Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '09

 
Kategori
Öykü
 

Rüzgar alır götürür.....

Rüzgar alır götürür.....
 

Dışarıda deli gibi bir rüzgar esiyordu. O kadar şiddetliydi ki ağaçlar sanki yerinden fırlayacakmış gibi sallanıyordu. Hiç bilmediği, tanımadığı bu yerde tek başına rüzgarın sesini dinliyor camdan dışarı bakıyordu. Odanın içinde ise Yasmin Levy’nin şarkısı çalıyordu Gracias a la vida….. Teşekkürler hayat verdiğin her şey için. Şarkının sözlerindeki gibiydi şimdi. Ağaçların ötesinde çok uzakta olmayan kabarmış, simsiyah ve köpük köpük denizi seyrediyordu. Uzaklarda adalar zar zor seçiliyordu. Denizi, denizi seyretmeyi çok severdi ama boş denizi değil, şöyle karşı kıyılar görünmeli ya da irili ufaklı adalar olmalıydı, öyle seviyordu. Günlerdir fırtına vardı ve günlerdir buradaydı. Ruhundaki fırtına sanki yeryüzüne çıkmış dolanıyor o da pencereden onu seyrediyordu. Acaba fırtına dinince o da yatışır mıydı? Bilmiyordu…

Her şeyi geride bırakıp gelmişti buraya bir süre için. Uzaklaşmak istemişti, herkesten her şeyden en azından bir süreliğine. Sıkılmıştı, yorulmuştu, usanmıştı, hiç bir şey yapmak istemiyordu canı. Ruh hali de değişmişti coşkulu, eğlenceliyken bir anda sinirli olabiliyordu. Çevresindekileri de kırmaya başlamıştı. Mutluymuş gibi davranmaktan yorulmuştu. En iyisi uzaklaşmaktı. Bir yandan da aslında insan en çok kendi kendini hırpalarmış ya, o da son zamanlarda çok fazla yapmıştı bunu. Ve en çok da belki kendinden sıkılmıştı. Kendinden kaçamayacağından o da bulunduğu ortamdan uzaklaşmıştı. Belki demişti kendi kendine.. Hani belki “bambaşka bir yerde, uzaklarda ve tek başıma kalırsam, boşaltırım içimdekileri, rahatlarım, unuturum… Evet evet en iyisi unutmak”…belki işte. Söylerken bile inanmıyordu bunun gerçekleşeceğine ama neyse işte çıkıp gelmişti.

Güzel kadındı ama öyle biblo gibi vitrin güzellerinden, sahte, kaşıyla gözüyle burnuyla oynanmış boş güzellerden değildi. Başka bir güzelliği vardı başka bir şeyler vardı onda, kusurları da vardı ama güzeldi işte. O da zaten pürüzsüz güzellikleri değil uyumsuzluğun uyumunu severdi, öyle. Mesela birisinin yüzünün bir yerinde çocukluk günlerinden kalma bir yara izi çok çekici gelirdi. Doğal bir güzeldi yani, biraz haşin biraz utangaç yolda yürürken onu gören bir daha bakmaktan kendini alamazdı. Fazla kalın olmayan ama biçimli dudakları, dalgalı uzun ve dağınık kahverengi saçları vardı. Gözleri de kahverengiydi ama o “güneşte saçlarım kızıl, gözlerimde yeşil oluyor” der arkasından da meşhur kahkahasını atıverirdi. Cıvıl cıvıl, canlı, komik bir kadındı. Kendine özgü kıyafetleri vardı, nereden bulur buluşturur antika, eski kolyeleri, küpeleri, bilezikleri takıp takıştırırdı. Kısacık bir ismi vardı ama her tanıdığı ona başka isimle seslenirdi. İlk defa görenler onu suratsız, soğuk, mesafeli ve buzlar kraliçesi zannederdi ama yakından tanıyınca çok severler bırakmak istemezlerdi. Biraz huysuz, biraz tırıldak olsa da tatlı kadındı. Bin türlü derdi olsa da söylemez ama karşısındakinin anlattıklarını kendi derdiymiş gibi dinler, yaralarını hangi sözcükler, cümleler dindirir onu bulmaya çalışırdı.

O ise kendinde en çok orada burada bir sürü yerinde kum taneleri gibi dağılmış, küçük benlerini ve hayallerini severdi. Ama en anlamlı yeri gözleriydi. Öyle biçiminden falan ziyade bakışı, ifadesi hepsinden öteydi. Derinlerden bakar en kahkahalı anlarında bile köşelerdeki hüzün kendini belli ederdi. Herkes anlayamazdı tabi bunu. Oraya ilk geldiği gün pansiyonun sahibi kadınla göz göze geldiklerinde anlamışlar ve daha ilk anda henüz konuşmadan sevmişlerdi birbirlerini. Kimbilir hangi fırtınalardan geçip gelmişti o da buralara. Aynı hüzün vardı ikisinin de gözlerinde. Oysa bazen kadının en büyük düşmanının yine kadın olacağını daha yakın zamanda yaşamıştı. Küçük, çıkarcı hesaplarına, oyunlarına görüntüsü gibi sahte ve yapmacık sözlerine aldanmış ve sevdiği adama ağzına geleni söylemişti. Sonradan anlamıştı bunun kahpece (biraz eski Türk fimleri repliğivari ve benim hiç kullanmayacağım kelime ama en uygun en yakışan kelime bu..yapacak bir şey yok) yapılmış bir oyun olduğunu. Ama o herkesi kendi gibi zannediyordu ki. İçten neyse o olan, dolambaçlı yollara sapmayan biraz şaşkın biraz da saftirik. Bu saflığı yüzünden küçük bir o…..nun sinsi tuzağına düşmüştü. Kızgın olduğunda inceliği zarifliği bir kenara bırakıp bütün tumturaklı tumturaksız lafları edebilme kabiliyetine sahipti. Gerçi böyle yaparak o da küçük o….yla aynı şekilde davranıyormuş gibi gereksiz hassasiyetlikteki cümleler beyninden geçse de onları hemen geri gönderiyordu. Çünkü kadınlığında bir duruşu ve asaleti olmalıydı ona göre. Ama bu küçük kadın zarafetle değil olanca çirkinliğiyle bir yılan gibi sinsice süzülüp gizli planlarını küçük, aşık, masum bir kuzucuk edasında ortaya döküvermişti. Ve o da bu hamleyi yemiş, olmayacak şeyler yapmıştı, dedik ya saftı işte. Ve şimdi öyle üzgün öyle üzgündü ki. Hayatın yükü zaten yeterince ağırken bir de bu eklenmişti üstüne. Taşıyamıyordu artık taşıyordu. İşte taşıyamadıklarını geldiği bu yere bırakıp içinde hiçbir şeysiz dönmek istiyordu, son zamanlarda yaşanan kötü anlar olmamış gibi.

Pansiyonun bahçesinde küçük bir yavru kedi vardı. Kaza geçirmiş ön ayaklarından biri yoktu. Ama o tek bacağının olmadığının farkında değilmiş gibi her yere hopluyor zıplıyordu. Öyle sevmişti ki bu yavru kediyi bahçeye indiğinde kucağından indirmiyordu. Kedicik de onu görünce koşa koşa kucağına atlıyordu. Alışmışlardı birbirlerine. O da kendini böyle kolsuz bacaksız yelkensiz küreksiz kaybettiklerini yakalamaya çalışıyormuş gibi hissediyordu.

Yaşadıklarının dökümünü yaparken kendi kendine bir yandan da gök gürültüleri ve şimşeklerle yağmuru bekliyordu. Ama fırtına dinmek bilmiyordu. Öyle çok ağlamıştı ki artık ağlayamıyordu… Hem insanın ağlaması için illaki gözünden yaş mı akması gerekirdi. O gözlerinde yaş olmadan da ağlıyordu. Pırıltılı kadın gitmiş yerine bir hüzün prensesi gelmişti.

İşte uzaklarda şimşek mi çaktı ne camın üzerine de birkaç damla düştü sanki derken birden odanın kapısı iki kere üst üste çaldı. Kimseyi beklemiyordu, zaten kimse de burada olduğunu bilmiyordu. Pansiyonun sahibi kadındır diye düşündü saniyelik zaman zarfında. Ama niye kalbi böyle gümbür gümbür atıyordu, kapıya doğru yöneldi, kısacık mesafede giderken sanki yüzlerce yıl geçmiş gibi geldi. Kapının kolunu çevirdi, açtı ve öylece kalakaldı…………..

Tam o sırada Zuhal Olcay’ın şarkısı yükseliyordu….

………………………

Yana yana kül olsam her an
Yine de senden ayrılamam
Yoluna adadım ömrümü ben
Sensiz olamam
Yana yana kül olsam her an
Yine de senden ayrılamam
Bin yıl yaşasam yine sana doyamam

 
Toplam blog
: 78
: 874
Kayıt tarihi
: 03.10.08
 
 

Yaş olarak 35 dolaylarında, bir arkeoloğum. Çoğu zaman eksileri artılarından fazla da olsa mesleğ..