Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Aralık '10

 
Kategori
Şiir
 

Şiir nedir?... / Ateş Böcekleri Akademisi, Şiir Üzerine Notlar...

Şiir nedir?... / Ateş Böcekleri Akademisi, Şiir Üzerine Notlar...
 

PARK  

Öylesine sevdim ki seni  

Öylesine sensin ki!  

Kuşlar gibi cıvıldar  

Tattırdığın acılar  

Cemal Süreya / Aralık1989  

Doğu, şiir ülkesi!... Şüphesiz büyük çoğunluğunun çocukluk ve ilk gençlik yıllarından başlayarak mutlaka, şiir adına bir şeyler karalamaya çalıştığı bir ülke ki, sınırları güneşin doğduğu yere doğru yol alan...  

Hele bizim ülkemizde, ulusal günlerdeki şiir okumaları her gün biraz daha azalsa da, 23 Nisan ve 29 Ekim ve 10 Kasım'ın vazgeçilmez ulusal şiirleriyle oluşan şiir okuma geleneğinin, aşka dair dizelerle ömür boyu başaklandığı ve milyonlarca farklı farklı danelerle de çoğaldığı bereketli topraklar...  

Bir defa, okullarda çocukluktan ilk gençlik yıllarına kadar zoraki okunan ya da okutulan ''resmi şiirler''!... Doğru dürüst hiçbir eğitim alamadığı gibi, edebiyat üzerine de, körtokmak, karakucak, birşeyler anlamaya çalışmış, biçare kuşaklar...Çok nadir, iyi edebiyat ya da Türkçe öğretmenlerinden, yetenekleri doğrultusunda birşeyler kapabilmiş sınırlı çocuklarımız ve insanlarımız...  

Ve belki de bu yüzden, şiiri bilmeden, öğrenmeden, hissetmeden, duygularını alt alta sıralayıp, duygu yüklü satırların aralarında şiir bulduğunu ve şiirin ''bu'' olduğuna inanan insan kardeşlerimiz....  

Kimse kusura bakmasın ama, bırakın doğu ve batıdan klasikleşmiş şairlerin kitaplarını ya da modern şairlerin kitaplarını okumayı, hiçbir şiir kitabını ciddi bir şekilde okumayıp ve de öykü ya da romanın kıyısından geçerek, şairim diye milliyetblog dahil, her yerde karşımıza çıkan, şiir yazan ama şair olmayan, olamayan insanlar var!... Ve ben, ellerindeki olanakları değerlendirmeyip, boşa kürek çektikleri için ve yaptıkları işi de ciddiye almadıkları için kızıyorum!... Her iş bilerek, bilinçle ve bilenerek yapılmalı, şüphesiz bir yere varmak istiyorsan!...  

Ben belki bu güne kadar en az beşyüz adet ciddiyetine inandığım şiir ve şiire dair kitap okumama rağmen, şiir diye yazdıklarımın birçoğundan, şiirden gene sapmışım galiba diyerek, şüphe duymaya devam ederim... Ve okuyup, yazıp, inceleyip, şiri öğrenmeye çalışırım!... Şu anda bile elimin altında, bir sıra içinde okumaya çalıştığım ondan fazla yeni şiir kitabı var!...  

Hem benim gibi şüphe duymaya devam eden hem de şiirle ilgili ciddi bilgiler almak isteyen ve bunun için de zaman harcamak gerektiği bilincine ulaşmış dostlarla, şiirle ilgili ciddi bir yazıyı paylaşmak istedim...  

Artık bana teşekkür mü ederler, yoksa itiraz mı bilinmez... Ama ben bu uzun yazıyı sabırla okuyan tüm dostlara şimdiden teşekkür ederim...Hele hele, şair ve şiirsever arkadaşlarıyla paylaşıp çoğaltırlarsa, daha da mükemmel olarak, bir işi hep birlikte çıkarmış oluruz!...  

''BÜLENT TOP / ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 1:

ATEŞBÖCEKLERİ AKADEMİSİ

 

Şiir üzerine bugüne kadar çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Buna rağmen “Şiir nedir?”, Şiir dili nedir?”, “Nasıl şiir yazılır?”, “Neden şiir yazılır?”, “Neden başka bir sanat değil de şiir?” gibi soruların yanıtını arayacak olan genç insana verebilecek bilimsel ve kapsamlı bir rehberimiz yok. Olmaması da gerekiyor belki. Yazılan kitaplarda ve çalışmalarda, (yazan kişinin şiire bakış açısına göre) çok çeşitli tanım, kavram ve sonuçlara ulaşılması kafaları biraz daha karıştırmaktadır. Yazacaklarımın hepsi doğru, yazacaklarımın hepsi yanlış; konu şiir olunca bu tamamen görecedir. Yazacaklarım ne doğru, ne de yanlış, sadece şiir üzerine alınmış öznel notlardır. Bu notların ereği her şeyin anahtarı ve yanıtını vermek değil, anlaşılması kolay, ilgiyle, keyifle okunan, okuyanın kendisinden bir ses bulabileceği bir paylaşımdan öteye geçemez. Karmaşık terim, kavram ve akımlarından elimden geldiğince uzak dursam da düzyazının bir kaçınılmazı olarak didaktik limanlara uğramak zorunda olacağımı da bildirmek istiyorum.

“Şiirler nereden geldikleri belli olmayan, tanımı yapılamayan, bütün yaşamımızı etkileyen boyutları evrence süren o ateşböcekleridir.” diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca. Bir insanın şiir gibi kozmik bir olguyu tanımlaması, gözleri bağlı bir çocuğun ilk kez karşılaştığı bir fili dokunarak tanımlamasından öteye geçemeyecektir. Bunu bilmek, şiiri anlamak ve tanımlamak üzerine çabalarımıza engel olamaz. O ateşböceklerinin peşinden koşan insanların duyumsadığı; üçüncü boyutu, altıncı hissi de aşan bir kozmos var. Konuşarak, yazarak bu kozmosa yolculuğun biletini kesemeyecek olsak da şiiri bilimsel boyutta irdelemek, sorgulamak gerekiyor.

“Şiirbilim”, şiir adına insanların kafalarında oluşacak sorulara bilimsel bir yaklaşım kazandırabilir. Şiiri başlı başına bir bilim dalı hâline getiremezsek eğer, genel kabul görebilecek ortak tanımlara varabilmemiz kolay olamayacak. Bir insanın edebiyat estetiğini ve sevgisini yitirmesini istiyorsanız edebiyat fakültesinde okumasını sağlayınız. Sözünü ettiğim şiirbilim; güncel, formal yapıdan çok uzak akademik oluşumlarda sulanan, farklı çiçekleri yaşatan bahçeler olabilir. Akademik düzeyde şiir laboratuarlarının kurulması ve şiir üzerine bilimsel çalışmaların hızlandırılması, şiir üzerine oluşacak sorulara kolayca yanıtlar bulmamızı ve yeni kuşakları GERÇEK şiirle daha çok kaynaştırabilmemizi sağlayacaktır. “Şiir nedir?” sorusunun yanıtını insanlar (şimdilik) dergilerde, şiir kitaplarında, antolojilerde arıyorlar. Fotoğraf çekmeyi öğretmek yerine, güzel fotoğraflardan örnekler gösteren seçkidir antolojiler. Aynı zamanda kırgınlıkların, kavgaların, küskünlüklerin hem nedeni hem de sonucudur antolojiler. Antolojilerin yayımlandığı kuşak diliminde yaşayan insanlara yararı olabileceğini düşünmüyorum. Ancak birkaç kuşak ötesinde yaşayacak olan insanlar için çok önemli belgelerdir antolojiler.

Nietzsche sahip olunması gereken bir ruhtan söz eder. Ya yaratılıştan ince bir ruhtur bu, ya da bilim ve sanat tarafından inceltilmiş bir ruh. Şiiri yazan, okuyan, seven ve hisseden için bu ruha sahip olmak, onu büyütmek, beslemek, ehlileştirmek önemlidir. Bilim ve sanatla beslenmemiş ince bir ruhun o kozmosa yolculuk yapabilmesi olanaksızdır. Ezmeye, üstün gelmeye, yok etmeye, şiddete eğilimli; bencil ve sevgiden uzak insanları barışa, sevgiye, paylaşmaya, özveriye çağıran, kalın ruhları incelten bir işlevi var şiirin. Bu güzelliklerin tüm evrene yayılması için insanlık adına görevi vardır şiirin. Elbette ki şairin. Şairin tanımını yapmak şiirin tanımını yapmaktan daha zor. Şair doğulmaz, olunur. İnce ruha sahip olmanız emek vermeden, çalışmadan, okumadan şiiri yaratmanız için asla yeterli olamaz. “Bir işlevi” dememin nedeni var. Şiire ve şaire görev yüklemek yanlış. Dedim ya, belki yazdıklarımın hepsi yanlış. Şiirin diğer işlevlerinin yanında önemli bir işlevidir sözünü ettiğim. Yoksa şiir de şair de özgürdür. Kalıp ve kurallara, zamana ve mekâna meydan okur şiir. Biz gene de kalıplarız, kurallara boğarız; yazan kişi kadar yazılan zaman ve yazılan yeri ön planda tutarız. Oysa tüm bunlar şiirin içinde vardır. Dilinde, renginde, biçiminde vardır. Şiir ilgilenmez bunlarla, şiir farkında olmadan bunları taşır. Taşımıyorsa şiir değildir zaten.


ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 2:

DİL BİLGİSİ, DİL SEVGİSİNİN YANINDA CÜCE KALIR.


Şiir yazan bir insanın sahip olması gereken üç temel değer vardır: KÜLTÜREL BİRİKİM, DİL SEVGİSİ, DUYGUSAL ZEKA.

Kültürel birikim derken belli bir kültür ve eğitimin üzerindekiler şiir yazabilir diğerleri yazamaz, değil elbette. Nice eğitimsiz insanlar vardır ki edebi kültüre sahiptirler; nice okumuş insanlar vardır ki edeple edebiyatı ayıramazlar. Televizyonlardaki bilgi yarışmalarında şiirli ve şairli kolay sorulara yanıt veremeyen doktor ve benzeri eğitimdeki insanları örnek verebilirim. O yüzden kültür ve hatta eğitim çok görece kavramlar. Doğru zamanda, doğru yerde kullanılmalılar. Şiir yazabilmek için şaire gerekli olan kültürel birikim, kültürün her alanından beslenen, özellikle anadille olgunlaşmış, şiire zaman ayırmış, şiire emek vermiş, şiiri kaygı edinmiş, şiiri yaşamından ırak görmeyen bir birikimdir. Kültür doğal olanı değiştirmektir. Düşünerek, karar vererek, beğenerek ve tercih ederek yapılan bu değişim yaşamı güzelleştiren ve kolaylaştıran tüm bilgi ve gelenekleri de kapsar. Taşları üst üste koymaktan başlayan bu süreç bilim, teknoloji ve sanatla yoğrularak günümüze kadar gelen insanlık tarihinin sürecidir. Şiir ve şair için sözünü ettiğim bu kültürel birikim yukarıda sözünü ettiğim kültürden çok daha öte bir şey. Şairin o ince ruhla zaman ve mekân boyutunda yaşadığı kültürüne karşı algı yeteneğini yükseltmesi, kültürünü iyi öğrenmesinin yanında o kültüre tutsak kalmaması, kültürü insanlık adına değiştiren dönüştürenleri iyi okuması ve kendisinin de bu değişimi sağlayacak yetiyi kendisinde görmesi gerekiyor. Şair olacak kişinin kendi dilinde yazılmış şiirler başta olmak üzere tüm dünya şiirlerinin geçmişi ve geleceğinden haberdar olması, şiirin geleceğinden de kaygı duyması gerekmektedir.

Dil sevgisi tek başına hareket edemeyen bir kavram. Ressamların bir ülkesi, bir ulusu olmayabilir belki; bu durum o ressamın yapıtlarını daha özgür ve daha değerli kılabilir belki; ancak şiirde durum çok farklı. Ülke ve ulus sevgisi olmadan dil sevgisi oluşamaz. Dil bilgisi’ni dil sevgisinin yanında cüce kalacağı için kullanmıyorum. Şiirin diğer evrensel sanatların yanında yerel kalan özellikleri var. Bunu dizinin ilerleyen bölümlerinde açacağız. Dil sevgisi yüksek olan birisinin insan sevgisinin de yüksek olacağını düşünebiliriz. Dili sevmeden, dile hâkim olmadan, sözcüklerle oynamadan, sözcüklerle (dille) dans etmeden, sözcüklerle sevişmeden şiir yazmak olası değil. “yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle” diyor ya hani şarkıda, şair anadilinin dünyanın en güzel, en anlamlı dili olduğuna inanmalı ve dile getirmelidir. Başka dillere öykünerek şair olunamaz elbette. Dili ve o dilin sözcüklerine tutkun olmak gerektiğini düşünüyorum. Öyle ki bir sözcüğü bir kediyi kucağına alır okşar gibi saatlerce okşayabilmelidir şair. Bir cümlenin yapısına bir mimari şahesere bakar gibi bakabilmelidir. Yazdığı dille sorunu olan bir şairin içine düşeceği durum hazin bir durumdur.

Duygusal zeka normal zekadan çok farklıdır. Bir anı dinler insan, bir sevince şahit olur, biz hüzne ortak olur; bir şey yaşar, bir haber dinler, bir film seyreder, bir roman okur. Tüm bunlar geçen yıllarla kültürel birikiminin parçası olur. Duygusal zekası yüksek insan üzerinden yıllar geçse de yaşananları yeri ve zamanı geldiğinde sandıktan çıkarmasını bilir. Doğru yerde ve doğru zamanda kullanır. Başka insanın hiç umursamadığı bir cümle duygusal zekası yüksek birisinin elinde mücevhere dönüşebilir. Duygusal zekası yüksek olan insan bakan değil görendir; daha duyarlıdır; daha kaygılıdır; daha dikkatlidir; daha kaybedendir. Zekasını üstün olma, zengin olma kaygısı ile kullanmayan insan zaten ya şairdir ya da deli. Daha önce sözünü ettiğim kültürel değerlerine, diline, ulusuna ince bir ruhla bakabilen insan baktığı her objede edebi ve estetik değerler görür. Şaire sık sık sorulan bir soru olur: “Bu şiirleri sen nasıl yazıyorsun?” Bu sorunun yanıtı duygusal zeka olmalı. Ancak şairin kendisi bu yanıtı o muhataba veremez. Aslında bu soruya verilebilecek bir yanıt o an için yoktur.

Şiir yazan, yazmaya niyetli insanlar bu üç değer açısından kendilerini sorgulamaları gerekir. Kötü şiir yazanlar yanıtlarını gene kendilerinde bulacaklardır. Şiir yazamayanlar da şiir yazmanın aslında ne kadar zor bir uğraş olduğunu anlayarak üzülmeyeceklerdir. Bir de iyi şiir yazdığını sanarak kötü şiir yazanlar var ki onlar da “kimse beni anlamıyor abi” nin yanıtını bulmuş olacaklardır. Kötü şiir yazmaktan daha çok beceri isteyen kötü şiir okuyan insanlar vardır ki Boilsau’nun dediği gibi “Her aptal onu beğenen başka bir aptal bulur.”


ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 3:

BEN SANA HAYRAN SEN CAMA TIRMAN


Şiir, kullandığı dilden öte, kendine özgü “şiir dili” taşıyan bir sanattır. Tarihi de insanlık tarihi kadar eski. İnsanın iki ayağı üstünde doğrularak ilk haykırışıdır şiirin başlangıcı. İnsanlık tarihi gibi evrilmiştir şiir. Bugün çağdaş şiir sandığımız başka zaman boyutunda eski şiir olarak anılabilir. Şiirler hiç tarihten söz etmeden tarihe ışık tutabilirler. Yaşamın tüm acıları, gerekleri, özlemleri ezinç ve erinçleri şiire yansıyacaktır. O yüzden eski şiir diyoruz, çağdaş şiir diyoruz; oysa ne o şiir eskidir ne de bugünkü şiir çağdaştır. Her şiir kendi zamanını yaşar. Gene de bu durum bizim öznel görüşlerimizi ortaya koymamıza engel değildir. Şiir yazan insan beyit kullanmıyor artık. Eski vezin de göremiyoruz şiirlerde. Hem imlada, hem dilde, hem de dize-uyak açısından özgür bir şiire doğru yol (aldık) alıyoruz. Uyaktan kaçışın, şiiri yazanı özgür kılmasının yanında, okuyana çok fazla tat vermediğini kabul etmek gerekir. Kulak uyağı özlüyor, arıyor. Bulamazsa sanki kalıcı olamıyor şiir. Uyak son sözcüklerin benzeşmesinden ibaret değildir. 2. dizenin 3. sözcüğü ile 4. dizenin 4. sözcüğü bir harmoni yaratabilir. Yüksek sesle okunması, dinlenmesi keyifli olan ve kolay ezberlenebilen şiirlerin uyak kurgusunun iyi olduğunu söyleyebiliriz. Okunması ve dinlenmesi zor iyi şiirlerin de uyak kurgusunun daha karmaşık ve zor olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yeri gelmişken söyleyeyim tercihim okunan ve kulağa hoş gelen şiirlerden yana olsa da bir başka gurup şiir daha var ki ses çıkaramaz, bir resim gibi gözle seyredilir. İyi şiirdir ancak kendi kendinize dahi sesli okuyamazsınız.


Neden şiir yazar insanlar? Bir sanat dalı olan şiiri yaratan da sanatçı olacaktır değil mi? Diğer sanat dallarında yaratıcılık sanatçılıkla eşdeğerken, şiirde bu özdeşliği net olarak kurmak zor. İçinde şiirin de olduğu bazı sanat dalları amatör uğraş olmaya çok yatkın. Amatörce ve geçici bir heves olarak yazılan şiiri ne derece sanattan sayabileceksek, bunu yazan kişiye de o derece sanatçı şapkasını giydirebiliriz. Bir sanatı çağdaş boyutta ortaya koyacak olan insanın, mutlaka bir birikiminin olması gerekiyor. Bu birikim ise bireysel eğitimle, emekle ve çalışmayla sağlanabilecek uzun soluklu bir süreçtir. Elbette ki bu işin şemsiyesi, çatısı sevgi ve yetenek olacaktır. Yeteneği ve bilgi birikimi olmayan birisinin, bir senfoni besteleyebileceğini düşünebilir misiniz? Aynı şey bir heykeli kotarmak, bir tabloyu ortaya çıkarmak için de geçerli. Roman, senaryo, libretto yazmak zordur değil mi? Buna çok fazla insan da cesaret edemez. Keza öykü yazmak da öyle. Roman ve öykü belki hobi olarak da yazılabilir. Öyküde bunu gördük, roman açısından benim tanık olduğum sadece birkaç örnek var. Bazı sanat dallarında naif yaklaşımı görüyoruz. Örneğin resimde çok başarılı naif ressamlar var. Bunların içinde yaptıkları işi gerçek bir sanata dönüştüren çok örnek biliyoruz. Şiir açısından günümüzde sanat düzeyinde naif şiir yazan insan bulmak çok zor. Şiir yazan insanın sanat ve sanatçı kaygısı taşıması yeterli değil. Bunun tehlikesi yazdıklarının sanat kendisinin de bu yazdıklarından dolayı sanatçı olduğunu sanmasına yol açabilir. Sanat kaygısı taşımadan yazılan şiirin de edebi değeri, daha doğrusu şiir değeri ne olur siz düşünün. O ince ruh ortaya çıkmışsa üstüne sıkı ve sıkıcı bir eğitim gerekiyor. Bu eğitim şiirseverin kendi disiplini içinde kendisine vereceği bir eğitim olacaktır ve zaman alacaktır. Eğitimsiz (özellikle okumuş cahiller) ve şiir kültürü olmayan insanların şiir yazmaları ancak mizah konusu olabilir. Çok ilginçtir duyarlı toplum bunun mizahını yapmasını bilmiştir.

Neden bu kadar çok insan şiir yazar? Şiir yazmak, roman ve öykü yazmaktan çok daha kolay bir şey midir? İnsanlar bunaldıkları, sıkıldıkları, çok hüzünlenip çok sevindikleri zamanlarda neden heykel yapmazlar, roman yazmazlar, bir tablo ortaya çıkarmazlar? Şiir, diğer sanat dallarından daha mı az bir birikim ve yetenek gerektiriyor ki furya halinde yazılıyor? Bunalıma girmiş aşıkların “ben sana hayran, sen cama tırman” tarzında, sözcükleri bir araya getirerek, alt alta yazmalarını şiir olarak kabul edebilecek miyiz? Durup dururken, temel bilgisi ve birikimi yokken nasıl ki heykel yapmayı düşünmüyorsak, şiir yazmaya başlamadan önce böylesi bir kaygıyı taşımalıyız. İnandığı siyasi görüşün kilit sözcüklerini araya serpiştirerek, sözcükleri yan yana yazan ve dizeleri alt alta getiren insanların sırf dünya görüşlerine yakınız diye, yazdıklarını şiir olarak kabul edebilecek miyiz? Mitoloji sözlüklerini önlerine koyup, mitolojik tanrıların isimlerini kullanarak, mitlere gönderme yaparak sözcükleri bir araya getiren insanların dizelerini, sırf bu içeriklerinden dolayı şiir olarak kabul edebilecek miyiz? Köşe başlarını tutmuş insanların, eşi-dostu, akrabası, arkadaşı diye dergilerde yayımlanan ve birtakım anlamsız sözcüklerin bir araya getirildiği dizeleri, şiir olarak kabul edebilecek miyiz? Bir şiirin altındaki imzanın ünlü bir imza olması nedeniyle kötü bir şiiri, şiir olarak kabul edebilecek miyiz?


ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 4:

ŞAİR MİSİN, ARISI MISIN YOKSA PİNOKYO MUSUN?

Neden illa şiir yazar insan?
Üzgünüm ki bunun asıl yanıtı, şiirin nicel boyutunun küçük olması; bir solukta yazılıp okunabilmesidir. Oysa şiirin nitel boyutu, atmosferi ve yoğunluğu o kadar basit olmasa gerek. Aklıma geldi yazdım, hissettim yazdım gibi içgüdüsel bir yaklaşımın sonucu ortaya çıkan şiir kadük kalacak, çoğu zaman kelime çöplüğüne dönecektir. Elbette şiir yazmakla şair olmak aynı şey değil. Zor şartların adamıdır şairler; sorunsuz ve met-cezirsiz bir yaşamdan şair çıkacağını sanmam. Yaşamla çok barışık insanların işi değildir şiir. Dünya nimetlerinin çok ortasında gezen insanın işi de değil. Şair bu yeryüzünden havalanıp şiir yazar ve işini bitirince inip kuytu köşesine çekilir. Çevresindeki insanlarla, dünyayla sorunları vardır şairin. Rahatsız adamdır şair. Yalnız adamdır şair. Bu yalnızlığını, terk edilmişliğinden değil, yaşamsal bir tercih olarak yaşayan insandır şair. Ya yüzlerce kilometre tek başına denizin üstünde kulaç atar şair ya da yüzlerce metre denizin dibine dalar şair. Şiir yazan arkadaşlar kendilerine şair demesinler. Yaşam onları şair yaparsa, çağdaşları ve gelecek kuşakları o payeyi ona verirler zaten. Adınız şiirsever olsun ne çıkar.

Neden şiir yazar insanlar? Şiir yazmak çok mu kolaydır? Şiir çok çişiniz geldiğinde gidip boşalttığınız ve rahatladığınız bir şey midir? Böyle bir boşaltımın ürününün başkaları tarafından görülmesinden utanırız da, konu şiir olunca benim şiirim diye çekinmeden ortaya çıkabiliriz değil mi? Şimdi bu yazıyı okuyan kişi, şiirin ancak seçkin bir tabaka tarafından yazılması gereken bir uğraş olduğunu, şiir yazmanın bir ehliyete bağlı olması gerektiğini düşündüğümü sanabilir. Şair olmanın belirleyici değerleri ve ayraçları eğitim, sınıf, mevki, torpil değil KÜLTÜREL BİRİKİM, DİL SEVGİSİ, DUYGUSAL ZEKA’dır. Şiire elitist bir yaklaşım bir yere varamaz. Aslında anadilini öğrenmeye başlamasıyla birlikte her çocuk şairdir. Bizler; aile, toplum baskısı içinde, eğitim cenderesi içinde o şairleri öldürürüz. Şairler, içlerindeki şair çocuğu öldürmeyen ya da yeniden diriltmeyi başarabilen insanlardır.

Şairler arılara benzer. Arılar bilgi birikimleri, yetenekleri ile yaşamın en güzel özlerini, güzelliklerini arar bulurlar ve onlarla beslenirler. Beslenme bilinçli ve özenli olunca, üstelik buna emek de katılınca ortaya bal denilen muhteşem bir ürün çıkar. Arının yaptığı tam bir sanat eseridir. Oysa arının yaptığı beslenmek ve dışkılamaktır. Ortaya çıkan ürün çok güzel olduğu için bunu aklımıza bile getirmeyiz. Şair de arı gibi yaşamdan beslenir; şairin kaleminden çıkan şiir arının bal yapması gibi değerli bir üründür. Gerçek şair arı gibi şiir üzerinde çalışır. Şiire arı gibi emek verir, insanlığa bal gibi güzel şiirler kazandırır. Kendisini şair sanan insanların kendilerini arı sanan insanlardan bir farkı yoktur. Toplumun da bu konuda hoşgörüsü var. Ben arıyım diyene gülerler ama ben şairim diyeni kanıksamışlardır. Aslında gerçek şairler kendilerini tanımlarken “şair” demezler. Kendisini şair sananlar kötü şiirler yazarlar. O şiirler bala benzemez dışkı kokarlar. Kötü şiir yazanlar kendilerini uyaran insanlara kızarlar. Bal niyetine dışkılarını etrafa saçarlar.

Şairliği meslek edinip geçinmek zor. Şiirden, şairlikten günümüzde dünya nimetleri adına sebeplenmek de çok mümkün değil. Eski çağlarda şairler toplumun en sözü geçen insanlarıymış. Şiir de şair de evrim geçirdi tarihin akışında. Yakın tarihte çetin bir savaşa dönen üretim ilişkileri, sosyal katmanlar arasında uçuruma dönüşen üretimin paylaşım sorunları ve insanlığı yok edecek düzeyde gelişen teknoloji hem şairleri sosyal konumundan etti, hem de yoksunların, yoksulların, sevdasızların, umutsuz ve mutsuzların seslerini duyuran insanlar oldu şairler. Şiir günümüzde dert üstü murad üstü yaşayan; mala-mülke gömülmüş; mevki-makam düşkünü insanlardan uzak durur. Ne diyor Can YÜCEL: “Şiir bir mutsuzluktur. Elbette bir umutsuzluktur. Niçin mi? Umutsuz olmayan adamlar şiir yazamaz. Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz. Yaratıcı olamaz. Bu dediğim elbet yaşadığımız dünya için bir söz. Çünkü kağıt bir umutsuzluktur. Boş kağıt... Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur. (...) Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir. Onu bulmak için yazıyorum ben de... Birdenbire, bütün bu dünyada, deli olan bu dünyada tek akıllığı, uslanmadan akıllığı anlamaktır şiir. Ben haberciyim, deprem habercisiyim.” Elbetteki bir humor var Can Baba’nın sözlerinde. Şiir umudun en biricik çiçeğidir. Şiirsiz bir dünya düşünsenize. Şiir yok. Her türlü teknoloji var ama şiir yok. Böyle bir dünyada yaşasak çıldırırdık değil mi?

Peki neden çok yazılır da çok okunmaz şiir? Şairlerin kitapları zar zor basılır ama satılmaz? İnsanoğlu şiirsiz yaşayamaz ama şiir satın alınmaz. Estetik olanın izleyicisi azdır. O yüzden nicel boyutuyla nitel boyutunu ayırabilmeli bu işin. Bakın spor dallarının en estetiklerinin seyircisi azdır. Eskrim gibi, golf gibi, su balesi gibi… Şiir de böyle bir sanat. Şiirin bir farkı var; özellikle gençlik yıllarında çok yoğun ilgi duyuluyor ve yazılıyor ama iş o kültürü uzun soluklu kılmaya ve geliştirmeye gelince çok az insan kalıyor bunu başarabilen. Eski yılların şiir tutkunları üretmeseler de şiir kitabı satın alırlar diye düşünüyoruz; ancak bu konuda da rakamlar hayal kırıklığı yaratacak kadar düşük kalıyor. İnsanlar satın almayınca şairler de aklınıza gelebilecek her türlü işi yapmak zorunda kalıyorlar. Şairlikle geçinen var mı? Oysa istiyoruz ki şairler başka işle uğraşıp kirlenmesin. Peki bu mümkün mü? Cumhuriyetin ilk şairlerinin devlet memuru olmasını kınamamak gerekir; ama bunu bilmek de rahatsız ediyor doğrusu insanı. Her şairin Nâzım gibi olmasını beklemek haksızlık olsa da, medya kartelleri arasına sıkışmış şairleri gördüğümüzde bir terk edilmişlik duygusunu da üstümüzden atamıyoruz.


ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 5:

ŞAİRLER ŞEHRİ İSTANBUL (!)


Şairler şehri İstanbul... Belki eskidendi. Bunca yozlaşmanın içinde İstanbul’dan şair çıksa bile iyi şiir çıkabileceğini sanmam. Ankara şiire daha sıcak bir kent gibi görünüyor. Daha az kirletilmiş, daha az tecavüze uğramış bir kent. Elbette ki en önemlisi Anadolu. Pek dikkate alınmaz ama çok büyük bir şiirsel birikimi ve gizli şairleri içinde yaşatan yerdir Anadolu. Basılı her şeyin merkezi gibi duran İstanbul, kendi telaşı içinde Anadolu insanını göremez; bunca toz duman arasında şiir yazmak için yaratılmış, birikim sahibi ve yetenekli insanların yaşamın içinde keşfedilmeden yitip gitmesini algılayamaz. Anadolu insanı maddi külfetlere ve olanaksızlıklara katlanarak dergiler çıkarıyor, şiirlerini yayımlıyor. İstanbul’da daha renkli, daha ustaca dergiler çıkıyor. Bu dergilerde de şiirler yayımlanıyor. Her sene ödüllü yarışmalar yapıyorlar. Şiir adına söyleşiler yapıyorlar. Şiir adına toplanıp kafaları çekiyorlar. Kendi şiir kitaplarını kendileri yayımlıyorlar. Ben bunlara “şiir klanı” diyorum. Bu klanın merkezidir “şairler şehri İstanbul.” Kendisinden daha iyi şiir yazan biri onlara ancak düşmandır. Bu klanı sarsacak bir yeni oluşuma asla izin vermezler. Şiir yazmak, şiir eleştirmek, şiir yayımlamak ancak onların tekelinde olacaktır, yoksa rahatsız olurlar.

Şiir yazmayı hedef edinmiş genç insana belki karamsar bir tablo çizdim. Ama dedim ya belki de yazdıklarım yanlıştır. Eğer doğru yanları varsa bu yola çıkan birisinin bu gerçekleri bilmesi gerekir diye düşünüyorum. Bu gerçekleri bilen ve dile getirenlerin çoğalması ile de derebeyliklerin ve klanların yıkılacağını umuyorum.

Şiir kimsenin tekelinde olmamalı. Ahbap-çavuş ilişkisiyle dergilerde yayımlanan şiirlerle, “al gülüm - ver gülüm” tarzı düzenlenen şiir yarışmalarıyla, Türkiye şiiri çok fazla gelişme gösterememekte. Ben, dergilerde yayımlanan şiirlerin çoğundan bir tat alamıyorum. İçlerinden bir iki güzel şiir, şiir gibi şiir yakalayınca da mutlu oluyorum. Bu abuk sabuk şiirlerin altlarındaki tanımadığım imzaları hoş görüyorum; ancak bu şiirlerin altında ünlü isimleri gördüğümde yadırgıyorum, kınıyorum. Ama onlara da hak veriyorum. Yozlaşmış bir klan ilişkisi içinden arınıp şiir yazmak çok zor. Şiir, kirliliği (hele ki içsel kirliliği) asla kaldırmaz. Şiir çamur deryası içinde bile bir temiz yürekten sürgün olup gelir. Kokuşmuş içsel hesapların sonucu ortaya çıkan şiir ancak bu kadar olabilir diyorum. Arı arılığını korusa da çirkinlikler çiçekleri yok etmiş. Nereden o tatlı özü alıp bal yapsın? Yani alta konan bir tanınmış imza, çoğu zaman kötü bir şiiri kurtaramıyor.

Şiir eskiden daha masumdu. Piyasa düzeninden daha arınmış, hatta piyasa ilişkilerinin pek sevmediği, para etmeyen bir sanat dalıydı. Ama ne olduysa oldu. Şiirlerin üzerinden rant sağlayan bir güruh ortaya çıktı. Önce masumca, televizyon programlarında, renk katmak için kullandılar şiiri. Sonra baktılar ilgi görüyor şiir, kasetlerini çıkardılar. Türkiye’nin gelmiş geçmiş tüm popüler şiirleri tarandı; birçoğuna beste yapıldı. Bazı güzel örnekler ve istisnalar dışında bize yakın şiirlerin, kötü bestelerle tecavüze uğradığına şahit olduk. O sevdiğimiz şiirleri okuyamaz olduk. Ne zaman okumaya kalksak şarkıları aklımıza geldi. Sevdiğimiz şiirlerin işgal edilmiş olduğunu gördük. Hele ki sabah şekerleri programlarına, ellerinde sazla çıkan insanların “şimdi size son çıkacak kasetimden bir şarkı okuyacağım” sözleri ardından, tutkunu olduğumuz dizeleri duyduğumuzda hem içimiz burkuldu; hem de o şiirden ve besteleyenden soğuduk.

ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 6:

KARANFİL KOKUYOR CIGARETTEM

Şiir yazmak; roman, öykü yazmaktan daha zor olabilir bazen.
Bir romanda bir öyküde verilebilecek duygu yoğunluğunun, çok daha az sözcüklere sığdırılması kolay olmasa gerek. Şiirin matematiksel bir şey olduğunu düşünürüm; sesi bir eksiltseniz yıkılıp gidecek bir bina gibi. Bir kelime çıkarsanız sonuçları yanlış çıkacak bir denklem gibi. Zordur şiir. Bir mimarın hatalı bir bina yapmasına benzer kötü şiir. Yıkılır, dökülür. Hem mimariyle hem de matematikle çok ilintili şiir. İnsanoğlunun hayata karşı bir satranç oyunudur şiir. Kötü şiiri hayat mat eder. İyi şiir hayata galebe çalar. Gelecek kuşaklara ses verir; umut verir. Şiiri okuyan şiiri hemen tüketmemeli. Bir şiiri bir şarabı yudumlar gibi, tüm duyularımızı açarak okuyabilmeliyiz. İlk yudumla sonrakilerin hazzı farklı olacaktır. Bir şiiri defalarca farklı kaygılarla, farklı beklentilerle okumalıyız. Elbette kimse kötü ve bozuk bir şarabı defalarca içmek istemez; çoğu zaman bir yudum alıp bırakır. İyi şiir ilk yudumda belli olan şarap gibi ilk dizede size göz kırpacaktır; ışığını yakacaktır.

Şiir bir bestedir. Öyle ki dilini hiç bilmediğiniz bir şairin iyi bir şiirini duyduğunuzda tat alırsınız. Şiir, sözcüklerin tıpkı nota gibi kullanıldığı bir bestedir. Şiirin boyutu ve derinliğine göre, kimi zaman şarkı olur, kimi zaman arya olur ve kimi zaman senfoni olur. Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı böyle bir senfonidir işte. Hiç piyano çalmayı bilmeyen birisini piyanonun başına oturttuğunuzu düşünün. Rasgele basılan notalar ancak bir kakofoniye dönüşecektir. Şiir de böyle bir şey. Her sözcük bir notadır sonuçta. Kelimelerin anlamsızca dizilmesi ancak kelime çöplüğü olacaktır. Şiirin kulakla, sesle çok büyük bir ilintisi var. Eğer bir şiirde besteyi yakalayamıyorsanız, o şiirin niteliği hakkında bir vargıya ulaşabilirsiniz. “Şiir gürültüden müziğe geçmektir. Şiir, evrenin içinde büyük seslerin, molekül ve atomlardan başlayan bütünlüğü, bu bütünlüğün müziğidir.” diyor Can YÜCEL…

Attila İLHAN
bir söyleşisinde çeviri şiirin, güzel bir reçeli ancak kavanozunu dıştan yalamak kadar tat verebileceğini söylemişti. Bunun nedeni o şiirin bestesinin yok olmasıdır. Çeviri şiirde bu besteyi yakalayabilen çok az örnek gördüm. Bunlardan birisi Cevat ÇAPAN’ın Kavafis’ten Şehir şiirinin tercümesidir. O şiirin bestesinin, o çeviriden daha iyi olduğunu sanmam. Ama bu örnekleri yakalamak çok zor. O yüzden biz çeviri şiirden tat almıyoruz. O yüzden Ahmet ARİF’i dünya tanıyamaz. Çünkü “karanfil kokuyor cigaram”ı çevirdiğinizde, o dizede “cigarette” yazdığınızda şiiri yıkılır, yok olur.

Şiir bir ırmaktır. Şairin yüreğinden akar gelir. Beyninden gelen kollarla bireşime girer, güçlü bir ırmak olur. Çağıldayıp başka yüreklere akamıyorsa şiir, şiirliğini yitirmez belki ama iyi şiir de olamaz. O yüzden devingendir şiir. Yolunu bulur, kendi yatağını bulur. Bazen tek bir dizede koca bir ırmak olur şiir. Bazen iki dize bizi tam alnımızın ortasından vurabilir. Bunu İsmet ÖZEL’in “Gözlerim nemli değil, gözlerim namlu” dizesinde görürüz örneğin. Ahmet ARİF’in “Yokluğun cehennemin öbür adıdır / Üşüyorum kapama gözlerini” dizeleri böylesine bir ırmak olur ve bizi içine alır. Şiir arı, duru bir ırmaktır. Yalındır şiir. Tek başlarına masumca ve kolay duran kelimelerin, birleştiklerinde çok güçlü bir söyleme döndüğü bir bireşimdir, sözcüklerin sinerjisidir. Bu konuda bir şair şöyle der: “Öyle bir su olacak ki yalınlık, dibindeki çakılı gösterecek; ama siz değil elinizi, kolunuzu omuz başına kadar soksanız o taşa ulaşamayacaksınız.”

ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR 7:

HER ŞAİR KENDİ KORKU TÜNELİNİN İÇİNDE YAŞAR.

Şiirin mistik bir yönü var.
Mistik şiirden söz etmiyorum. Çoğu zaman şiir bir güç tarafından şaire yazdırılır. Şair kalemi elinde tutandır, şiiri onun bedeni içindeki onu aşan bir güç yazar. Bu açıdan gerçek şiir kutsaldır bir anlamda. Şairler ülkesinin içinden çıkar gelir. Şiir yazıldığı ve bitirildiği andan itibaren yazanına düşmandır. Onun önüne geçer. Şair, şiirine hayretle bakakalır; yabancılaşır. Şiir, mükemmelliğiyle şairin bireysel zayıflıklarına kafa tutar. Şair, şiiri karşısında zaaflarından utanır çoğu zaman.

Şiir bir estetiktir. Düzyazı bir buluta bulut der örneğin; bir böceğe böcek; bir aşka aşk. Şiir birebir karşılığı asla kaldırmaz. Bu yüzden imgeye muhtaçtır şiir. Öyle barış şiirleri vardır ki içinde barış sözcüğü geçmez. Öyle aşk şiirleri vardır ki içinde aşk sözcüğü geçmez. Doğrudan söylemez şiir. Belki bu yüzden bütün şairler yalancıdır. Şiirde estetiği kurmak ve yakalamak çok zor. Şiir zaten bu yüzden zor. “sen benimsin ciğerparem sevdiğim / gülden ağır söyleyemem sana”dır seni seviyorum demek. “Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç” der şair ayrılığı anlatırken. Şair onu o basit hâliyle söylemez, söyleyemez. Şairliği buna el vermez. İnsan bakar, şair görür; insan görür, şair yakalar; insan yakalar, şair dönüştürür. Şair her zaman insandan bir adım öndedir şiir yazarken. Şiir, politik söylemi ve bu alanda birebirliği çok fazla kaldıramaz. Çünkü şairin şiirsel ve yaşamsal kaygıları ve şiirdeki estetik duygusu bunun önüne geçer. Slogana dönüşen bir şiir, şiirin estetiğini yıkar. Her zaman yıkar demiyorum. Çok güçlü, yere basan bir politik şiir, kitleleri arkasından sürükleyebilir. Dünyadan ve bizden çok güzel örnekleri var bunun. Öyle estetik ve ustaca yazılmış şiirler de vardır ki, yumuşak bir kadife gibi üstümüzü örter; güzel bir ninni gibi sarar bizi ve politik mesajlar verir rahatsız etmeden, incitmeden. Bakın ne diyor Behçet NECATİGİL: “Biz bu kadar eğilmezdik / çocuklar olmasaydı.” Ne kadar güçlü iki toplumsal dize değil mi? Düzyazı, birebir söylemi daha çok kaldırabilir; rahatsız etmez. Oysa şiir bundan çoğu zaman incinir. Düzyazı her gün doğan güneş gibidir. Şiir ise bir gökkuşağıdır. Ne zaman ve nerede şairin karşısına çıkacağı belli olmaz. Çok da kolay yakalanmaz. Şairler o gökkuşağını yakalayıp altından geçebilecek güce sahip olan insanlardır. Hiç geçen olmamıştır; bunu bilir şair, gene de inadına gökkuşağına koşacaktır; bıkmadan, usanmadan…

Sevgiden, umuttan, aşktan, dünya nimetlerinden uzak insanların uğraşıdır şiir. Olmayana ergi metoduyla yaşar. Bu yoksunluklardan yaşamı üretir. O yüzden şiire sevdalı insanlar şairlerle karşılaştıklarında hayal kırıklığına uğrarlar. Normal bir insandır şair, hatta normal bir insandan daha da eksik’tir şair. Ölü ozanlar derneğinin; tutunamayanlar kulübünün üyesidir şair. Her şair kendi korku tünelinin içinde yaşar. O tünelde bilerek ve isteyerek kalan adamdır şair.

Sonuç olarak şairlerin buluştuğu başka bir dünya var. Bu dünya şiirin matematiğidir, şiirin estetiğidir, şiirin müziğidir. Gerçek şiir, bu gerçeği yakalayabilen şairlerin elinden çıkıyor sonuçta. Gerçek şiir iz bırakandır. Her kuşağa, her zamana ve her mekâna seslenebilendir, kalıcı olandır. Editörlerin yaptığı seçkiden çok daha önemli, toplumun bir eleği var. İyi olan kalır, kötü olan uçar gider. Bu yüzden Pir Sultan hâlâ yaşıyor, bu yüzden Yunus yaşıyor, bu yüzden Nâzım yaşıyor. Yaşayan çağdaşlarımız arasında da buna layık insanlar var. Bunu zamana bırakacağız elbette. Bazıları için beklemeye gerek yok; şimdiden, yaşarken efsane oldular. Benim sözüm kendisini şair sananlara. Bu dünyadan göçüp gittiklerinde sadece soluk dergi sayfalarında kalacaklar. Gelecek kuşaklar asla onlara sarılmayacaklar.

Şairleri, şiirseverleri daha iyi şiir adına kışkırtmayı amaç edindim bu yazı dizisinde. Şiir yazmaya meraklı genç insanlara ufacık bir ışık tutabildiysem ne mutlu bana. Sitemlerimi kim üstüne alındıysa, kim bu sitemlere hak verdiyse hepsine sağlık olsun diyorum. Her insan şiir gibi yazar, ama her insan şiir gibi yaşayamaz. Şiir gibi yaşayan insanlara merhaba…

*Bu yazı dizisi, ŞAİR ÇIKMAZI dergisinde, 2005 yılında, üç sayı arka arkaya yayımlanmıştır.''  

Soğukların başladığı bu günlerde sıcacık şiirlerde buluşmak dileğiyle.  

4.aralık.2010 / Tarabya
 

 
Toplam blog
: 392
: 4592
Kayıt tarihi
: 12.03.07
 
 

İstanbul doğumluyum. Sağlıklı beslenme, yüzme, doğada yürüyüş ve çevre özel ilgi alanlarım. Şiiri ve..