- Kategori
- Siyaset
Siyaset mezhepçi saiklerle mi yapılıyor?
Çok basit bir değerlendirmeymiş gibi görünebilir ama son yıllarda iktidarın birçok alanda gerçekleştirdiği icraaatların ve çeşitli alanlara dair yöneldiği politikaların ekseninde mezhepçi bir eğilimin izlerine şahit oluyoruz.
Bu politikalardan ayrı tutulması gereken ve özellikle kamuoyu ile liberal kalemleri oyalamak ve uyguladığı politikalara kamuoyu desteğini kesmemek için alelacele gündeme getirilen “Alevi Açılımı” meclise bile getirilmeden tarihin tozlu raflarına kaldırılmış durumda.
Bunun dışında iç politikada gündeme gelen her konuda “Alevilik” karşıtı, dış politikada ise son günlerde kendini iyice hissettiren “Şiilik” karşıtı bir politik ekseni çıplak gözle görebiliyoruz.
İç politikada ilk göze çarpan mezhepçi anlayış kendini orduya karşı yapılan operasyonlarda gösteriyor.
Demokrasi karnesi çok kötü olan ve darbelerle bu halka türlü eziyetler çektiren ordu, AKP iktidarı döneminde, olması gereken siyaset üstü sınırlarına çekilmiş durumda. Fakat bu operasyon yapılırken izlenen yöntem, kamuoyu tarafından ordunun içinde bir darbeci temizliğinden çok “Alevi” temizliği yapıldığı yönünde algılanıyor. Tasfiye edilen subayların büyük bölümünün bu nitelikte olduğu tartışma götürmez bir gerçek.
Bir başka iç politik operasyon ise yargı üzerinde yapılan operasyon.
12 Eylül referandumuyla yapılan anayasa değişiklikleriyle yargının geldiği nokta, ordudan çok da farklı değil. “Yargıdaki mezhepçi anlayışı yok edeceğiz” propagandalarıyla yüksek yargıya yönelik yapılan anayasal değişiklikler sonrası yapılan seçimler ve atamalarla yüksek yargı sözü edilen “Mezhepçi anlayışın” tahakkümünden kurtarıldı!
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın deyimiyle “Allah verdikçe verdi” ve yüksek yargı da hükümetin istediği kıvama geldi.
Zaten ilk derece mahkemelerine hakim-savcı atama, terfi ve yer değiştirmelerinde tek seçici Adalet Bakanlığı ve HSYK olduğu için bu kademelerde Hükümet açısından bir sorun yoktu.
Bu iki büyük kuruma yapılan operasyonlar Hükümet açısından başarıyla sonuçlandı!
Dışarıdan tarafsız bir gözlemci sıfatıyla bakıldığında, Hükümette, bakanlıklarda, merkez bürokraside sözü edilen mezhepçi anlayıştan bir temsilci bile bulmak mümkün değil.
Sözgelimi, bir tarama yapılsa valiler, kaymakamlar, vali yardımcıları, emniyet müdürleri ve bakanlıkların il teşkilatlarında il-ilçe müdürü düzeyinde bir tane bile Alevi bürokrat bulmak mümkün olmayacaktır.
Aksi söz konusu olursa burada sözümü geri almaya ve özür dilemeye hazırım.
Öyle ki; 12 Haziran 2011 Milletvekili Seçimlerinde, AKP tarafından, bir yandan “Alevi açılımı” yapacağız söylemleriyle Alevilerin gönlünü kazanmaya yönelik politikalar gündeme getirilirken, bir yandan da CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun da mensup olduğu mezhep olan Alevilik nezdinde, el altından bir Alevi karşıtı propaganda yürütüldü. Bu propaganda özellikle İç ve Doğu Anadolu bölgelerinde çok etkili de oldu.
Son olarak ilk ve orta öğretimde köklü değişiklikler yapan “4+4+4 Yasası” getirdiği “Kuran-ı Kerim” ve “Hazreti Muhammed’in Hayatı” gibi seçmeli derslerle “Sünni-Hanefi” anlayışı öne çıkaran; “Alevilik” anlayışını da sönümlenmeye terk eden yapısıyla Hükümetin “Altın Vuruşu” olmaya namzet görünüyor.
Yasa, eğitimde esneklik, özelleştirme, eğitimin piyasaya açılması ve eğitim emekçilerinin kazanılmış haklarının gasp edilmesi gibi görünür amaçlarının yanında, zaten devletin, geliştirilmesine hiçbir katkı sunmadığı Aleviliği de yok etmek ve toplumsal hafızadan silmek için yapılan bir darbe niteliğinde.
Alevi-Bektaşi örgütlerinin yıllardır dişiyle tırnağıyla mücadele ederek elde ettikleri kimi kazanımlar henüz “Cem Evleri’nin İbadethane” olarak taçlandırılmasıyla sonuçlanmamışken, Hükümetin eğitim alanında attığı adımlar arasında Aleviliğe yönelik hiçbir düzenlemenin bulunmaması, Alevi-Bektaşiliği olumsuz olarak etkileyecek ve Aleviliğin toplumsal hafızadan giderek silinmesine yol açacaktır.
Dış politikada “Komşularla Sıfır Sorun” şiarıyla başlayan barışçıl politika, son zamanlarda neredeyse sorunsuz komşumuz kalmamacasına “Bütün Komşularla Bir Çok Sorun” şekline dönüşmüş durumda.
Özellikle Tunus, Libya ve Mısır’la başlayan ve komşularımıza da sıçrayan “Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanmalar, Hükümetin dış politikasının yönünü değiştirecek kadar etkilemiş durumda.
Libya’da Kaddafi’ye destek ile başlayan süreç, Kaddafi muhaliflerine askeri ve maddi yardım düzeyine gelerek; Suriye’de “Kardeşim Esad’dan”, muhaliflere açık destek veren “Men Dakka Dukka’ya” kadar uzadı.
İran’la olan ilişkiler ise tam bir muamma.
Suriye, İran ekseninde gelişen dış politika, son zamanlarda iyice tutarsızlaşarak ilkesiz bir hal almaya başladı.
Aynı gün içinde Sayın Başbakan “İran’ın nükleer silah üreteceğine inanmıyorum” derken, Hükümetin Enerji Bakanı, “Nükleer çalışmalar yaptığı için” İran’a yaptırım uygulamaya yönelik tedbirler alarak ikircikli ve tutarsız bir durum ortaya çıkardı.
Bu iki ülkeye yönelik politikaların tarihsel yörüngesi olan barışçıl ve sorunsuz komşuluk ilişkilerinden çıkarak Suriye ile sıcak savaş, İran ile de karşılıklı atışmalarla devam eden sürtüşme noktasına gelmesi düşündürücü. Bu ülkelerle karşılıklı çıkara dayanan ilişkiler yerini, bir başka ilkeye dayanan ilişkilere bıraktı sanki.
AKP’nin ve Milli Görüş’e mensup partilerin yıllarca sürdürdüğü “İran dostu” politikalar tersyüz olmuş durumda.
CHP ve hemen hemen bütün sol tarafından, “Şeriat ihraç edecek” diyerek “Türkiye, İran olmayacak” sloganlarıyla karşı durulan İran’a; şimdi muhafazakâr-demokrat AKP’de, karşı tutum alıyor.
İster istemez insanın aklına , “Muhafazakâr-demokrat AKP’nin, İran, Suriye ve hatta Irak yönetimi karşıtı haline gelmesi, ABD’nin, ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ ile bu bölgede Türkiye’ye biçtiği rolle ilgili olabilir mi?” sorusunu getirmiyor değil.
Ancak bu soru, Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye ile gelinen durumu açıklamaya yeterli değil. Dış etkenlerin yanında, AKP’nin iç politikada yöneldiği “Alevi” karşıtı ve “Sünni-Hanefi” eksenli politika, dış politikada da “Şii” karşıtı politikayla da kendini göstermeye mi başladı?
Hükümetin yürüttüğü iç politika ve özellikle dış politika din ve mezhep eksenli yürütülmüyor gibi görünse de, tamamen de bu etkenlerin dışında kabul edilemeyecek duruma gelmiş gibi görünüyor.
Suriye ile “PKK” ve “su” nedenli sürtüşmelerin dışında geçmişte hiçbir problem yaşanmadığı, İran ile “Şeriat ihraç edecek” sanrılarının dışında uzun yıllar ciddi bir problem yaşanmaması durumu göz önüne alındığında; dış politikada, geçmişteki iyi komşuluk ilişkilerini bitiren bu yeni yönelim, komşularla çatışmalı bir süreci getirecek tehlikeleri barındırıyor.
Dış politika, ülkelerin karşılıklı çıkarları üzerine kurulursa sağlıklı yürür.
Karşılıklı çıkarlar da, ülkelerin demografik yapılarının özelliklerinden çok, siyasal çıkarları ile ilgilidir.
İç politikada “Sünni-Hanefi” eksenli, dış politikada “Şii-karşıtı” yönelim, Türkiye’yi içte ve dışta demokratik, çoğulcu bir ülke olmaktan çıkararak, çağdığı güdülerin hâkim olduğu maceracı bir sürece sokacaktır.
Giderek gelişen bu tehlikeli süreci durdurmak ve politikayı daha insancıl temellere oturtmak bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının asli görevidir.