Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ocak '15

 
Kategori
Öykü
 

Şerefine

Şerefine
 

Aşk Gelince...


Ankara'nın çevresini kaç sefer dolaştım bilmiyorum. Gün akşam oluyordu. Bir türlü

Strazburg Caddesini bulamamıştım. Hiç bana kocaman bir şehirde araba verilir miydi?

Normal büyüklükte bir şehirde bile araba kullanmayı becerememiştim ki burada kullanayım? Ama ne çare, Başkan anahtarları uzatıp "Arabayla git!" dediğinde hayır diyemezdim.

Arkadaşların içinde alay konusu olmaktan korktuğum için mi, Emre'yi de Edebiyat Fakülte'sinden alıp beraberce gün boyu Ankara'yı gezmek için mi bilmiyorum, peconun

Ankara'yı iyi bilen direksuyonuna oturduğumda bir tuhaf olmuştum. Çoktandır görmediğim Emre'yle hasret giderecek, derslerini de öğrenecektim. Derslerinin iyi olduğunu tahmin ediyorum. Ama mesele o değildi, Emre'yi hasretle kucaklamak,alın teriyle, ekmeği aslanın  en azgın dişlerinin arasından alarak, üniversiteli bir evlat yetiştirmiş olmanın onurunu canlı canlı yaşamaktı.  

 

 

Emre, koltuğumda  babamdan kalma yılan derisinden yapılmış, iki kitap eninde, bir kitap kalınlığındaki evrak çantasını görünce "Dedemin çantasını hiç bırakmıyorsun baba!" deyivermişti. O'nun da bu çantada gözü vardı biliyorum. İstediğinde vermemiştim.

Çünkü senet sepet saklardık. Dedesinden, yani babamdan kalan birkaç  değerli eşyadan biriydi. Sürekli masamda bulundururdum. Eskiden böyle seyahatler olmadığı için  çoğu kez masamda tozlanırdı. Maden-İş sendikasının Anadolu'nun uzak bir ilçesindeki şubesinin teşkilat sekreteri olduktan sonra gittiğim yerlere götürüyordum. Çantanın yüzünde  rakseden bir hasretin büyüsüne mi kapılmıştım, yoksa babam bu çantayı koltuğumda görür de çıkar gelir diye mi ümit ediyordum bilmiyorum. Nasıl ki maden işçisinin yediği ekmekte, içtiği suda, soluduğu havada acı vardı, gaz vardı, toz vardı; ak ekmeğin kızarmış yüzünde acılar dansediyordu kısacası, bu çantanın yüzünde de bir hasret dansediyordu. Öylesine bir hasret  ki, gidenin gittiği yere ne mektup, ne bir kara tren, ne bir uçak, ne bir araç uğruyordu; dirisinden haber gelmediği gibi ölüsünden de haber yoktu. Bizi neden terk etmişti? Ölüsünden haber gelmediğine göre hayattaydı ve bizi neden terk etmişti? Bir anlam veremiyordum. İçimde kin mi sevgi mi bilinmeyen duyguların arasında sürekli bir işkencenin içindeydim. Babamı bulsam, ya da ansızın çıkıp gelse ona kinle bakıp boğazına pençelerimi salmak için üzerine mi atılacaktım, yoksa bunca zamandır nerdeydin baba diyerek boynuna mı sarılacaktım? Çanta bütün özlem dolu sihriyle her ağa vardiyasına, paşa vardiyasına, ya da her  serseri vardiyasına.. yani herhangi bir vardiyaya hazırlanırken masamda gülümserdi.

 

Bu gülümsemelerde babamın  bir ciple Karapınar'ın yanındaki sokaktan geçerken görürdüm. Cip dururdu. Koşardım. "Babam gelmiiiiş! Babam gelmiiiiiş!" diye nağralar atarak, önlüğü, okul çantasını göklere savura savura koşardım. Cipin naylon  kapısı açılır, babam kollarını uzatırdı. Kollarına alır kucağına çekerdi. Beni görünce kenara koyduğu telofunkent radyoyu alır elime verirdi. Evimizin kocaman avlusunun girişindeki kocakapıya vardığımızda ben cipten sevinçle atlar, avluyu bir solukta geçer, bir solukta merdiveni çıkardım. "Babam gelmiş!" nağraları bütün evi kucaklarken, babamın Almanya kokulu çantaları valizleri, urbaları telefunkent'den çıkan bir orta Anadolu türküsünün nağmelerine, bağlamasının tınılarına karışır, Almanya kokusu, Anadolu kokusuyla tanışırdı!

 

Sonra? Sonrası karanlık. Sonrasında bir hüzünlü, derin ayrılık ve sonsuz bir bekleyiş...

 

Bu gün arkadaşlarla İçkale Oteli'nde bir büyük Başkan'ın şölenine katılacaktık. Ben hâlâ Emre'den ayrılalı beri Ankara'nın çevre yolunda bilmem kaçıncı turu tamamlıyordum. Emre'yle birlikteyken aramıştım ama eşimi aramak, Cemre'nin sesini duymak istedim. Emreyle birlikte aradığımızda o uyuyormuş, uyarmak istememiştik. Dört yaşlarında mini minnacık bir kızdı, benim kızımdı. Gülün üzerindeki kırağı kadar narin ve güzeldi. İki delikanlıdan sonra üçüncü cemre gibi hayatımıza girivermişti.

 

 Telefonu annesi açtı. Yanına koşmuş hemen ve eline uzanmış. İlkin  Cemre alo dedi. Bir de hemen ilave etti, "Babaaa, ne zaman geleceksin?" "Daha dün geldim ya kızım!" dedim."Ne alayım sana?" "Bebek al ağlayan bebek!" diye bağırdı. "Tamam Cemre'm!" dedim. Kapattım. Çünkü hala Ankara'nın çevre yollarında Sıhhıye yazan levhanın peşinden koşuyordum.

 

İçimde, halk arasında  seçilmiş bir insan olmanın  garip hazzı ve gururu vardı ama, şu sendikacılık hiç de bana göre bir şey değildi. İşte, Ankara'nın adını sanını bilmediğim caddelerinde beyhude dolanıyordum. Cemre'nin sesiyle moral bulmuştum, hasretim bir kat daha artmıştı. Zaten onun yanındayken bile hep hasretle dolu dolu olurdum. Hele işe gidiş saatlerinde, vardiya başlarında bir garip hal alırdım. Gidip de dönemeyeceğim hissi beni benden alıp giderdi. İş dönüşlerinde çocuklar gibi şen olurdum. Madende hemen hemen herkes mi böyleydi?  Hepsini bilmiyorum, ben böyleydim. Durup dururken şu sendikacılık da nerden çıkmıştı?

 

Aslında iyi de olmuştu. Sendikacıların kimine gıpta ile, kimine kinle bakardık. Çoğu iş yerinde iyi bir makama mevkiye sahip olma hevesinde olurdu. Ben hiç de öyle bir şey özlememiştim. Zaman zaman şiir yazmak, maden işçisinin çilesini dile getirmek arzusu kaplardı. Birkaç sefer yazmıştım. Hatta, Kozlu maden ocağında göçükte diri diri  kalan, mezarları maden ocağı olan işçiler için yazdığım Madenci Dergisi'nde yayımlanmıştı. Hatta bir keresinde Ankara'da yayımlanan haftalık bir dergiye sayfalar dolusu maden işçiliği ve çalıştığımız yerle ilgili bir yazı göndermiştim. Yayımlanmış ve gazete benden önce işletmenin müdürlerine gitmişti. Benden önce onlar okumuşlar, beni nereye koyacaklarını bilememişlerdi. Yani, atalım mı, satalım mı, disipline mi verelim, ihtar mı çekelim diye düşünmüşler, bir karara varamamışlardı. Bunları benden önceki Teşkilat Sekreterinden öğrenmiştim sonraları. O yazıda, ocağın felaketlere gebe olduğunu, işverenin  gerektiğince tahkimata önem vermediğini, maden işçilerinin bu bölgede kan ağladığını yazmıştım. Bu arada bir çok arkadaş da bana gıptayla bakar olmuştu. Bazı konularda ben de ahkam keser olmuştum. Ama kendimi biliyordum ve fazla ileri gitmek istemiyordum. Acaba seçilmeme etkisi ne derece olmuştu?

 

Hiç şüphesiz ki bir madencinin cebime bir paşa vardiyası sonunda koyduğu bir deste yeraltı maaşıydı.

 

O gece yine iş dönüşü televizyonda sinema izlemiş, yurdumun  bir köşesinde kuşlar uyanırken ben yeni yatağa girmiştim. Öğleye kadar uyumuşum. Biz bu akşamüstü vardiyasına paşa vardiyası diyorduk. Saat 16 da işe girip, 24'te işten çıkıyorduk. Sabah iş olmadığı için dolayısıyla paşa paşa öğleye kadar uyuyorduk. Bu yüzden bu vardiyaya paşa vardiyası ismi konmuştu. Yine yeraltında ıslak direkler kucaklaya kucaklaya, çamurlu sulara bata bata, tozu gazı yuta yuta tanınmaz halde yerüstüne çıktığımda saat 23.30'u gösteriyordu. Yeraltına inmek, pamuk ipliğinde karanlık dehlizlere süzülmek her  babayiğidin harcı değildi. Daha ben sendikacılığa adım atmadan, işe yeni girdiğim yıllarda bir maden işçisi kuyuya uçmuştu. Anlatılması güç bir hadiseydi. Kuyuda kanlı parmak izleri vardı. her kafesbaşına vardığımızda içim titrerdi. Ürperirdim. Nerden girmiştim şu madene diye hayıflanır, kendi kendime kızardım. Ama çare var mıydı? Rızkımız buradan gösterilmişti.Başka hiç bir yerde  iş bulamamıştım. Elimde bir tutamak yoktu ki. Okumamış, ya da okuyamamıştım. Benim de bir babam olsa okuyabilirdim belki. Belki değil mutlaka okurdum Çünkü, liseyi yarıda terketmiştim. Maddi imkanımız yoktu. Anneme ve kardeşime bakmam gerekiyordu. En azından aç açık kalmamaları lazımdı. Orda burda amelecilik yaparak karnımızı doyururken askerliğim de gelip çatmış, yarım bıraktığım liseye dönememiştim. Şimdi olsa ne yapardım? Mutlaka  okula devam etmeyi zorlardım. İlkokul öğretmenim sık sık bizi, bilhassa haylaz haylaz okuldan kaçan, devamsızlık yapanları "Gece koyun güttüm, gündüz okula gittim, zamanın değerini bilin!Ya bu deveyi güdeceksiniz ya bu diyardan gideceksiniz..." diye azarlardı. Bizim koyunumuz yoktu ki. Kader bana bu ocağı göstermişti. Her ne kadar yeraltına atılan her adımın ecele bir adım daha yaklaşmanın soğukluğunu taşıyorsa da bu deveyi gütmem gerekiyordu. Ezile büzüle, ıslak direkleri ekmek kucaklar gibi kucaklaya kucaklaya devam ediyordum. O gün bir arkadaşla  öyle anlar yaşamıştık ki, dolguya toprak atarken Hüsnü Emmi yanımızdan koşarak geçmiş, onun o telaşından endişelenmiştik. "Yine bir kaza mı var?" diye birbirimize baktık. Havaya acılık ve küf kokusu; yanık kükürt buharı hakimdi. Biz birbirimize bakışlarımızla soru sorarken iki üç kişi daha koşarak geçti yanımızdan. Elimizdeki vagoneyi boşaltmıştık, sacın üzerinde birkaç kürek toprak kalmıştı. Alel acele kalan toprağı atıp az öncekilerin peşinden biz de koştuk. Evet, bir kaza vardı. Eberli'nin yedeği Bisseli Hüseyin yağlıkesme'lerin arasından gelen madenin içinde kalmıştı. Allah'tan yağlı kesmeler yerinde sağlam duruyor, maden de   kum gibi kayıyordu. İri parçalar gelse belki  geldiği yolu kapatırdı. Belki de şimdiyece Bisseli Hüseyin'i kaybederdik. Bisseli Hüseyin'in kanayan başı görünüyordu. Ve sağdı. Dileriz ki başına önemli bir darbe almamıştır. Mustafa Çavuş, kayan madenin önüne geçmiş, boşluğun altına kamaları sürüyor, madenin önünü kesmeye çalışıyordu. Olay yerinde beş-altı kişiydik. Kafesbaşı'ndan iki arkadaş kucaklarında kama dediğimiz tahtalarla geldiler. Bir kucak tahtayla daha boyundurukların üstünü gerdikten sonra, sırada Bisseli Hüseyin'i madenin içinden çıkarmak vardı.

 

Eberli, çukurdan maden alırken aynadaki bağ direklerinin tabandan kurtulup boyunduruğun düştüğünü, madenin bir anda geldiğini, iyi ki boyunduruğun ve direklerin üzerlerine gelmediğini, Bisseli Hüseyin'in önemli bir darbe almadığını, iyi ki Mustafa Çavuşun burada olduğunu anlatıyor, çamurlu elleri titrerken, toza bölenmiş yüzü halden hale bürünüyordu. Bu arada çukurdaki madenleri atmak Hüsnü Emmi'yle  bize düşmüştü. Ordaki arkadaşlar sağa sola koşuşturmaktan, sağı solu germekten yorulmuşlar, kan ter içinde kalmışlardı. Önce elimizle eşeledik. Bisseli Hüseyin'in yarı beline kadar madeni ayıkladık.Kollarını meydana çıkardık, şükür kolları sağlamdı. Parmaklarıyla göz kapaklarının üzerini, gözlerini ayıkladı. Biri bir yağlık uzattı bu arada, yüzünü sildi. Artık yukarıdan gelecek bir tehlike kalmamış gibiydi. Düşen maden parçalarının ağaçta çıkardıkları seslerden iri teseklerin, takozların yukarıdaki boşluktan  şiddetle gelerek  boyunduruklara tahta kamalara vurduğunu anlıyorduk. Tehlike hala büyüktü ve Mustafa Çavuş "Biraz daha acele edin!" diyordu. Artık çıkar diye şöyle bir yüklendik. Adam insanlıktan çıkmıştı. Aklı başında değildi. Peltek peltek konuşuyordu sorduğumuzda. Belinden kucaklayıp şöyle bir yokladığımda bir çığlık attı ki, sanırım  dizinin üzerinde duruyordu ve en azından bir ayağı kırıktı.

 

Sağ ayağı kırılmıştı. Başında da yarık yırtık vardı ama ucuz kurtulmuştu. O gece yemekhanede, dönüşte de tenteneli kamyonda bu olay konuşulmuş, kimi ocağın tekin olmadığından, tahkimat yapılmadığından, varsa yoksa üretim dendiğinden, üretim derdinden b u olayların meydana geldiğini söylemiş, çavuşunu beyini  müdürünü kadısını sendikasını  baştan sona şöyle bir anıp geçmiş; kimi de Eberli'nin beceriksizliğine, Bisseli Hüseyin'in uyuşukluğuna yormuştu. Bütün bu yorumların sonu gelmeden dönmüştük köye. Şükür sağ salim yuvama dönmenin mutluluğunu yaşıyordum. Çocuklar bu saatlerde çoktan uyumuş oluyorlardı. Ben işyerinde banyomu yapıp temizlendiğim için eve gelir gelmez hazır olan çaydan kendime bir bardak katıyor, divana uzanıp televizyonda her gece bu saatlerde çıkan sinema filmini izliyordum. Yine öyle olmuştu. Çocuklar babalarının geldiğinden haberi olmamıştı. Öyle ya yarın onlar okula gidecekler ben öğleye kadar uyuyacaktım. Çavuşların odasında birkaç bardak çay içtiğim için evde canım çekmedi. Güllü uyumamıştı. Çay içip içmeyeceğimi öğrenince tekrar döndü yatağına. Ben televizyonun karşısına uzandım. Göğsümün üstünde bir ağırlık vardı. Sigara. Ezilmesin diye  sağ elimi gömleğimin cebine attım. Sigara değilmiş. Bir takım kağıtlar gıcırdadı sanki. Pençeleyip cebimde ne varsa çıkardım. Az önce gıcırdayan para sesiydi. Cebimde bir yeraltı maaşı kadar para vardı. Ki, yeraltı maaşı o zaman hatırı sayılır bir güce sahipti.

 

"Hatun!" diye seslendim. Güllü,  yattığı yerden,"Hııı!" dedi. "Maaştan bende ne kadar para kalmıştı?" diye sordum.Güllü, uyur uyanık, "Sen maaştan eve para getirmedin ki!" dedi. Sahi ya. Maaş o ay ilçede bitmişti ve ben bu ayı nasıl geçireceğimi düşünüyordum. Yine veresi defterleri açılacaktı. Parayı tekrar tekrar saydım. Mümkün değil bu para benim olamazdı. Ama nerden gelmişti? Düşündüm, düşündüm... Ertesi gün  işyerinde yemekhane koğuşunda Necip Emmi'yle bir daha ve beraber düşündük. Tam onbeş gün hem düşündük, hem para kaybeden biri var mı diye gelen giden vardiyalara sordu Necip emmi.

 

Her vardiyayı işleri dolayısıyla gezmek zorunda kalan iki işçiymiş bunlar. İki samimi arkadaşınmış para. Birinin diğerine borcu varmış ve benim kazak ve gömlek onunkilere benziyormuş, aynı yerde iş elbiselerini giyiniyormuşuz, aynı yerde giyinip soyunuyormuşuz. Benim gömleğime onca parayı koyuvermiş. Koyduğu gibi arkadaşına "para cebinde!" dememiş. Günlerce o parayı verdim diye düşünmüş, diğeri bu ay da veremeyecek herhalde diye düşünmüş. Onlar böyle düşünedururken Necip emmi para kaybeden var mı diye sorunca hiç oralı olmamışlar. Taa neden sonra ya şu Necip Emminin derdi nedir bir çayını içelim demişler, içiş o içiş...  her ocağı ve her vardiyayı, dolayısıyla  binbeşyüz işçinin binbeşyüzüyle de tıpkı işveren gibi bir şekilde temas ettiklerinden bu olay bütün işçiye yayılmış ve ben birden meşhur olmuşum.

 

 

Birdenbire acı bir fren sesiyle bir maden alevlendi, Ankara'nın bütün yolları boynuma dolandı,ve bütün meşhurlar üstüme çullandı!Bir hayalet arabanın ön camından tampona doğru kaydı. Kayarken araba durmuştu ve benim bütün iliklerim donmuş, kanım damarlarımdan çekilmişti. Yanık bir lastik ve balata kokusu  mazot kokusuna karışarak burnuma hücum ederken korkunç bir akıbetin eşiğinden döndüm. Dörtlüleri yakıp el frenini çektim. Arabadan nasıl ındim de  öne doğru koştum bilmiyorum. Minik siyah bir köpek üstüme üstüme havlıyordu. Var gücüyle  havlıyordu. Bana bir aslanın kükremesini hatırlatmasına gerek yoktu. Zaten olabildiğince korkmuştum.Minik siyah köpek ipten kurtulsa mutlaka beni paramparça edecek, lime lime yiyecekti. Sürekli ipine yükleniyordu ve ip ön sağ tekerin altındaydı. Bir adım ötede de kot pantolonlu, gri bulicinli bir hanım sağ elinde köpeğin ipinin sarıldığı makara vardı, diğeriyle alnını tutuyordu. Saçları darmadağınık olmuş, doğrulmaya çalışırken bir adım atıp koluna girdim, doğrulup banketin betonuna oturdu. Ankara'nın keşmekeş trafiği de bir yandan solumuzda hızla ilerliyordu.Bir canavar düdüğüyle birlikte. Hemen yanımızda birkaç polis belirdi. Şükür ki önemli bir şey yoktu. Araba da en sağda ve yaya geçidinin tam üzerindeydi trafik ışığı  kırmızı yanıyordu. Ben bu hanıma çarptığımda inşallah kırmızı değildir diye içimden bildiğim bütün duaları ettim. Yüreğim göğsümü yırtarak çıkıp asfaltın gözüne şap diye düşüverecek gibiydi. Polisin biri çarptığım hanıma sordu:

 

"Hanımefendi bir şeyiniz var mı?"

 

Kadın şaşkın şaşkın baktı. Kahverengi gözlerinin akı büyümüş büyümüş küçülmüştü. Başını sağa sola salladı "Yok!" diye fısıldadı. "Yok bir şeyim. Teşekkür ederim!"

Diğer polis elinde evraklar,

"Söyler misiniz olay nasıl oldu?" dedi buz gibi bir sesle.

Ben, "Ben!... Ben!.." diye kekeledim.

 

"Bilmiyorum!"

 

Köpek hâlâ  havlıyordu. Kadın, bir köpeğe, bir tekerin altındaki ipe baktı.Yerinden kalktı.

 

"Memur bey afedersiniz.." derken  köpeğe döndü, "Sus Minik!"

 

"Bir şeyiniz var mı?"  diye sordum "Hastaneye gidelim hemen!"

 

"Dur!" dedi polis. "Tutanak tutacağız!"

 

"Siz tutun tutanağınızı, ya önemli bir şey varsa, başını çarpmışsa.. Tutanak mı bekleyeceğiz?"

 

Polisi kızdırmıştım.

 

"Hem suçlusun   hem  de bağırıyorsun! "" dedi.

 

Ben şoktaydım, "iyi ki önemli bir şeyi yok, ben ne yapardım" diye düşünüyordum.

 

Kadın,şoktan sıyrılmış gibiydi.

 

"Memur bey.. durun.. ne tutanağı?"

 

Polis,

 

"Kaza tutanağı! Sonra da hastaneye gitmeniz gerekir!"

 

Ben, hâlâ titriyordum.

 

"Evet, evet!" dedim. "Yazın çabuk imzalayayım, vakit geçirmeden gidelim!"

 

Polis ismimi sordu,ruhsat-ehliyet dedi.

 

"İsmet!..." dedim.

 

Kadın,

 

"İncilây!..." dedi.

 

"İncilay!" diye içimden tekrarladım. "İncilây!" "İnci!.. Lây!... İnci!..." Derin okyanusların dibinden seçilip toplanıp, yontulup torbalanıp geldi sanki! İnci, gönlümdeki en derin denizlerden gelen  sesten  öte bir şeydi. Dağların ardında dağlar, yolların ardında yollar çöktü, ateşe küle havaya suya karışıp giden yıllar, havada suda, ateşte külde savruldu.

"İnci!..."

 

Derken  polis hâlâ soruyordu,

 

"Kaza nasıl oldu?"

 

"Bilmiyorum!"

 

Kadına döndü. İncilây'a...

 

İncilây saçını başını düzeltmiş, dizlerini toz varmış gibi silkeliyordu. Bana döndü,

 

"Şu arabayı biraz çeker misiniz? İp tekerin altında!"

 

"Ha!.. Evet!" dedim. İncilây polise döndü;

 

"Bakın memur bey, hiçbir şeyim yok! Arabanın da bir şeyi yoksa? Bırakın tutanağı!"

 

Şaşırdım.

 

"Emin misiniz?"

 

"Eminim elbette! Araba bana değil, biz arabaya çarptık! Minikle birlikte. Kırmızı ışık yanmasına rağmen hızla yürüyorduk. Minik durmadı. Onu durdurayım derken.. evet evet, onu durdurayım derken ben arabaya çarptım. Beyefendi iyi şoförmüş ki, bir şey olmadı. Geçiş üstünlüğü araçtaydı!"

 

Kenarda bizi seyreden, olayın nasıl olup bittiğini gören üç-dört meraklıdan biri doğruladı İncilây'ı..

 

"Evet.. evet aynen öyle oldu!"

 

Bu arada polis İncilây'ın söylediklerini yazmıştı. İmza için tutanağı uzattı.

 

"Peki, geçmiş olsun!"

 

Polisler gidince gözgöze geliverdik. Arabayı az geriye aldım. Hâlâ çalışıyor ve dörtlüler yanıyordu. Miniğin ipi kurtulunca  el frenini çekip indim. İncilây'a, sanki Ankara'nın yollarını biliyormuşum gibi,

"Buyrun, sizi önce hastaneye, sonra da gideceğiniz yere bırakayım!"

 

Tamamen olmasa da kısmen şoktan çıkmıştık ikimiz de.

 

"Hiç gerek yok!" dedi İncilây "İyiyim dedim ya!"

 

Böyle derken öylesine sıcak bakmıştı ki, ya da bana öyle geldi, uçsuz bucaksız kahverengi bir bulutun peşinden yıldızlar yağıyordu. Yok, yok, inciler yağıyordu. Sanki ben bu gözleri bir yerden tanıyor gibiydim. Sanki bu gözler olur olmaz yağmur bulutları yüklenir gelirdi. Kirpiklerinin önünden ırmaklar akmış gibi ıslak dururdu hep. Sanki, her bakışında kırkikindi yağmurlarında ıslanırdım. İşte, yine bir kahverengi ormanındaydım, gök çatlarcasına gürleyip üzerimize çöküyordu, ya da İncilây, gözünde şimşekler çaka çaka bakıyordu. Öyle hissettim. Minik de gerilmiş bir yayda bırakılmayı bekleyen gök temrenli bir ok gibi bana bakıyordu. Fırlayıp kalbimi delip geçecekti ama, kiriş ıslanmıştı. Denizler inci kaynıyordu... Ve gönlümdeki en derin denizlerden inciler geliyordu, dağ dağ, tepe tepe geliyor, gözlerimin önünde bir meydanda, falez yüzlü bir denizin üstünde çuvallanıyordu.

 

İncilây'ın da içinde yanardağlar patlıyor, kıyametler kopuyor muydu? Kopuyorsa neden kopsundu? Beni, birine benzetmiş gibi baktığını hissettim.

 

"O zaman, gideceğiniz yere bırakayım sizi! Ben  Ankara'nın yollarına yabancıyım. Hem, suç benim. Yolu tarif edersiniz!"

 

"Ben de yabancıyım!" dedi İncilây! "Ancak size yolu tarif edemem. Size bir çay ikram etmek isterim."

 

Şaşırmadım sayılmaz. Bu arada aracın plakasına bakıyordu.

 

"Sizinle aynı  geni taşımasak da aynı havayı soluyor  olabiliriz! Ben de sizin oralara yakın bir yerdeyim!"

 

Belli ki cana yakın bir Akdeniz insanının genlerini, o, soylu kanını taşıyordu.

 

Ne güzel ismi vardı. Okunuşu, söylenişi, duyuluşu insanın içini ışıtıyor, ısıtıyordu. Ve benim önümden inci dolu denizler geçiyordu.

 

Üçkale Oteli'nde beni arkadaşlarımın beklediğini unutuverdim.

 

"Peki!" dedim. "Ama  daha sonra siz yine de bildiğiniz kadar yolu tarif ederseniz iyi olacak, yoksa gece tamamen yolu kaybederim, yiterim ya da! Strazburg Caddesine gitmem lazım!"

 

"Ne tesadüf! Yakın işte! " dedi. "Ben de size çayı o caddenin yakınında bir yerde ikram ederim!"

 

***

 

Üçkale Oteli'nin yedinci katında asansörden indim. Karşımda kırkbeş numaralı bir kapı. Kırk yaşımdaydım ve güzel bir öğretmenin  elleri yüreğime dokunmuş, gözleri kahverengi bulutlarla gönlüme dolmuştu. İçeriye bir hayalet gibi girdim.  Uzunca bir masa oluşturulmuş, sağda  binlerce çeşit yemeği ve içkisiyle bir açık büfe, solda  o uzunca masaya oturmuş beyaz örtülerini kucaklayan kırkbeş kişi. Ben kırkaltıncı olacaktım. Başkan  hemen yerinden kalktı. "İşte, sekreterimiz de geldi!" dedi. Yanında Mençi vardı.Sağında da Başkan yardımcısı. Onun yanında boş bir iskemle. Oraya varmadan bütün Başkanlar'la kucaklaştım. Ya da onlar beni kucaklayıp öptüler. Şüphesiz ağızları anason kokmaya başlamıştı.Başkan yardımcısının yanındaki boş iskemleye oturabildiğimde gün boyunca  boşalan, sitreslerle dolan midemi doldurabilirdim. Mençi, bir kadeh uzattı. Kadeh kıpkırmızıydı. herkes ellerindeki kadehleri  kaldırdılar, sağımdakiler ve solumdakiler;

 

"Şerefine!..."

 

Başkan, yüzüme manalı manalı baktı. Kadehi elimle  sadece okşadım. Kahverengi bir bulutun üstünde geziyordum. Ben o kadehi; kadehi değil bir dolu testiyi dibine kadar başımın üzerinden dikmiş, zaten, çoktan bulut olmuştum. 

 
Toplam blog
: 39
: 445
Kayıt tarihi
: 19.10.10
 
 

Ben Durmuş Kaya... Mahlasım "yitikozan". . "Güzel bakan güzel görür" diye düşünüyorum. Şiiri, güz..