- Kategori
- Kültür Turizmi
Rüya gibi bir rota: Romantik Yol
Hallstatt - Avusturya
Almanya’ nın biraz da savaşın izlerini ve intibalarını silmek amacıyla ortaya çıkarttığı söylenen ‘’Romantik Yol’’ rotası, aslında dünyada uzun yıllardır bilinmekteyken ülkemizde son yıllarda keşfedilen ve rağbet gören bir gezi noktası…
Uçağımız henüz Salzburg’ a inmeden önce camdan gördüğümüz manzara, göreceğimiz güzellikler konusunda âdeta bize göz kırpıyordu. Alplerin üzerindeki bembeyaz karlar, daha aşağıda cam görüntüsündeki buz mavisi göller ve alabildiğine koyu yeşiller arasında salınan Salzburg, gezginler için özel olarak bastırılmış bir davetiye kartı izlenimi bırakıyor gibiydi.
Kimi vakit öyle güçlü bir sembol olur ki koca bir kentin önüne geçer, o kent onsuz bir anlam ifade etmez. İşte Avusturya’ nın bu ünlü kenti de tüm güzelliğine karşın Wolfgang Amadeus Mozartla anlam bulan bir şehir… Mozart burada doğmuş ve yedi yaşına kadar yine burada yaşamış. Mozart’ ın kentin her yerinde uçuşan notalarıyla karşılaşmak, incecik çiseleyen yağmurun altında onun notalarının salındığı şemsiyelerle gezmek, notalarının bulunduğu fularlarına sarınmak, nota ve keman görüntüleriyle, sesleriyle içli dışlı olmak bu romantik yolculuğa başlayanları karşılayan şirin ayrıntılar…
Mozart’ın doğduğu ev, yaşadığı ev, annesinin evi derken Salzburg’ un renkli çiçeklerle, her biri birbirinden şık ve şirin dükkânlarla bezenmiş dar sokaklarında masalsı bir tarihi yaşamak henüz ilk günden başımızı döndürmeye yetiyor.
Özellikle Avrupa sosyetesinin durağı olan bu aristokrat kentin sokaklarını gezmeye doyamıyoruz. Mirabell Sarayı, Başpiskopos’un yasak aşkı olan eşi için yaptırdığı bir yapı olması bakımından ayrı bir anlam taşıyor. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ ne kabul edilmiş olan Salzburg için bir kültürel miras anıtı niteliğinde olan bina, bugün müze ve evlendirme dairesi olarak kullanılıyor. Sarayın bahçeleri de en az kendisi kadar görülmeye değer nitelikte… Doğadaki dört element olan hava, su, toprak ve ateşi simgeleyen çeşmeleri, izleyenlere görsel bir şölen sunan özel düzenlenmiş çiçekleriyle bu bahçelerde mitolojik bir cennete düşmüşsünüz hissine kapılıyorsunuz.
Bu arada ‘’Salzburg’’ adının bölgede bol miktarda tuz çıkarılmasından esinlenilerek ‘’Zeiltsburg – Tuz Kalesi’’ dan geldiğini öğreniyoruz. Salzburg gezimiz Dom Katedrali, Hellburn Sarayı ve bahçeleri ile sonlanıyor. Akşamüzeri son durağımız olan Hellburn Sarayı’ nın içine ve bahçesine kurulan su şakası fıskiyelerini görünce günün yorgunluğunu gülerek atıyoruz. Mizah duygusu oldukça gelişmiş Başpiskopos tarafından misafirlerine şaka yapmak amacıyla zekice planlarla sarayın içinde ve bahçesinde gizlenmiş yerlere kurdurulmuş olan su şakası fıskiyeleri ustaca yönetilerek bizleri ummadığımız anlarda baştan aşağı ıslatırken çocuklar gibi eğleniyoruz.
Salzburg’ a yaklaşık yetmiş kilometre uzaklıkta bulunan Avusturya’ nın Göller Bölgesi’ndeki Hallstatt köyü gezimizin ikinci gününü anlamlandıran muhteşem bir güzellikti. Bin civarındaki nüfusuyla dağın yamacına kurulmuş olan ’’İnsanı çıldırtabilecek kadar güzel!’’ Hallstatt gözlerimizle birlikte ruhumuzu da güzelliklere doyurdu. Yedi bin yıllık tarihiyle Avrupa’ nın en eski yerleşim yerlerinden biri olan bu köy, dünyada ölmeden önce görülmesi gereken 100 yer arasında sıkça adı geçen mekânlardan… Gerçekten de sanatçılara, ressam ve şairlere ilham kaynağı olabilecek kadar tablo görünümünde doğal bir güzelliğe sahip Hallstatt… Özellikle gölünün renginin özel mavisi ve çevresindeki yapıların Ortaçağ mimarisi orjinalliğiyle gölü çerçevelemesi dikkatleri çekiyor. Gölde yapılan tekne gezisinde bu manzara eşliğinde içilen bir kahvenin tadı sanırım ömür boyu unutulmayacaktır. Hallstatt’ ı gezerken kısa süre önce okuduğumuz bir bilgi aklımıza geliyor: Hallstatt dünyada öyle bir hayranlık uyandırmış ki Çin’ de bu kasabanın birebir aynısından bir tane daha yapılmış ve binalar orjinallerinden çok daha yüksek fiyatlara satılmaktaymış.
Yağmurun ayrı bir büyü kattığı Hallstatt’ tan sonra gezimizin üçüncü gününde Bavyera’ nın en yüksekte kurulmuş şehri olan Füssen, güneşli ve gülen yüzüyle bizi bekliyor. Füssen, güzelliği ve pahalılığı ile âdeta bir butik şehir izlenimi veriyor. Alplerin eteklerindeki bu kentin Lech ırmağı kıyısında olması ona görsellik açısından ayrı bir avantaj kazandırıyor.
Füssen’ in tarih kokan daracık sokaklarını gezdikten sonra yapılması gereken en önemli aktivitenin Neuschwanstein Şatosu’ nu gezmek olduğunu çok iyi biliyoruz ve elbette bunu gerçekleştiriyoruz. ‘’Disney Kalesi’’ olarak da bilinen bu şato, Walt Disney filmlerinin başında gördüğümüz ve Disneyland’ ın da sembolü olan kalenin ilham kaynağı olarak biliniyor. Şatonun resmini ilkin Münihli bir sahne ressamına çizdiren Kral Ludwig, bu orijinal yapının ortaya çıkmasını sağlıyor. Esrarengiz şatoda Nürnberg vb operalardan sahnelerin yer aldığı odalar mevcut. On bir yıl gibi bir sürede tamamlanan şatonun içindeki kasvet, âdeta gündüzleri uyuyup geceleri yaşayan kralın ruh durumundaki farklılığı yansıtıyor. Bu masalsı şatoya ulaşarak içini gezebilmek ve şatoyu yaptırdıktan sonra içinde sadece 172 gün yaşayarak ölen çılgın kral Ludwig’ in ilginç ayrıntılarla dolu hikâyesini dinleyebilmek farklı anılarımız arasında yerini alıyor.
Gezimize üçüncü gününde Avusturya’ dan sonra Almanya ile devam ediyoruz. Bugünkü yol güzergâhımızda önce Landsberg daha sonra Ausburg yer alıyor. Sabahın erken saatlerinde Landsberg’ in dingin ve boş sokaklarında birer Ortaçağ devri kahramanıymışcasına özgürce dolaşmak bizlere sanki farklı bir enerji yüklüyor. Landsberg’ in ilginç mimarisi çok hoşumuza gidiyor, nereyi fotoğraflayacağımız konusunda tatlı şaşkınlıklara sürüklenerek koşturuyoruz. Bu koşturma sırasında yol üzerinde karşılaştığımız Türk manavdan cazibelerine dayanamayarak hem de memleket torpili indirimiyle aldığımız çileklerin ve orman meyvelerinin sepetinin dibini görmeyi de ihmal etmiyoruz elbette. Bu arada Landsberg’ deki kira fiyatları oldukça uygun olduğu için burada oturularak Münih’ ten Landsberg’ e günü birlik gidiş – geliş yapılabildiğini öğreniyoruz. İki kent arası yaklaşık 55 kilometre…
Ausburg’ a ulaştığımızda vakit öğleni geçmiş ve sokakları da kalabalıklaşmış buluyoruz. Ausburg Landsberg’ in biraz daha büyük versiyonu, harika bir şehir. Bavyera eyaletinin güneybatısında yer alıyor. Münih ve Nürnberg’ den sonra Almanya’ nın refah seviyesi en yüksek eyaleti olan Bavyera’ nın en kalabalık üçüncü şehri… Konum olarak Avusturya ve Çek Cumhuriyeti’ ne yakınlığı bakımından da oldukça avantajlı… Bu özelliğiyle de o ülkelerin izlerini çok fazla taşıdığı ilk bakışta rahatlıkla fark edilebiliyor. Tarihi Maksimillian Caddesi, Rönesans ve barok tarzındaki sarayları, Azize Anna Kilisesi, Maksimillian Müzesi ve Belediye Sarayı kentin görülesi yerlerinden. Birçok Alman şehrinde bulunan Christmas Market büyük küçük demeden herkesi saatlerce esir alabilecek kadar cazip objelerle dolu. Bu kentte yaptığımız en keyifli aktivitelerden biri de ‘’Romantik Cadde’’ olarak geçen caddeyi gezmek oluyor.
Ausburg, adını M.Ö. 15’ te kurulduğu Roma Dönemi’nin imparatoru Augustus’ tan alıyor. Bu özelliğiyle aynı zamanda Almanya’ nın en eski şehirlerinden biri… Kuruluşundan tam 1600 yıl sonra Augustus’ u anmak için şehir meydanına bir heykeli dikilmiş. Mozart’ ın babasının da buralı olduğu kabul ediliyor. Ayrıca günümüzde müze olarak kullanılan dünyadaki ilk sosyal konutlar da Ausburg’ da bulunuyor.
Ertesi gün farklı bir atmosfere giriyoruz. Almanya’ nın Ortaçağ havasını yansıtan ve sakinlikleriyle insana kendini iyi hissettiren şehir, kasaba ve köylerinden sonra gözümüzü Münih’ te açıyoruz. Münih ‘’Keşişler Kenti’’ anlamına geliyor. Burada keşişler çocuk figürü şeklinde tasvir ediliyor. Münih Katolik bölgesi olduğu için fazla miktarda kilise mevcut. Ülkenin en önemli üniversitesi burada yer alıyor ve aynı zamanda bir üniversite kenti durumunda. Bu arada Münihli Erasmus öğrencilerinin de en fazla İstanbul’ u tercih ettiklerini öğreniyoruz.
Kalabalık sokakları, boş bir sandalye bile bulmakta zorlandığımız kafeleri, restoranlarıyla Münih bize İstanbul’ u hatırlatıyor. Bizler uzun yıllardır İstanbul’ da bile böylesi yoran kalabalıklara girmeden âdeta yalıtılmış şekilde yaşamaya alışmışken Münih’ te hem de Romantik Yol konseptinde bu ortamın karşımıza çıkıvermesi pek de hoşumuza gitmiyor. Yine de Münih’ in olumlu yönlerini ön plana çıkartarak fırsatları değerlendiriyoruz ve şehri zevkle geziyoruz.
Rezidenz Würzburg Güney Almanya’ nın barok tarzda inşa edilmiş en önemli eseri ve aynı zamanda görülesi güzellikte bir bahçeye sahip… Binanın, yapı özellikleri olarak Viyana’ daki Schönbrun ve Paris’ teki Versay Sarayı ile aynı özelliklere sahip olduğu söyleniyor. Bayern Kraliyeti bu Rezidans’ ı kullanmış.
Bu arada serbest zamanımızda şansımız yaver gidiyor ve üstü açık turist otobüslerinden birinin şoförü el sallayarak bize ‘’Atlayın!’’ diye ısrarla işaret ediyor. Şaşkınlıkla biniyoruz, para da almıyor ve son durağa kadar püfür püfür esen otobüsümüzün üst katında yaklaşık bir saat süren harika bir şehir turu atıyoruz.
Tarihi 1400 yıl öncesine dayanan Bavyera eyaletinin beşinci büyük kenti Würzburg’ a gelince yine rahat bir nefes alıyoruz. UNESCO tarafından 1981 yılında Dünya Kültür Mirası ilân edilen Würzburg çok keyifli ve Romantik Yol rotasına yakışan bir şehir… Küçük olmasına karşın müthiş bir yaşam enerjisiyle dolu bu kent, kendisiyle içli dışlı olmuş üzüm bağlarıyla aynı zamanda bir şarap cenneti… Bavyeralı biracıların yanında bu özelliği kenti ilginç kılıyor elbette. Şarapçılığıyla tanınmasının en büyük nedeni de Almanya’ nın en eski ve en büyük üzüm bağlarından birinin Würzburg’ da bulunuyor olması.
Marienberg Kalesi’ nin şehri yukarıdan görüntülemek için ideal bir mekân olduğu söyleniyor. Main nehri ve Alte Mainbrücke bu turistik şehrin atardamarı konumunda… Kentin en eski köprüsü olan Mainbrücke’ yi ilk gördüğümüzde şaşkınlığımızı yenemiyoruz çünkü bu köprü, üzerindeki heykellerine varana dek Prag’daki Charles Köprüsü’ nün neredeyse birebir kopyası. Vakit akşam olduğunda ellerinde şarap ve bira kadehleriyle bu köprüde sağlı sollu yerlerde oturarak sohbet eden insanlar hoş ve sıcak bir görüntü sergiliyorlar. Ortam o kadar hoşumuza gidiyor ki Würzburg’daki ikinci gecemizde de yürüme mesafesindeki otelimizden doğru buraya geliyoruz. Bu arada gezdiğimiz diğer bazı şehirlerde olduğu gibi burada da zor anlarımızda dükkânların kapanmasına yakın ( Yedi gibi kapanıyorlar ) tek açık bulabildiğimiz ve can havliyle karnımızı doyurduğumuz kurtarıcı ve lezzetli Nordsee’ leri de anmadan geçmeyelim.
Würzburg’ a yaklaşık elli kilometre uzaklıktaki Rothenburg, Arnavut kaldırımlı dar sokaklarıyla hâlâ Ortaçağ’ ı yaşıyormuş izlenimi verirken sanki sokaklarında her an karşımıza o günlerden kalma bir at arabası çıkıverecekmiş gibi hissediyoruz. Kent, ahşap ve bez oyuncak üretiminde önemli bir merkez. Almanya’ nın tek Kriminal Müze’si burada yer alıyor. Kafeslerde aç bırakılan büyücülerin ölüme terk edilişlerinin ürpertici izleri de bu müzede…
Cezbedici güzellikteki oyuncak dükkânları, kukla ve oyuncak müzesi, Christmas Müzesi, Noel müzikleri eşliğinde Hristiyanların Noel’e verdikleri önemi yılın her günü sergiledikleri örneklerden. Sıcak bir Ağustos gününde bu havayı solumak da turistlerin yaşadıkları ilginç deneyimler arasında yerini alıyor.
Turumuzun sekizinci ve son gününde yerini alan Heidelberg, güzel bir kapanış noktası oluyor. Uzun bir yaya alışveriş yolu, zevkle gezmeniz için size öncülük ediyor. Burası yine Erasmus öğrencileri için tercih edilen bir şehir. Almanya’ nın ilk üniversitesi 14.yy’ da burada kurulmuş. Heidelberg’ de kendini gösteren Nekar nehri daha sonra Ren nehriyle birleşiyor. Aslında Romantik Yol rotası içinde yer almayan bu özel şehre bu konuda haksızlık yapıldığını düşünüyoruz. ‘’Yaban mersini’’ anlamına gelen kenti, adı gibi şirin ve lezzetli buluyoruz. Bu güzel geziyi gözlerimizde Heidelberg izleriyle sonlandırmak bize iyi geliyor.
Rotamız boyunca öylesine rüya gibi yerler görüyoruz ki masal şatolarının koridorlarında dolaşmak, kırmızı damlı rengârenk evlerin daracık sokaklarında kaybolmak, esrarlı çeşmelere avucumuzu dayayıp doyasıya su içmek, Heidi’ nin koşturduğu Alpler’ in yeşil yamaçlarını seyretmek, sarayların cennet bahçelerinde ağaçların koyu yeşil gölgelerine saklanarak aşk yaşayan çiçekleri izlemek kendimizi bir kez daha evrenle bütünleşmiş hissettiriyor. Yeni doğmuş bir bebek misali tazeleniyoruz. Ve kendimizi bu geziyi yapmış olarak saymıyoruz; aynı yerleri sil baştan bir kez daha gezebilmeyi çok istiyoruz.