olarak  demokratik diktatörlüklerin bulucusu olmuştur. Onun zamanından beri kendini reformcu sayan kişiler iyi gruba ayrılır; 1.Rousseau’yu izleyenler. 2. Locke’u izleyenler. Bu iki grup arasında uyuşmazlık  hep ola gelmiştir. Tarihte Hitler Rousseau’nun, Roosewelt ve Churchill, Locke’nin ürünü denilebilir.

Romantik devini özelliğini bütün olarak yararcı ölçütler yerine estetik ölçütler geçirilmesinden almıştır. Yer kurdu yararlıdır, fakat güzel değildir. Kaplan güzeldir, fakat yararlı değildir. Romantik olmayan Darwin yer kurdunu överken, Blake kaplanı övmüştür.  Romantiklerin güzellik duygusunu öncekilerden farklı kılan bir beğeniye (zevk) sahip oldukları göz önüne alınması gerekir.

Rousseau öncekiler köye hayranlık duymuşlar, zengin çayırlar, bağrışan hayvanlar ve verimlilik görünümü. Rousseau İsviçreli olduğu için doğallıkla Alplere hayrandı. Ardılları öykülerinde vahşi sellere , korkulu uçurumlara; kısacası , yararsız, yıkıcı ve sert olan her şey görülebilir.

Bayağıya karşı eskiyi savunmuşlar. Gotik mimarisini yeğlemişlerdir. Romantiklerin mizaçları en iyi romanda gözlenebilir. Garip olanı sevmişlerdir; Hortlaklar, geçmiş devirlerden kalma harap şatolar, eski büyük ailelerin son melankolik torunları, gizli bilimlerle uğraşanlar , düşen tiranlar ve korsanlar. Onlar büyük, uzak ve dehşet verici  olanları seviyorlardı. Biraz karanlık türden bir şeyin bilimi, şaşırtıcı bir şeye yol açmışsa kullanılabilirdi.Romantiklerin en çok hoşuna giden  Ortaçağlar ve ortaçağları andıran şeylerdi. Geçmişte olsun yaşarken de olsun güncel olaylarla ilgilerini kesmişlerdir.

Başlangıçta bir Alman devinisi olan Romantik devini kaynağını Rousseau borçludur. Alman  romantikleri, Coleridge ve Shelley’i etkileri altına almışlardı. XIX. Yüzyılın ilk yıllarında etkileri yoğun bir duruma geldi.Restorasyon döneminde Victor Hugo’yla parlayan bu deviniyi katıksız olarak ; Amerika’da Melville, Thoreau, ve Brook Farm’da, yumuşamış olarak Emerson ve Hawthorne  de görülmektedir.Yergiciler (hicivciler) denen romantik devini İngiltere’de  gelişmiştir.  Napolyon’la gerileyen romantikler Byron, Shelley ve Keats’in canlandırmasıyla  tüm Victorya çağını egemenliği altında tutmuşlardır.

Byron’dan etkilenen  Mary Shelley’nin Frankenstein’ı romantiklerin alegorik ve kehanet dolu gelişim tarihi sayılabilecek nitelikte bir eserdir.  Frankenstein canavarı günlük dildeki gibi sadece bir canavardan ibaret değil, insancıl sevecenliği özlemiş nazik bir varlıktır. Sevgisini kazanmak istediklerinde çirkinliğinin uyandırdığı dehşet sonucu nefret ve sertlikle karşılaşmıştır. Bir gün görünmeyen bir durumda dolaşırken yoksul fakat erdemli bir köylü ailesi görür ve el altından onların çalışmalarına yardım eder .  Sonunda kendini onlara gösterir. Fakat ‘bu sevimli yaratıklar’ Frankenstein’ın canavarından ‘küçümseme ve dehşetle’ yüz çevirdiler. Bunun üzerine o, yaratıcısından kendisine benzer bir dişi yaratmasını istedi. Bu arzusu reddedilince de Frankenstein’ca sevilenleri teker teker öldürmeye girişti.

Kusurlu olan, romantiklerin psikolojisi değil, onların değer ölçütüdür. Romantikler ne türden olursa olsun ve nasıl bir toplumsal sonuç verirse versin güçlü tutkulara hayranlık duymuşlardı. Romantik sevgi özellikle şanssız olduğunda, olaylarını kazanmaya yetecek ölçüde güçlüydü. En güçlü duyguların çoğu yıkıcıdır. Bu güçlü tutkular,nefret, kırgınlık, kıskançlık, vicdan azabı, umutsuzluk, haksız yere eziyet çekenin kızgınlığı, şahlanmış onuru, köleler ve korkaklara karşı duyulan küçümseme ile şiddetli savaşma arzusudur.

Kişisel çıkarla insan, bir sürü içinde yaşar olmuş, fakat içgüdüsel olarak büyük ölçüde tek başına kalmıştır. Bu bakımdan din ve kişisel çıkarı destekleme çabası ahlak gereksinimini doğurmuştur. Zaman zaman uz görülü davranışla tutku arasındaki bağı koparırsa yeni bir güç elde edilir. Bu güç sonunda bir felaketle de karşılaşsalar , mistiklerce bilinmesine karşın, ulaşması güç bir erdem olduğundan ulaşamadıkları tanrısal coşkunluğu romantikler tadarlar.

Mistik Tanrı’yla tek vücut olup sonsuzluğu düşünürken komşusuna görevini unuturlar. Anarşik isyan kendisini Tanrı’yla birleşmiş değil,daha  iyisini yaparak , kendisini Tanrı ilan eder.  Bir şeye emek harcamaksızın tek başımıza yaşayabilseydik, bu bağımsızlık sevincini tadabilecektik. Tadamadığımıza göre, onun zevkleri sadece dahiler ve diktatörler tadabilir.

            Toplumsal bağlara karşı içgüdülerin isyanı ,sadece yaygın olarak romantik eylem adı verilen şeyin değil, onun günümüze kadar olan uzantısına ilişkin duyguların, siyasetin ve felsefenin anahtarıdır. Bununla birlikte tutkulu sevgi daha güç bir sorun. Tutkulu seven ve sevilenler toplumsal frenlemeye karşı isyanda sayıldıkları sürece hayranlık uyandırır. Gerçek yaşamda sevgi çabucak toplumsal bir gem olur ve sevgiliye nefret uyanır. Sevgi koparılması güç bir bağlık doğuracak ölçüde güçlüyse, nefret gittikçe şiddetlenir. Bu bakımdan sevgi, yanlardan her birinin, karşı yanı, onun benliğini koruyan duvarlardan süzülerek mahvetmeye çalıştığı bir savaş olarak görülmeye başlanır.

            Ptolemaeos’da içten evlenmeye varan ırk vurgulaması ortaya çıkar. Byron’u  bu duygunun nasıl etkisi altına aldığı bilinir. Wagner, Sigemund ve Sieglinde’nin sevgisinde bu duyguya benzerdir. Nietzsche,  en çok anlaştığı , aynı düşünce de olduğu kız kardeşini kadınlar içinde en çok sevdiğini belirtir.  Byron’un yaydığı ulus ilkesi aynı ‘felsefe’nin bir uzanımıdır. Ulusun ortak atalardan inen ve aynı kan  bilinciyle paylaşan bir ırk olduğu kabul edilmiştir.

            Böylece romantik eğilim, kapitalizme proletarya’nın çıkarını temsil eden sosyalizmden bütünüyle farklı bir itiraz yöneltmiştir. Ekonomik uğraşılardan hoşnutsuzluğa dayanmış ve kapitalist dünyanın Yahudilerce yönetildiği telkiniyle güçlenmiş bu itirazı Byron; “Ekonomik güç gibi adi bir şeyi dikkate almaya tenezzül ettiği” bir anı şöyle dile getirmiştir;

 

            Kim tutuyor dünyanın dengesini elinde

            Kralcı olsun

            Liberal olsun ?

            Fatihlere

            Galiplere

            Kahramanlara hükmeden kim?

            İspanya’nın çıplak yurtseverlerini

            Kim kışkırttı?

            Köhne Avrupa’nın

            Yaygaraya ve patırtıya boğan bu kışkırtma kimin eseri ?

            Eski ve yeni dünyayı

            Acıda ve zevkte

            Tutan kimdir ayakta ?

            Politikayı parmağında oynatan ?

            Soylu yiğitliğinin gölgesi mi

            Bonapart’ın ?

            Karşılığı şu soruların:

            Yahudi Rotschild

            Ve

            Kafadan

            Christian Barin. (*)

       

                    Byron

 

Romantik devini, kendi özü içinde insan kişiliğini toplumsal geleneğin ve ahlaklılığın prangalarında kurtarmayı erek almıştır.Hıristiyanlık bir dereceye değin benliklerini uysallaştırmıştır. Ekonomik, siyasal ve entelektüel nedenlere, kiliseye başkaldırmayı uyarmış ve romantik devini , başkaldırmayı ahlak küresine aktarmış; yasa tanımayan yeni benliği teşvik ederek toplumsal işbirliğini olanaksız duruma getirmiş ve kendisini izleyenleri anarşi , yada despotluk seçenekleriyle baş başa bırakmıştır.

Bencillik, başlangıçta insanların başkalarından bir anne-baba sevecenliği beklemelerine yol açmış; başkalarının kendi benliklerine sahip çıktıkları kırgınlıkla fark edilince , sevecenlik bekleme yolunda kırılmış olan umutlar nefret ve şiddete dönüşmüştür.

İnsan tek başına yaşayan bir hayvan değildir ve toplumsal yaşam var oldukça kendi kendini gerçekleştirme, etik’in üstün ilkesi olamaz.

Yaşamı ,Eserleri ve Eserlerindeki Kavramlar

 

Yaşamı

 

Jean Jacgues Rousseau (1712-1778). Cenevre’de doğmuş, Ortodoks bir Calvinci gibi eğitim görmüştür. Babası yoksul bir saatçidir ve aynı zamanda dans dersleri vermektedir.  Rousseau 10 yaşında okulu bırakmıştır.Çeşitli yerlerde çıraklık yapmış, çalıştığı tüm yerlerden nefret etmiştir.16 yaşında Cenevre’den Savoy’a kaçmıştır. Geçinebilmek için bir Katolik rahibine başvurup Katolik olmuştur. Rousseau bu yaptığının tamamen ticari olduğunu söyler; “Yapmak üzere olduğum kutsal işin temelde eşkıyalık olduğu düşüncesinden kendimi kurtaramıyordum.”

Daha sonra Katolikliğe yürekten inandığının izlerini; “ 1730 yılında yaşamakta olduğum ev, bir piskoposun duasıyla mucizevi bir biçimde yangından kurtuldu” sözlerinden anlayabiliyoruz. Turin’deki kurumdan cebinde yirmi frankla çıkan Rousseau , Madame de Vercelli adlı bir bayana seyis oldu. Bayan üç yıl sonra öldü. Hanımının ölümünden sonra , ona ait bir kurdele Rousseau da bulundu. Rousseau , gerçekte çaldığı bu kurdeleyi ona hizmetçinin verdiğini söyledi ve hizmetçi cezalandırıldı. Bu konuda daha sonra mazereti ilginçti: “ Kötülük hiçbir zaman o zalim anda olduğundan daha uzak değildi benden. Zavallı kız suçlamama, ona olan sevgim neden oldu. Çelişmeli ama doğru. Zihnimde hep o vardı. Suçu aklıma gelen ilk kişinin üzerine atıverdim.” Böylece erdemlerin yerini ‘duyarlığın’ aldığı Rousseau düzenin güzel bir örneği verilmiş oldu.

Daha sonra Rousseau, Savoy kralının dine katkısından dolayı maaş bağladığı Madame De Warens’le dostluk kurdu ve sonraki dokuz- on yıl bu çekici bayanın evinde ona ‘anne’ diye hitap ederek metresi oldu. Aynı zamanda Madame’nin uşağı ile ilişkisi vardı. Parasını serseri gibi harcadığı , yalın ayak yolculuk ettiği ve bulabildiğiyle yaşadığı bir dönemden Lyon caddelerinde sara nöbetine tutulmuş bir arkadaşını vesile bulup orada bırakıp kaçtı. Böylece ilk vefasızlık örneğini gösterdi.

Dudding adlı bir İskoç Jacobinus’çusu süsü vererek zengin bir kadınla ilişki kurdu. 1743’te hatırı sayılır bir bayanın yardımıyla Venedik’teki Fransız Büyükelçisi’ne sekreter oldu. İşini yapmasına rağmen ücretini ödemedi.İlk defa haksızlığa uğradı .Haklı olduğu anlaşıldıysa  da parasını uzun dönem alamadı. Bu durum Fransız Hükümet biçiminin aleyhine dönmesini sağladı.1745 Paris’teki otelinde hizmetçi olan Therese le Vasseur adlı bir kadınla ilişki kurdu.Yaşamanın geri kalanını onunla geçirdi. Ondan beş çocuğu oldu. Çocuklarını Bulunmuş Çocuklar Hastanesine teslim etti.

Çirkin ve cahil bir kadın olmasına rağmen Therese ‘nin onun neyini çektiğini herkes anlamaya çalışıyordu. Rousseau ona okuma öğretmiş ama yazma öğretmemişti. Rousseau’nun hem mali açıdan hem zeka açısından üstün olduğunu düşünmesi bu kadınla kalmaktan hoşlanmasını sağlıyordu.

Rousseau ilk başarısını Diderot’un isteğiyle Encyclopedie’ye bazı maddeler yazarak göstermiştir. O sıralar, her yıl belli bir konuda yazılacak denemeler için ödül koyan Diyon Akademisi, 1749 ‘daki ‘Bilimlerin ve Sanatların Gelişmesi,Ahlakın  Arınmasına Yardım Etmiş midir, Etmemiş midir?’ sorusuna yanıt veren makalesi ile bir ödül alarak gösterdi. Rousseau konunun olumsuz yanını, yani sanat ve bilimlerin insanlığa yararı dokunmadığını savunmuştu. Bilim, edebiyat ve sanatın, ahlak için en zararlı düşman olduğunu ve gereksinimlere yol açarak köleliğe kaynaklık ettiğini ileri sürüyordu. Amerikan vahşileri çıplak yürüyenlere zincir vurulabilir miydi ? Plutarchos’un Yaşantılar adlı eserini yedi yaşında okumuş ve ondan çok etkilenmişti. Sparta’dan yana Atina’ya karşı Lykurgos’un yaşamına hayran olmuştu. Bilim ve Erdem Rousseau’ya göre uyuşmazdı ve bütün bilimler iğrenç bir kökene sahipti. Uygar kişiyi, eğitim görmemiş bir barbardan ayırt eden her şey kötüdür. Ödül aldığı bu deneme ile birden ünü arttı. Kendi düsturuna göre yaşamayı seçerek basit bir yaşama yöneldi. Zamanı öğrenmeye gereksinimi olmadığını söyleyerek saati sattı.

İlk denemesinden sonra ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Doğa Yasasının Buna İzin Verip Vermediği’ (1754) adlı eserini yazdı. Ama bu eser ödül kazanamadı. Eserde  ‘İnsanın doğal iyi’ olduğunu, ‘sadece kurumların onu kötüleştireceğini’ savundu. Çağının bir çok filozofu gibi ; “ artık var olmayan, belki hiçbir zaman var olmamış ve beklilikle (muhtemelen) hiç var olmayacak; şimdiyi layıkıyla anlayabilmek için, hakkında doğru dürüst bilgi edinmemizin hiç de gerekli olmadığı bir durum” gibi söz eder.

Doğal yasa, doğal durumdan türetilmelidir. Doğal kişiden habersizsek, özgün olarak doğal insan için hazırlanmış ve ona en iyi uyan yasayı belirlemek olanaksızdır. Bütün bilebildiğimiz , doğal yasaya bağlı olanların istemlerinin, baş eğmelerden bilinçli olması ve yasanın doğanın sesinden gelmesi gerektiğidir.

Bu denemesinde de, Rousseau doğal eşitlik ve uyum koşulları içinde, Hobbes’un tasarladığı kadar anarşik, Locke’un düşündüğü kadar mutlu ve iyi yaşayan ilkel bir insan toplumunun daha ayrıntılı bir tablosunu çizmiştir. Rousseau bir yandan uygar yada siyasal toplumun içinde zorunlu olarak kötülük bulunacağını, dolayısıyla devlet sürdükçe adalet ve barışa ulaşılamayacağını gösterirken, bir yandan da çağdaş Fransız toplumunu-siyasal despotizmiyle birlikte- yermiş ve çekilen ekonomik yoksulluğun bu durumun bir sonucu olduğunu ortaya koymuştur.

Rousseau yaş, sağlık, zeka ve öteki bakımlardan doğal eşitsizliğe değil, yetkisi  uzlaşımlardan doğan  ayrıcalıklardan doğma eşitsizliğe karşı çıkar. Uygar toplumun ve ondan doğan toplumsal eşitsizliklerin kökeni özel mülkiyette bulur.

Bir toprak parçasını çeviren ilk insan kendisinin ‘bu benim’ dediğini düşündü. Halkı buna inanacak kadar safdil sayan ilk insan, uygar toplumun kurucusudur.”

Kötülüğü ortadan kaldırmak için sadece uygarlığı bir yana bırakmak gereklidir. İnsan doğal olarak iyidir. Vahşi insan yemek yediğinde doğayla barışıktır ve kendi türünden bütün yaratıkların dostudur.

Rousseau bu denemesini Voltaire’ye gönderdiğinde şu cevabı aldı (1755); “İnsan ırkı aleyhine yazılmış yeni kitabınızı aldım. Teşekkür ederim: Zeka, hepimizi ahmak durumuna getirecek bir tasarımda böylesine kullanılmamıştı hiç. İnsan kitabınızı okurken dört ayağı üstüne yürümek istiyor. Fakat altmış yılı aştı ben bu alışkanlığı yitireli. Onu yeniden elde etmenin olanaksızlığın umutsuzlukla hissediyorum. Kanada vahşilerine kavuşmak için yollara düşemem. Mahkum olduğum hastalıklar beni bir Avrupalı cerraha muhtaç ediyor. Ayrıca o bölgelerde savaş sürüp gidiyor. Vahşiler de bizden aldıkları örnekle bizim kadar kötüleşmiş.”

1754’te iyice ün kazanınca doğduğu kent onu hatırladı ve davet etti. Kendisinden Cenevreli Püriten ve Cumhuriyetçi diye söz ederdi. Eşitsizlik Üzerine Konuşmalar eserindeki düşüncelerini dile getirdiğinde kent yöneticileri sıradan bir yurttaşların dengiymiş gibi görülmek istemediğinden ve Voltaire’nin de orada olmasından dolayı orada fazla kalamadı.

Lisbon Depremi (1755) nedeniyle daha önce tartışan ikili, fırsatı kaçırmayarak birbirleriyle atışmaya başladılar. O dönem Voltaire,  Tanrı’nın dünyayı yönetimine kuşku salan bir şiir yazmıştı. Rousseau  bu konu hakkında ; “Voltaire Tanrı’’ya inanır görünürken ,şeytandan başka kimseye inanmış değildir.Onun Tanrı diye düşündüğü, bütün zevkini kötülük yapmakta bulan habis bir mahluk.

Her türden iyiyle taçlanmış bir kişinin böyle saçma bir öğretiye sahip olması isyan duygusuna yol açıyor. Voltarie kendisinden uzak ciddi felaketlerin korkunç ve zalim düşüyle, hemcinslerini, kendisi mutluluk içindeyken umutsuzluğa atıyor.” 

Bu aralarında bir kavgayı alevlendirdi. Voltaire, Rousseau’ya  zararlı bir deli gibi davrandı. Rousseau’da Voltaire’ye ‘kafirliğin borazan başı , keskin deha, aşağılık ruh (tin)’ diye söz etti.

Rousseau en verimli dönemi 1760’lı yıllardır. 1760 Yeni Heloise romanını  yazmış. 1762 Emile adlı eğitim üzerine devrimci fikirleri taşıyan kitabını  yazmış bu kitap, pedagojik içeriğinden çok vahiy dininin dogmaları yerine ‘doğal din’i savunması yüzünden ve siyaset ve din adamlarının sert tepkisiyle karşılaşmıştır. Aynı yıl Toplum Sözleşmesi eserlerini ürettiği dönemdir.

Toplum Sözleşmesi , halk egemenliği konusunda çok güçlü bir eserdir. Siyasal adaletsizliğin kaynaklarını eleştirerek her türlü erkin( iktidarın) halktan kaynak alması gerektiğini, bütün çağdaşlarını etkileyen açık ve renkli bir üslupla ortaya koymuştur. Bu yapıtı özellikle Fransız Devrimi’nde kabul edilen ‘İnsan Hakları Bildirisi’ üstündeki etkisi  hemen göze çarpacak ölçüde belirgindir. İleri fikirlerinden ötürü Fransa ve İsviçre’de kovuşturma açılmış. Demokrasiyi savunup, kralların tanrısal hakkını yadsıması üzerine tehlikeli görülmesi dolayısıyla , Fransız hükümeti onun hakkında tutuklama kararı çıkarmıştır.

Bu eserinde, insanlar doğa durumundan bir sözleşmeyle toplum durumuna geçince özgürlüklerini yitirmezler. Bir sözleşme ile haklarını otoriteye teslim ederler. Bu sözleşmenin terimleri, egemen siyasal otoritenin yerini, kapsamını ve kullanma biçimini belirler. Toplum Sözleşmesi’nde otoriteyle özgürlük şöyle bağdaştırılmıştır: Her birey bütüne bağımlı ve uyruktur; ama bütün kendisini de kapsadığı için, bütünün otoritesine uymakla dış bir güce değil, kendi kendisine uymuş olmakta, eskisi kadar özgür kalmaktadır. Bu bütüne, Rousseau Genel İrade diyor. Egemenlik ise, yürürlüğe konulmuş Genel İrade, yöneldiği amaçla, bütünün amacına ilişkin olmakla kendini belli eder.

Rousseau, öğretilerini çoğu kez soyut ve dogmatik bir havayla mutlak ve değişmez gerçekler olarak ortaya koymuştur. Böyle olmakla birlikte, bazen belirli bir topluluğun tarihinin belirli bir anındaki uygulaması üstüne somut koşullardan gelen sınırlamaların hayli tutarlı kaldığı söylenebilir. İnsan doğadan iyidir; uygarlığın sanat ve kurumları insanın gerçek doğasının saptırılmış anlatımlarını ortaya koyar; uygar insanlar arasında iyiye ancak doğal insan isteklerine olabilecek en özgür anlatımı sağlayan kurumlarla yeniden erişebilir; bu nedenle de örgütlü toplumsal kayıtlama, topluluğun bütün üyelerinin özgür onaylarına dayandığı ölçüde haklı görülebilir.

Rousseau bütün bu fikirlerinden dolayı hiçbir ülkenin onu kabul etmemesi üzerine, yaşayabileceği ülke bulamamıştı.  Bern’in filozof kralı Büyük Frederich ona acıyıp Motiers’de yaşama izini verdi. Motiers köylüleri, başlarında papazları olmak üzere ‘bizi zehirliyor’ diye onu öldürmeye kalkışınca İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı.

İngiltere’de önce büyük bir ilgi gördü ve toplumsal bir başarı elde etti.III. İngiliz Kralı Gregos tarafından maaşa bağlandı. Burke ile arkadaş oldu. Bu arkadaşlığı kısa sürdü. Burke bu hususta şunları söyledi; “ Yüreğini etki altında tutacak yada onun anlayışını yönetecek hiçbir ilkesi yok Rousseau’nun , boşluk dışında.”

Hume, Rousseau ile geç bozuşan insandır. Hume Rousseau’yla karşılıklı dostluk ve sevgi, saygı içinde yaşayabileceğini söylerken , Rousseau Hume’un yaşamını erekliyen alet olduğundan kuşkulanmaya başlamıştı bile. Rousseau zaman zaman yanlışını anlayıp ; ‘Hayır,hayır Hume hain değil’ diyerek bu vefalı dostu kucaklarken, Hume ‘bütün bunlar niye Aziz dostum’ diyecekti.

1967 yılında sonunda sanrılar galip gelmiş ve Rousseau İngiltere’den de kaçarak  Fransa’ya dönmüş. On yıl boyunca İtiraflar eserini yazmaya vermiş kendini ve  son günlerini sefalet içinde Paris’te geçirip intihar ederek öldüğünden kuşkulanarak tamamlamıştır. Dostluğu bozulduktan sonra Hume şöyle demiştir; “ Yaşamında yalnız hissetmiş kendini. Bu bakımdan duyarlılığı, örneğini görmediğim bir düzeye ulaşmış. Bu zevkten çok acı veren bir duyarlılık bu.

Yalnız giysilerini değil, bedeninin derisini de silkip, kaba, yırtıcı öğelerle savaşan bir insandır,

J.J.Rousseau.”

 

Mehmet Özgür Ersan

Kaynaklar

1.     Batı Felsefesi Tarihi (Yeniçağ) Bertnard Russell Çeviren Muammer Sencer Say Yayınları

2.      Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi Cilt 2 Yeniçağ Seçilmiş Yazılar( Rönesans, Reformasyon, Akıl Çağı , Aydınlanma , Amerikan ve Fransız Devrimleri)  Derleyen Mete Tunçay Verso Yayınları Ocak 1986

 

 
Toplam blog
: 447
: 1524
Kayıt tarihi
: 20.09.13
 
 

06 Mayıs 1974 Çorum Sungurlu'da doğdu. Yaşamının büyükçe bir bölümünü Mamak'ın gecekondu mahalleler..