Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '17

 
Kategori
Öykü
 

Sıradan bir gün

Sıradan bir gün
 

...


Sisli, puslu bir hava… Gökyüzünde kara bulutlar dolanıyordu. Sinsi bir rüzgâr evlerin çatılarında gezinip, bacalardan çıkan isli dumanı sağa sola savurmaktaydı. Köşe başındaki marketin yeşil beyaz tentesinin rüzgârdan yırtılmış parçası tente demirini tokatlayıp duruyordu. Bu aylarda güz yağmurları bir başladı mı kiremitlerin tozu inerdi aşağı, çatılar kızıla boyanırdı.
Ufaktan yağmur sepelemeye başladı. Marketin üst katındaki evin balkon demirine tünemiş, tünediği yerde üşüyüp dertop olmuş kumru, ağırlaşmış kanatlarını açarak dengesini sağladı; uçup karşıki evin bahçe duvarına kondu. Safiye, bıkmıştı kumru pisliği temizlemekten, ama evin bereketi kaçmasın diye kovmuyordu kuşları. Karşıki evin alt kat balkon kapısı açıldı, kırk beş, elli yaşlarındaki Zeliha çıktı, aceleyle çamaşırları topladı, içeri girdi. Odada televizyon açıktı. Siirt’te bir uzman çavuşla iki erin şehit düştüğü söyleniyordu haberlerde. Zeliha, çamaşır sepetini yere bıraktı, kumandayı aradı, bulamadı. Bulduğunda sunucu enflasyon rakamlarını okumaya başlamıştı. Televizyonun sesini yükseltmekten vazgeçti, kumandayı kanepenin üzerine attı, derin bir iç çekti, oturdu, çamaşırları katlamaya koyuldu.
Daha iki ay olmuştu oğlunu askere yollayalı. Koltuğun yanındaki yuvarlak masada duran metal çerçeveli fotoğrafı aldı, onu bağrına bastı, öptü, Sonra fotoğrafa baktı uzun uzun… Fotoğraftaki delikanlı tüfek elde, kırlık bir alanda, bir kaya parçasının üzerinde durmuş, gururla gülümsüyordu. Ardında az ileride yüzleri seçilmeyen bir grup asker, kayalık zeminde arama yapmaktaydı. Sağda, tepenin altında bir yol… Arka planda alabildiğine geniş bir kırlık bölge. Zeliha tülbendinin ucuyla gözlerinden süzülen bir iki damla yaşı sildi. Fotoğrafı bir kez daha öptü. Burnuna bir yanık kokusu geldi. Aceleyle fotoğrafı masaya bırakıp mutfağa koştu.
Mutfak iyice ısınmış, ortalığı tencerede kaynaya kaynaya suyu bitip yanan kapuskanın kokusu sarmıştı. Zeliha hemen ocağı söndürdü, genzine dolan dumanı bir eliyle yelpazeleyerek savuştururken, öteki eliyle mutfak penceresini açmaya çalıştı. Pencere zor açılıyordu. Birkaç kez zorladı, açtı. Dışarıdan içeriye buz gibi bir hava doldu. Açık pencerenin önünde derin bir nefes aldı. Karşıki marketten elinde küçük bir poşetle çıkan genç kıza takıldı gözleri. Kız, soluna sağına bakınıp, koşar adımlarla karşı kaldırıma geçti.
Kızı tanıyordu Zeliha. Kuaförde çalışıyordu kız. Yirmisinde yoktu daha. Alt kat komşusu Gülten, askere gitmeden önce Zeliha’nın oğlunu bu kızla el ele yürürken gördüğünü söylemiş, “Kızın yaşı küçük ama pek cilveli bir şey, aman dikkat et, evlenelim diye tutturup işsiz güçsüz oğlanın aklını çelmesin!”demişti.
Zeliha, ne emeklerle büyütmüş, askere yollamıştı oğlunu. Çocuk, okumaya pek hevesli görünmüyordu. İte kaka sekizinci sınıfı bitirmişti. Efendiliğine efendiydi ama okul hayatı onu sıkıyordu işte!… Babası günlerce dil döküp, onu Endüstri Meslek Lisesi Torna Tesfiye Bölümünde okumaya razı etmişti. Ne hikmetse bu okulu bitirmekte pek zorlanmamış, üniversite sınavlarına girmek, şansını denemek yerine bir an önce askerliğini yapmayı tercih etmişti.
Zeliha içeri dolan serin havadan ürperdi, pencereyi örttü, buharlanan camı kâğıt havluyla sildi, bir süre kaldırımda yavaş adımlarla yürüyen kızı izledi. Biricik oğlunun gönül koyduğu bu kız da onu askere uğurlamış mıydı acaba? Oğlu sevdiğinin ellerini tutup ona “Sakın üzülme, aşkım!” demiş miydi? Kız buğulu gözlerle bakarken, oğlu biricik annesine dediği gibi “Abartma, herkes gidiyor askere, ecel kapıyı çalarsa biz de şehit oluruz” mu demişti acaba? Yoksa “Bekle beni, sağ salim dönecek, seni babandan isteteceğim” mi demişti? Oğlan askerden sağ salim gelsin, bir işe yerleşsin de kısmetse, gerisi el birliğiyle hallolurdu.
Elindeki kâğıt havluyu çöp kutusuna attı, yanmış kapuska tenceresinin kapağını açtı. Tencerenin dibi kömür olmuştu. Üstte kalan yanmamış kapuskayı küçük, emaye bir saklama kabına aktardı, dibi yanmış tencereyi musluğun altına koydu, içine su doldurup kenara aldı. Oğlunu askere uğurladığından beri bu kaçıncı yemek yakmasıydı!
İçerden televizyonun sesi geliyordu. Sunucu, Canan Karatay’ı konuk etmiş, sorular soruyordu. Zeliha, içeri geçti, televizyonun karşısındaki kanepeye oturup, çamaşırları katlamaya devam etti. Bir kulağı da televizyondaydı. “Şeker, en tatlı zehirdir! Şeker ve ekmek erken yaşlandırır, hastalandırır!” diyordu Karatay. Yine oğlu düştü aklına. Ne yer, ne içerdi dağın başında? Karavana yemeğine, hatta dibi yanmış tencere yemeğine bile hasrettir, diye düşündü.
Tam son çamaşırı da katlayıp sepete koymuştu ki telefonun sesiyle irkildi. Ne zaman telefon çalsa, bir acı haber duyma endişesiyle açıyordu telefonu. Arayan alt kattaki komşusu Gülten’di. Kahve içmeye çağırıyordu. Elazığ’dan romatizma tedavisi için gelip on beş gün evinde misafir kalan görümcesini sabah yolcu etmişti sonunda. Besbelli anlatacakları vardı.
Zeliha Gülten’e” Komşum, az önce işe daldım, ocaktaki yemeği unuttum. Suyu bitmiş, tencerenin dibi tutmuş mu sana… Bir tencere kapuska çöpe gitti!… Tencereyi nasıl ağartacağıma mı yanayım, benim adam işten gelince yemek bekler, ona mı yanayım!…Bilmem ki yetişebi…” derken Gülten lafa girdi;
“Anlaşıldı komşum, anlaşıldı. Hadi canım, sen işine bak. Fal kapatırız diyordum ama artık kısmetse yarın sende içeriz kahveleri. Fincanda askeri görürüz bakarsın. Hayırlı, kısmetli haberler alırız. Hadi sana kolay gelsin, kapatıyorum” dedi, telefonu kapattı. Zeliha, ahizeyi çevirip baktı, dudağını büküp, başını sağa sola salladı, telefonu yerine koydu, pencereye yaklaştı.
Yağmur ince ince yağmaktaydı. Marketin üstündeki evin balkon kapısı açıldı, uzun etekli, şişman komşusu Safiye, yan demire astığı yolluğu çekip aldı, içeri girdi. Onun oğlu da Şırnak’ta askerdi. Pazarda karşılaştıklarında Zeliha’ya “Teskeresine üç ay kaldı; ama oğlan teskeresini alıncaya kadar bana uyku haram” diye yakınıyordu. Uzaklardan gök gürültüleri geliyordu. Belli ki bir yerlerde sağanak yağmur vardı. Zeliha, kelle koltukta doğuda askerlik yapan; yağmur kar, fırtına, soğuk demeden, yarı aç yarı tok memleketi savunan oğlunu düşündü, onu bağrına basmanın hasretiyle derin bir iç geçirdi.
Yağmur hızını artırdı. Zeliha pencereyi kapadı, perdeyi çekti. Televizyonda reklamlar başlamış, televizyonun sesi yükselmişti. Kumandayı aradı, bulamadı. Mutfağın yolunu tuttu.
 
 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..