- Kategori
- Çevre Bilinci
Şehirlerimizin Kaybedilen Ruhu.
İnsanoğlu yerleşik düzene geçtiğinden beri şehirleri inşa etmiş, şehirler de insanları..
Bu ilişki içinde kişiliği gelişirken yaşadığı şehirle de etkileşim içinde olmuş.
Bu nedenle yaşanılan mekânlar, insanın kişiliğinin oluşmasında da önem taşır.
Yaşanılan mekân içinde bireyin kimliğini oluşturan kavramlar da onunla birlikte yaşar ve gelişir.
O mekan içinde insanlar birbirleriyle etkileşim içinde olur, birbirleriyle kaynaşır, birbirleriyle anlaşır, birbirlerine aşık olur.
Bu yüzdendir şarkıların türkülerin duygu yüklü olması..
Bu yüzdendir, şairin İstanbul’u dinlemesi.. hem de gözleri kapalı..
Bu yüzdendir yükseklere çıkıp da ”sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” demesi.
Bu nedenledir ulusal kimliğin yarattığı kültürün ortak anlamının “şehir” olması,,
Bu yüzdendir “Biz İstanbul çocuğuyuz” diye böbürlenmeyle karışık hava atması.
Bu yüzdendir “bize Harputlu derler… biz güzeli severiz” demesi.
Gerçekte güzeli sevme, güzelliğe âşık olma, o’na yaşadığı şehrin verdiği kendine özgü mirasıdır.
Kültürel ortamın oluştuğu, estetik ve sanatın grup dinamiği yarattığı zarif mekanlardır şehirler.
Bu yüzden denir falanca kişiyi tanımlarken “haza İstanbul beyefendisi” diye.
Beyefendilik kişisel erdemdir, ama bu erdemin kazanıldığı mekân da yaşanılan ortamlardır.
Ve kişiler yetiştikleri ortamlarla gurur duyarlar, onları tanımlamak için Üsküdarlı derler, Beykozlu derler.. ya da Kasımpaşalı…
Bu nedenledir “şehirlerin kimliği ile oynandığında o kentte yaşayanlarda da kişilik bozukluğu oluşması”.
Bu nedenledir çarpık kentleşmenin ürünü olan insan ilişkilerinin de çarpık olması..
Şüphesiz genetik kodlarımızı ebeveynlerimizden alırız ama bu kodların işlenip geliştirildiği, gizil güçlerimizin, yeteneklerimizin işlenip ortaya çıkarıldığı mekanlar da yaşanılan şehrin kültürel ortamlarıdır..
Malum “insan ancak eğitimle insan olurmuş”…
Eğitim mi?
Biraz görerek, biraz örnek alarak, biraz rehberlik edilerek ve biraz da yaşayarak kazanılan yeterliklerin tümü….
Bu yüzdendir şairlerin, ressamların, sanatçıların, filozofların daha çok şehirlerin kültürel ortamlarında yetişmeleri, gelişmeleri…
Kim bilir, müziğin sanat sayılmadığı ortamda doğdu diye kaç tane Mozart katledildi.
Kim bilir, sırf heykellerin sokakları süslemediği ortamlarda dünyaya geldiği için kaç tane Mikelanjelo çobanlığa terk edildi.
Kim bilir, sırf ressamlığın para etmediği ortamda doğdu diye kaç tane Rambrant’ın amelelik yaparken parmakları köreldi…
Kim bilir spor sahalarının yapılmadığı ortamlarda büyüme kaderini paylaştığı için kaç tane Lefter’ler, Metin’ler ekmek parası için top yerine davar sürüsünü tekmelemekle ömrünü geçirmek zorunda bırakıldı…
İnsan, içinde olanı dışına ve çevresine yansıtırmış.
Bu yüzdendir “insanın, şehri inşa ederken, aslında taşın toprağın arasında kendi kültür dünyasını inşa etmesi”…
İlginç olan “sonradan görmeliğin verdiği açlık ve iştah ile saldıran” rantiyeciler ve onların yemlediği görevlilerin saldırgan arsızlıkları sonucu şehir alanlarının hilkat garibesi binalarla doldurulması sonucu yeşil alanlar ve spor alanlarına yer verilmediği halde uluslar arası karşılaşmalara katılmamız.
Hangi yüzle buna cesaret ettiğimiz ise her türlü hayal gücünün dışındadır.
Doğal olarak sonuç; eziklikten kurtulmak için Kenya’dan, Zimbabve’den renkli adamlar getirerek Türk forması giydirip yarıştırma onursuzluğu..
Tabi biz oynamayı, koşmayı bilmiyoruz ya…
Ya da bunları geliştirecek ortamlardan uzak bırakıldığımız için dumura uğradığımız gerçeği.
Beyler onların üstüne giydirdiğiniz forma Türk kimliğinin simgesidir…
Hiç elin üzerine forma giydirmekle, senin ulusal kimliğin temsil edilmiş olur mu?.
Avrupa karşılaşmalarında takımlarımız, sanki Zulu kabilesinin kulübüymüş gibi görünüyor…
Ara ki içlerinde Türk bulasın…
Maçlarda gol atanlar hep onlar.
Bizimkiler sanki doğuştan özürlü ya...
Ama Avrupa'nın geliştirici ortamlarında yetişen Türklerin de harikalar yarattığı ortada.
Aslında şehir alanlarında rantiyeci yapsatçıların ve maşaları görevlilerin gasp ettikleri oyun alanlarının bedelini, gelsin bizde top oynasın, ya da koşulara katılsın diye yabancılara misliyle ödüyoruz.
Sporcular gökten yağmadığı gibi doğada da kendiliğinden yetişmiyor.
Spor sahaları yapacaksın ki çocuklar oyun oynasın, bedenini, sağlığını, kendinde olan yetenekleri geliştirsin ve sporcu olsun.
Birlikte oynayarak çocukluğunu yaşasın, sosyalleşsin, birbiriyle kaynaşıp arkadaş olsun..
Ve bunu ileriki yaşamında da sürdürsün.
Böylece laptoplara, pad’lere kilitlenip yalnızlaşmasın, çağdaşlarını yabancı gibi görmesin ve internet dünyasının sanal ortamlarında kaybolmasın…
Bunlar sadece şehir planlamasıyla, şehrin genel mimari yerleşimiyle ilgili..
Bir de işin mimari yapı estetiği ve yerleşim alanı içindeki yapıların mimari uyum sorunu var….
Kalabalıklar içerisinde yalnızlaştıran da, yalnızlığı mekanlarla kalabalıklaştıran da mimarlığın ta kendisidir
Cumhuriyetin tüm kazanımlarını yıprattığımız gibi mimarlık atılımlarını da kısa zamanda yok etme becerisini de göstermiş bulunuyoruz…
Şimdi büyük şehirlerimizde mimari yapı kimliğimizin simgesi olan o ilk günkü ruhu yansıtan binalardan başka gösterebilecek hiçbir örneğimiz yok…
Ancak rantiyeciliğin dikey yapılanma iştahı öyle saldırganlaşmış ki, sadece atalarımızdan miras kalan yapıları perdelemekle kalmıyor aynı zamanda içine ıkına sıkına sığdırılan çok katlı kalabalığı da şehrin daracık tek katlı yollarına boca ediyor…
Mimari, şehir plancılığı bir sanattır.
Sanatçı, daha iyi bir dünya yaratmanın sorumluluğu ile geleceğin şekillendirilmesi için çaba gösterilmesi gerektiğinin bilincindedir.
Ancaaak, çok katlıların iyi para getirmesi karşısında ne sanat kalıyor ne de sanatçı….
Acı gerçek ise; mimaride formun işlevin değil paranın peşinden gittiği gerçeği ile yaşamak zorunda olmamız
Ve şehirlerimizin, ormana baltayla dalan oduncu misali, kırsal ortamda doğmuş gökdelen yapsatçılarından geçilmemesi.
Bu sonradan görmelerin olayı;
“Yapçaz satçaz yapçaz satçaz hooop köşeyi döncez”,
Yandaşları görevlilerin olayı da;
“Yapçak satçak, yapçak satçak hooop beni de görcek”e dönüşüyor.
Ehhh hal böyle olunca da ne şehrin ne de mimarinin bize özgü, bizim değerlerimizi, bizim kültürümüzü yansıtan hali kalmıyor..
Şehir kimliği, şehrin mimari ruhu mu?… güldürmeyin beni..
Böylesi dejenerasyonun kimliği mi olur… olsa olsa p…liği olur..
Ve ister istemez söylenmeğe başlıyorum;
“Bir yalnızlık inşa ediyorum ki sorma,
Mimar Sinan bile çırak kalıyor yanımda!”