Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ekim '20

 
Kategori
Öykü
 

SİNEK

SİNEK
 
Cırrr. Başla. Çok sıcaktı. Deli gibi koşuyordum. Bir sağa kıvrılıyor bir sola dönüyordum. Engellerden atlıyor, adeta uçuyor, rakipleri tek tek eliyordum. Cırrrr. Maratonun son metrelerine gelmiştim. Başarmak üzereydim yarışın bitiş çizgisindeki mavi şerit görünmüştü. Son anda iki metre boyunda dev gibi rakibimi de geçtim.
 
On adım koş koş, beş adım haydi şampiyon. Birden topuğumda bir acı hissettim olsun tek ayakla seke seke bitirir efsane olurdum. Cırrrrr sesi ile bitiş çizgisindeki mavi şeridi göğüslemem bir olmuştu.  Tüm seyirciler çıldırmış gibi ismimi haykırıyordu. Artık yeni şampiyon belli olmuştu.
Boyaları dökülüp rengi maviden kahverengiye dönmekte olan demir gedik çarpmamla beraber büyük bir gürültüyle açılmıştı. Şimdi karar zamanıydı. Yarışı kazandım mı? Tabi ki kazandım tek ayakla olduğum için sayılır. Cırrrr sesi geldiğinde bitirmiştim evet hem de üçüncü cırda bitirmiştim bu bir rekordu ve şimdiye kadar kimse başarmamıştı. Kendimi şadırvanın önündeki tabureye bıraktım. Plastik tabure ağırlığımla yana doğru esnedi tam yere kapaklanmak üzereyken ayağımı yere bastım ve direksiyona sımsıkı sarılıp vitesi yükselttim. Pistlerin efsane pilotu yeni bir yarışa başlıyordu. Gazı sonuna kadar köklemek üzereyken ayağımdaki acıyı hissettim.
 
Evden çıkarken cebimdeki cırcır böceği üç defa ötmeden caminin kapısından girebilmek için çok hızlı koşmam gerekiyordu ve bu ayağımdaki plastik terlikler her koşuşumda şap şap ses çıkarıyor hele birde ıslanmışlarsa yerdeki bütün tozları toplayıp beni yavaşlatıyordu. Rekor kırabilmek için elimde terlikler ile tozu dumana katarken topuğuma taş batmıştı. Yaralanmıştım belki de sakat kalacaktım.  Dedem gibi baston kullanacaktım gerçi onun ayağına taş batmamıştı ama bastonla geziyordu. Evet dedemin bastonunu o kullanmadığı zamanlarda alırdım zaten çoğu zaman uyuyordu. Tek bastonla idare ederdik pahalı olmalıydı baston yoksa yaşlılar neden bir tane alsınlar ki ucuz olsa bir sürü alıp kullanırlardı. Tek bastonla çok yavaş yürüyorlardı birkaç tane olursa daha hızlı olabilirlerdi. Belki kahvede sabahtan akşama kağıt oynayan birkaç yaşlının bastonunu alıp yine eski hızıma kavuşabilirdim.
 
Ne kadar sakat kalmışım diye bakmak istedim ama ayağımın altıda çamur katmanları oluştuğundan acıyan yeri göremiyordum. Ayağımı nerdeyse kafama değecek kadar kıvırıp tükürüklü elimle ayağımı silince küçücük bir taş orada sırıtıyordu. Neyse bastona gerek kalmamıştı. Şadırvanın yanında eski yağ tenekesinden oluşan saksıdan bir tutam ekşi ot kopardım. Ağzımda çiğneyip birazını da yuttum tadı ekşiydi ama çok güzeldi. Doktor ameliyata hazırdı keşke annemin bulaşık eldivenlerini alsaydım o zaman tam bir doktor olurdum. Özenle topuğuma sürünce yeşille kahverengi arası bulanık bir renk oluşmuş, garip garip kokmaya başlamıştı. Bir filime görmüştüm adam yarasını böyle iyileştiriyordu. Siyah beyaz televizyonda adamın sürdüğü otun rengi yeşile benzemediği gibi zaten kanı da kırmızı akmıyordu. Televizyonda her şey bir garipti.
 
Cebimdeki cırcır böceğini çıkarıp elimi açtım garip garip bakmaya başladı. Yakalandığında akşama kadar cepte dolaşmaya alışmıştı demek ki.  Bu sefer ödülü paylaşacaktı rekor ikimizindi. Ben hızlı koşmuş o yavaş ötmüştü. Pırrr diye uçmuş şadırvanın tepesinde cırrr diye ötmeye başlamıştı.
Yine bir rekor denemesi geliyordu. Seyirciler kendinden geçmiş deli gibi ismini haykırıyorlardı. Tek elle tek seferde şadırvanın paslanmış kurnasını sonuna kadar açması gerekiyordu. Halterciler gibi yerdeki kumları avuçlayıp ellerimi silkeledim ve tek seferde barajın kapakları açılmış gibi suyu akıtmayı başarmıştım. Bu gün rekor üstüne rekor kırıyordum seyirciler adeta çıldırmıştı. En büyük destek şadırvanın üstündeki cırcır böceğinden gelmişti.
 
Başımı şelalenin altına sokup serinlemiş ellerimi, ayaklarımı ve terliklerimi yıkamıştım. Hoca abdest aldığımı sanırdı nasıl olsa. Üç numara asker tıraşı yapılmış saçlarımı elimle geriye doğru tararken saçlarım çalı süpürgesi gibi su damlalarını şadırvanın yeni badana yapılmış duvarına fırlattı. Ortaya çıkan şekli inceledim tam belli olmadığına kanaat getirip tekrar saçlarımla su serptim. Sanki biraz suratıma benziyordu şimdi.
 
Yerde ıslak izler bırakarak tek oda minaresiz caminin kilitsiz kapısını yavaşça aralayıp kafamı içeri uzattım. Yüzüme sıcak hava, burnuma gül suyuna karışmış ter kokusu çarptı. Gözlerimle etrafı taradım. Hoca rahlesinde bir şeyler anlatıyor çocuklar da dinliyormuş gibi yapıyorlardı. Eski ahşap kapı kafamı sokacak kadar açınca sessiz, vücudumu geçirecek kadar açılınca büyük bir gürültü çıkarıyordu. Bunu defalarca denediğimden önce kafamı sokup herkesin orda olduğundan emin olana kadar girmiyordum. Bizim çeteyi hızlıca saydım. Askı, Patpat, Ceviz Kına, Sifo orda. Veeee Sinek karşılarında. Çete tamamdı. Gövdemi de içeri sokunca, kapının gıcırtısıyla önce hoca sustu, Ayşe gülümsedi, Askı, Patpat, Ceviz, Kına, Sifo sırıttı sonra tüm kafalar bana döndü bir an acayip bir sessizlik oldu hatta gözümün önünden geçen sineğin, köşedeki örümcek ağına takılan kelebeğin, ahşap üç basamaklı imamın hutbe okumaktan daha çok kırdığımız ampulleri değiştirmek için çıktığı minberi yiyen tahta kurtlarının sesini bile duyduğuma yemin edebilirim.
 
Köylülerin evlerindeki eskimiş halıları camiye vermeleriyle oluşmuş -camiye geldiklerinde illa kedi halılarında namaz kılan bir cemaatti sanki sevabı daha çok olacakmış gibi- birbiriyle uyumsuz halıların üzerinde ağır adımlarla daha önceden belirlediğim, en son gelen, daha yumuşak ve diğerlerine göre dizlerde daha az iz bırakan garip desenli halıya doğru ilerledim. Bizim çetede rahatlık ön planda olduğundan hepsi aynı halıya tünemişti ama sinek farklı yerdeydi. Vardı bunda bir iş.  Halıdaki desenler o kadar anlaşılmazdı ki bazen tüm ders boyunca ejderhalardan uzaylılara kadar birçok şekle benzetir hararetli tartışmalar yaşardık. Özellikle yüksek ses çıkarırdık ki yaşlı hoca bizi dua ezberliyor sanırdı. Çetenin ayırdığı yere tam dizlemek üzereydim ki yaptığım yanlışı anladım ama artık geri dönüşü yoktu. Sinek aslında karşıya oturmamıştı. Sinek sandığım ona ikizi kadar bezeyen ama bir o kadar salak kardeşi Sinek’in en sevdiği üzerinde Japonca harflerin olduğu -dediğine göre kahraman yazıyormuş ama inşallah küfür değildir-  bayramlık gömleğini izinsiz giymişti. Çıkışta şenlik şamata vardı anlaşılan. Sinek bu gün gelmeyecek miydi?
 
Oturmam için geçen bir iki saniyede tüm bunları düşünürken Hoca eliyle gel işareti yaptı. Bu günkü kurban bendim anlaşılan. Ben doğduğumda kulağıma ismimi bu hoca fısıldamıştı, babama da doğduğunda belki dedeme de o kadar yaşlıydı ki belki ikiyüzelli yaşındaydı. Tam duymayan kulağını bana doğru kıvırıp, az gören gözlerine siper olan gözlüğüyle suratıma bakıp  “ oku” dedi. Okurdum ne olacak. Benim için dua ezberlemek çocuk oyuncağıydı. Okumayı bilmediğim için sadece hocayı dinliyor ilk seferde ezberliyordum ama tüm arkadaşlarım gibi yavaş ve bilerek yanlış okuyordum. Çıkıntılığa gerek yoktu.  
 
Duayı zar zor okuyormuş gibi yaparak bitirip yerime geçtiğimde Sinek abdest almış gibi üstü başı ıslak halde kapıdan girdi.  Göz göze geldik tamam der gibi başını hafifçe eğdi ve çetemizin selamı olan saklanma işaretini yaptı. Çete dışında olan herkes, sağlık ocağında duvarda asılı olan beyazlar içindeki sarışın hemşirenin, parmağını dudaklarına götürüp sessiz olun işareti yaptığımızı sanırdı. Bu benim bulduğum saklanma işaretiydi. Nasıl duvar, tepe, ağaç arkasına saklanıyorsak, biz de işaret parmağımızın arkasına saklanıyorduk. İşaret parmağının arkasına saklanınca görünmez, dokunulmaz olurduk. Birisi diğerini kızdırıp sonra bu işareti yapsa diğeri sinirden çatlasa bile dokunamazdı. Çetenin kurallarından biride saklanma işaretini günde sadece bir defa kullanabilirdik. Onun için en ihtiyaç anında kullanılması daha etkili olurdu gereksiz kullananalar çoğunlukla pişman olurdu. İşaretin en kötü tarafı sadece aramızda işe yarıyor oluşuydu. Bunu tecrübe eden Ceviz’di. Kahvede pinekleyen yaşlı muhtarın fil gibi kulaklarının cazibesine kapılıp sert bir fiske vurmuş ve saklanma işaretini yapmaya çalışırken muhtarın meşe odunundan bastonu havada ıslık çalarak kafasına inmiş dünyası kararmıştı. Alnında kocaman ceviz büyüklüğünde şişlikle birkaç hafta dolaşmış, Ceviz ismine de böylece kavuşmuştu.
 
Sinek, en sevdiği gömleğini giymiş tek düşmanına ölümcül bir bakış atıp yanıma oturdu. Garip bir koku yayılıyordu. Benim merakla getirdiğini beklediğimi biliyor işi yavaştan alıyordu. Sertçe bir dirsek atınca cebinden kibrit kutusunu çıkarıp salladı. Bu şimdiye kadar duyduğum en yüksek sinek vızıldamasıydı. Kocaman bir tane tutmuştu. Kutuyu hafifçe aralayınca rengi yeşilden laciverte dönen kocaman sineği gördüm. Arka iki ayağını da pembe bir iple bağlamıştı. Hediye paketim hazırdı. Demek ki benim için ineklerin damına girmiş, tezeklerde takılmayı seven bu sineği yakalamış ve üstüne muhtemelen akşama kadar geçmeyecek o kokunun sinmesini dert etmemişti.
Sıcak yaz günlerinde caminin içinde zaman erir geçmek bilmezdi. Biz de vakti unutmak için çeşitli oyunlar oynardık. Bunlardan en zevkli olanı sinek karnavalıydı. Önce sinekler özenle yakalanırdı. Bunu için çok çalışmak refleksleri geliştirmek gerekirdi. Sinek konduğu yerde sürekli tetikte olur nefes alsanız uçar giderdi. Görüş alanından çıkıp arkasından usulca yaklaşmanız, elinizi havada en yakın noktaya kadar ilerletmeniz, sineğin dikkati dağılıp kanatlarını oynattığı, ön ayaklarını leziz yemeğe başlayacak gibi birbirine sürttüğünü gördüğünüz an şimşek gibi tek hamlede avucunuzu kapatmanız gerekirdi. Yüzlerce binlerce denemeden sonra ustalaşırdınız. En küçükler en hareketli tutulması zor olanlardı. En kolayları ise yaşını başını almış midesi dolu zor hareket edenlerdi.
 
Çetenin en iyi avcısı lakabının da hakkını veren Sinek’ ti. O istediği her sineği karate filmlerindeki gibi tek ayaküstünde, bir gözü kapalı, elinde iki çubukla tutabilirdi. Ama tutamadı. Denedi defalarca sabahtan akşama kadar kan ter içinde kaldı nedeyse bayılacaktı. Çete olarak acil toplandık. Filmdeki gibi düz çubuklar olsaydı tutabileceği, bizim çubukların hayıt dalından girintili çıkıntılı olduğundan görevin imkânsız olduğu ve tutmuş sayılması gerektiğine karar verince denemeyi bırakıp yere yığılmıştı.
 
Çetedeki diğer iyi avcılar sırasıyla Askı ve Patpat’ tı. Bir bayram sabahı bayramlıklarımızı giymiş büyüklerle beraber bayram namazına giderken Askı çıka gelmişti. Hepimiz ne olduğunu algılamaya çalışırken nasıl olmuşum deyip papyonunu iki eliyle düzeltip pantolonunu tutan siyah askıları başparmakları ile çekip şap diye bırakmıştı. Siyah beyaz sessiz bir filmde gördüğümüz komedyene benzemiştik. Sadece şapka, bıyık ve bastonu eksikti. Tabi o filmdeki adamın adını kimse hatırlamadığından lakabı Askı kalmıştı. Askı’nın kıyafetlerinin şokunu üzerimizden atamamışken bu sefer yukarı mahalleden pat pat diye sesler eşliğinde tozu dumana katıp gelen çocuğu gördük. Sonradan alacağı lakaptan da anlaşılacağı üzere Patpat gelmişti. Ayağında şimdiye kadar hiç görmediğimiz güzellikle kocaman ayakkabıya benzer bir şey vardı. Sanki iki tane tankın üzerinde duruyordu. Yazları plastik terlikten öteye geçememiş bizler için bu, aya ayak basmış adamın ayakkabıları gibiydi. Üzerinde ayakları iki yana açılmış elinde basket topu tutan bir adamın uçarken çekilmiş resmi olan beyaz ayakkabıları, yabancı ülkeden gelen akrabaları getirmişti. Onlar sayesinde de lakabına kavuşmuştu Patpat.
 
Camide vızıldayarak uçuşan sinekleri tek tek avlamaya başladık. Avcılık yetenekleri en az gelişmiş ama ip konusunda tam bir usta olan Kına’ydı. Sineklerin türlerine, büyüklüklerine, hızlarına, hangi yükseklikte uçmalarına ya da yerde sürünmelerine göre halıların tiftik tiftik olmuş kenarlarından özenle ipler çıkartır bizlere sadece sineklerin arka ayaklarına geçirdiğimiz ipin düğümünü sıkmak kalırdı. Bir düğün gecesi, hastası olduğu futbol takımı şampiyon olunca sarı saçlarının arasına tarla yolu gibi kına sürmüş sarı kırmızı kafayla tüm yaz ben aslan oldum artık diye dolaşmış fakat aslan yerine Kına lakabı üstüne kalmıştı.
Sinekleri yakaladıktan sonra en önemli nokta onların uçuş yüksekliğini tayin etmek olurdu. Sineğin büyüklüğüne, gençliğine, çeşidine göre ip ayarlanır, yüksekten uçacaksa kısa, ince ve naylon ip, otururken göz hizasında uçacaksa biraz uzun, kalın ve pamuklu ip, yerde sürünecekse kalın ipin ucuna süpürge çöpü takılırdı.
 
Yine bir gün sineklerimizi halının düz çizgileri arasında olimpiyat yarışı yaptırırken Sifo’nun sineğinin süpürge çöpü çözülmüştü. Sinek can havliyle özgürlüğüne kavuştuğunu sanarak ayaklarına bağlanan ipin ağırlığıyla yalpalaya yalpalaya etrafta bir iki tur attıktan sonra hocanın saçlarına konmuştu. Sinek, saçların içinden görünmemesine rağmen ayağındaki ip hocanın alnından kaşlarına kadar sakmış, hocanın her dua okuyuşunda araba sileceği gibi bir sağa bir sola gidip gelmişti. Gülmekten karnımıza ağrılar girmiş, başına konan sinekleri kovmayı yıllar önce bırakan hoca buna bir anlam verememişti. Çetenin acil toplantısından çıkan karara göre sinek pisti ve orada dururken hocanın duaları kabul olmazdı. Sineği alma işi süpürge çöpüne gevşek düğüm attığı için Sifo’ ya düşmüştü. Evlerin tuvaletleri bahçelerden içeriye alınmaya başladığı zamanlarda Sifo’ların yeni tuvaletini görmek için hep beraber evlerine gitmiştik. Heyecanla tuvaletin kapısını açtığında eliyle aşağı sarkan zinciri asılmıştı. Büyük bir gürültüyle yerdeki deliğe kuyu dinamosu gibi su fışkırtan beyaz kutuyu böğürmesi kesilene kadar izlemiştik. Suratımızdaki şaşkınlıktan zevk alan Sifo; ben size göstermek için çektim sifonu siz sakın ellemeyin çok su harcıyor yerdeki tasla görün işinizi deyince lakabını fazlasıyla hak etmişti.
 
Hoca ayrı âlemde çocuklar kendi âleminde gırgır şamata devam ederken dışarıdan iki adım bir baston sesleri gelmeye başladı. Ardından ahhh belim, kolum, bacağım sesleri gelir onu da çeşmede burun ve geniz temizleme sesleri takip ederdi. O zaman hepimiz çok sevinirdik. Bu yaşlıların öğle namazı için geldikleri ve dersin biteceği andı. Cebimdeki kibrit kutusuna dokunup biraz sarsınca sinek tüm gücüyle vızıldamaya başladı. Güzel hala canlıydı ve Ayşe’ ye götürene kadar böyle kalması gerekiyordu.
 
Bu arada ben Guru çetenin lideri. Bu lakabı nasıl aldığımı da başka bir gün anlatırım şimdi Ayşe’ yi görmem lazım.
 
 
Toplam blog
: 21
: 681
Kayıt tarihi
: 01.02.12
 
 

Yazalım bakalım. Ne istersek yazalım, nasıl istersek yazalım, nerede istersek yazalım. Buralarda ..