Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '07

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Sizin karmanız ne alemde?

Sizin karmanız ne alemde?
 

Çok popüler TV dizisi Lost’u seyrediyor musunuz ? Yoksa siz de iki sezonun DVD’lerini iki haftada bitirip üçüncü sezonu haftalara yayılan azapla izleyen, şimdi de verilen uzun ara nedeniyle merakla “e şimdi ne olacak?” diye bekleyenlerden misiniz? Sizin için “sıradan bir macera dizisi” mi o, yoksa siz de sembollerin, sırların, gizemlerin içinde kaybolup gittiniz mi?

“Bilenler bilmeyenlere anlatsın” demekle kaçmak mümkün olmadığına göre, şöyle bir kısa özet verelim : Bir uçak kazası sonucu bir adaya düşen ve burada mahsur kalan bir grup insanın, geriye dönüşlerle hayatlarındaki sorunlarla hesaplaşması ve bu esnada bir yandan kurtulmak için çaba gösterirken bir yandan da adanın kendisinden kaynaklanan tuhaf ve anlaşılmaz olaylar ile başa çıkmaya çalışmasını anlatıyor dizi. Ama elbette bu son derece basit özet, dizinin neden bu kadar popüler olduğunu anlatamaz size. Ancak bir grup “aklı evvel” (?) var ki, dizinin kendisini bırakıp anlatılanların gerçek hayattaki izdüşümlerini bulmaya takmıştır kafasını. Her ne kadar hayatın anlamı dizide saklı olmasa da, “her şeyden çıkarabileceğimiz bir ders var” gözlüğü ile baktığımızda dizi etrafımızı değerlendirirken rahatlıkla kullanabileceğimiz iki temel referans noktası verir bize :

1 – “Herşeyin bir nedeni vardır” (Everything happens for a reason)

2 – “Ne ekersen onu biçersin” (karmik yasalar ve dharma)

İnsan, doğası gereği devamlı sızlanır durur. Etrafımıza baktığımızda görüyoruz ki memnuniyetsiz ve umutsuz olduğumuz günlerin sayısı ne yazık ki hayata olumlu şekilde baktığımız günlerin sayısını fersah fersah aşıyor. Başlangıç noktası hangisi olursa olsun, doyurulmamış arzuların yarattığı gerilim kaçınılmaz olarak hem özel hayatımızı hem de çalışma hayatımızı olumsuz etkiler. Sonra da bir “tenis maçı hissi” yaratarak bir taraftaki olumsuzluk diğerine sıçrar, oradan katlanarak geri döner ve çoğunlukla top bir noktada kafamıza sertçe vurarak toparlanmamızı sağlar ya da dibe vurmamıza neden olur. Ancak çoğunlukla sonuçta suçlanan hep “zalim kader”dir.

Her ne kadar “kader” tartışması biraz filozofların, çokça da dinbilimcilerin işi ise de eski bir Hint atasözünü (ki biz bunu genelde kısaltılmış hali ile ve çoğunlukla Çin özdeyişi olarak biliriz) hatırlamakta yarar var :

“Bir düşünceyi ektiğinde bir davranış, bir davranışı ektiğinde bir karakter, bir karakteri ektiğinde ise bir kader biçersin.”

Düşüncenizin kaderiniz olması hiç de o kadar mistik değil aslında. Şöyle hayatımıza dürüstçe, kendimizi kandırmadan ve objektif bir gözle bir dönüp baktığımızda açıkça görürüz ki önümüze çıkan yol ayrımlarında verdiğimiz kararlar ve bunları uygulama şeklimiz bizim şimdiki durumumuzu doğurmuştur. “Bu kadarcık para ile geçinemem” diyerek aslında kendisine çok daha uygun olduğunu içinde hissettiği akademisyenliği bir kenara itip de özel sektörde bir bankada çalışmaya başlayan ve yıllar sonra iş hayatında başına gelen her olumsuz şeyin nedenini aslında bankacılığı hiç sevmemesine bağlayan ama bunu da “kader” olarak niteleyen biri acaba ne kadar gerçekçidir ?

Doğu felsefesinden ve özellikle Vedik dinlerden çokça alıntının olduğu popüler dizimiz Lost’ta da geçen bu “kader-kişisel seçim” çekişmesi, bir anlamda iş hayatımızda karşılaştığımız sorunları algılayış biçimimize de ayna tutar. Vedik inanışa göre karma yasası der ki; yaşayan tüm canlılar kendi karmalarından, yani kendi hareketlerinden ve bu hareketlerin sonucunda ortaya çıkan sonuçlardan sorumludur. Olumsuz karma düzeltilmediği takdirde "yeniden doğuş" ya da devamlı yinelenen döngü ile aynı şeyler tekrarlanır (yani "samsara" oluşur). Oysa önemli olan doğru karmayı sağlayarak Dharma'ya (nihai gerçek, asıl yol, evrenin değişmez kanunları) ulaşmaktır.

Basitçe “etki-tepki yasası” olarak nitelendirilse de bu “karma” anlayışı içinde derin bir “kendini bilme, analiz etme ve yargılama” ihtiyacını barındırır. İşte gerçek yaşamda bize gereken kısım da tam bu noktada karşımıza çıkıyor : İş hayatımızda başımıza gelenlerin ne kadarı bizim dışımızda gelişiyor, ne kadarını aslında (bilsek de bilmesek de) biz yarattık ?

Bir şirketin finansal açıdan düşük performansı sorgulandığında suçlu ekonomideki dalgalanmalar ve sektörel darboğazlar olduğu kadar, patronlara göre şirket yöneticilerinin ve çalışanlarının, yöneticilere göre patronların ve çalışanların, çalışanlara göre ise patronların ve yöneticilerin olması gerektiği gibi davranmamalarıdır. Ya patron yanlış alana yatırım yapılmasında ısrar eder, ya yönetici basiretsizdir ya da çalışanlar yeterince becerikli ve kalifiye değildir. Herkes “iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına” prensibini savunur ama ortada bol miktarda çuvaldız varken bir tane bile iğne bulunmaz. Bir günah keçisi bulunur, fatura ona çıkarılır ve yeni bir sayfa açılır ama asıl sorun çözülmemiş biçimde oralarda bir yerlerde kendi döngüsünü yeniden kurmak için faaliyete geçer. Yani, bir nevi yukarıda sözü edilen “olumsuz karma” (düzeltilmemiş hareketler ya da çözüme kavuşmamış sorunlar) “samsara”yı oluşturmaya devam eder ve dharmaya yani asıl çözüme/yola ulaşılmadığından kısa bir süre sonra şirket benzer bir düşük performans sorunu ile yüzyüze gelir. Bu hiç de mistik değil, hatta oldukça matematiksel, değil mi? 2+2 = 4 gibi...

Peki çalışanlar olarak bizler bize sunulanların ya da bu sunulanların yakın gelecekte getirebileceği diğer şeylerin ne kadar farkındayız? Bir başka deyişle, kendinizi değerlendirdiğinizde fırsatları koklayabildiğinizi söyleyebilir misiniz? Birinin cennetinin diğerinin cehennemi olabileceği ne kadar doğruysa, bir çalışanın teptiği bir iş veya gelişim fırsatının diğerinin kariyerinin dönüm noktası olabilmesi de o kadar mümkün. Bu da biraz ne kadar istekli ya da ne kadar cesur olduğunuz ile ilgili. Elbette bilinmezlik denizine cankurtaran simidiniz olmadan ya da yüzme bilmeden atlayın demiyoruz, ama alabileceğiniz (hesaplı) riskin büyüklüğü, bunun sonucunda elde edebileceğiniz getirinin de yüksekliğini belirler genelde (“the higher the risk, the higher the return”). Oysa çoğumuz güvenli limanlarımızda dalgakıranlarımızın arkasında açık denizi seyirle yetinmeyi yeğleriz – ama tabii o açık denizlerde binbir kahramanlık göstererek adını duyuran kişilerin hikayelerini de kimi zaman gıptayla, ama çoğu zaman da kıskançlıkla dinlemeyi hiç ihmal etmeden.

“Etkiye tepki” düşüncesini içselleştirip gündelik hayata uygulayabilir hale getirmemiz aslında bize çalışma hayatında da bir avantaj sağlar. Bu durumda Gandhi’nin de dediği gibi dünyada görmek istediğimiz değişimi bizzat kendimiz uygulayarak bir başlangıç noktası yaratmamız mümkün. İki yıl önce Kurum Kültürü eğitimlerini vermek üzere kampa alındığımızda eğitmenimizin söylediği şey de aynen bu idi : “Birinin size gülümsemesini istiyorsanız önce siz ona gülümseyin”. Söylemesi çok kolay ama yapması o kadar zordu ki! Aslında tek yapmamız gereken asansöre bindiğimizde tanısak da tanımasak içeridekilere “günaydın” demek, “iyi çalışmalar” diyerek de asansörden inmekti. Üstelik bu aynı zamanda medeni ve olması gereken bir davranıştı. Nitekim o güleryüzlü tek “günaydın” sonucu elde ettiğimiz pozitif görüntüyü tanışıklığa ve buna bağlı olarak daha verimli ve yapıcı iş ilişkilerine dönüştürmeyi başarabildik. Bir yandan da şu Kevin Spacey-Helen Hunt’lı ünlü “İyilik Bul, İyilik Yap”[1] filminde olduğu gibi, başkaları da kendi “günaydın”larını vermeye başladılar ve bir şekilde biz de kendi değişim noktamızı başlatmış olduk.

Ancak ne ilginçtir ki, o eğitimde beraber olduğumuz ve aynı sözleri kafasını sallayarak dinleyen ve hararetle alkışlayan kişilerin pek çoğu için asansör nedense hala bir surat asma yeri – mahkeme duvarı gibi bir yüzle içeriye giriyor, kaçar gibi de iniyorlar. Sonra da o olumsuz enerjiyi yaydıkları kişilerin kendilerine neden gülümsemediğini ya da işlerini yokuşa sürdüğünü basit bir şekilde açıklıyorlar : “O zaten çok ters bir adam !” Peki, neden siz onu “düz” hale getirmek için şansınızı bir kerecik olsun denemiyorsunuz?

Yönetici-çalışan ilişkileri ise işin bir başka sancılı boyutu. Çoğu zaman yöneticiler çalışanlarını kaytarmakla, işi zamanında ya da hatasız olarak bitirmemekle suçlarlar. Mesai saatlerine sıkı sıkıya bağlı kalınmalıdır, mazeret izinleri işten kaçmanın bir yoludur, hastalık nedeniyle işe gelmeme sadece sorumsuzluktur – bir çalışan kendisine mutlaka dikkat etmeli ve hastalanmamalıdır. Ancak iş yöneticinin kendisine gelince 09:25’te işbaşı kabul edilebilir (çünkü o bir yöneticidir ve ya kahvaltıda sosyalleşmek suretiyle aslında iş ilişkilerini geliştiriyordur, ya da dinç bir şekilde işe gelebilmek için biraz uyuyuvermiştir); başı çok ağrıdığı için kafasını yataktan kaldıramıyordur (hem zaten işyerinde olduğu sürece o kadar çok çalışıyordur ki biraz dinlenmek onun da hakkıdır – iş yüzünden hasta olmuştur) vs vs vs. Kendisi rol modeli olmadan başkalarından kesin itaat bekleyen bir yönetici bu durumda “balık baştan kokar” atasözünün canlı temsilcisi olarak ortada dolaşır – üstelik eğer kendisinin de bir yöneticisi varsa aynı tiyatro oyunu o düzeyde de sahnelenmeye devam eder. Gördüğünüz gibi, nasıl isimlendirirseniz isimlendirin, bir karma-samsara olayı her alanda kendini gösterir.

Tabii yukarıdaki örneği çalışanların açısından değerlendirdiğimizde de durum çok farklı değil : O kadar eleştirilen, “tu kaka” denilen yöneticiler nedense hiç bulundukları yeri hak etmezler, onların yaptığını herkes yapar, zaten aslında bütün iş çalışanların üzerindedir, halbuki o kadar maaşı onlar alsa müthiş başarılara imza atabilirler, ama “ne kadar ekmek o kadar köfte” prensibi uyarınca çabalamak gereksizdir. Bu düşüncedeki çalışan kendini geliştirmeyi, performansını yükseltmeyi ve işe bir şeyler katarak gerçekten bir değişimi başlatmayı düşünmez. Sonuç: Tatminsiz iş ortamı, düşük performans, geciken ya da hiç gelmeyen terfiler/maaş artışları... Suçlu : Yönetici destekli “Zalim kader” ! Acaba sadece o kadar mı?

Hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken bir gerçeği “The Secret” (Sır)[2] isimli film/kitap çok güzel özetliyor : Şu anda yaşadığımız şeyler, şimdiki zamanın realitesi gibi gözükse de aslında geçmişteki düşünce ve davranışlarımızın bugüne sarkan sonuçları. Şimdiki durumumuzda alacağımız kararlar, düşüncelerimiz ve davranışlarımız ise geleceğimizi belirler. Yani, şu anda iş hayatımızı şekillendirmek için atacağımız her adım, gelecekteki kariyer yolumuz için döşeyeceğimiz bir taştır. Dolayısıyla kader inancını korusak bile “önce tedbir sonra tevekkül” anlayışına bağlı kalarak öncelikle bir hedef belirlemek, sonra o hedefe ulaşmak için yapmamız gereken şeyleri gerçekleştirme arzusuna sahip olmak ve bu doğrultuda harekete geçmek en doğrusu... Unutmayın ki, kendi kısırdöngünüzü kırarak “samsara”dan çıkmak ve olumsuz karmanızı olumluya dönüştürerek değişimi yaşamak sizin avuçlarınızın içinde olabilir. Başınıza şimdiye kadar her ne geldiyse bir nedeni vardır ve sizi yıkmayan herşeyin sizi güçlendirdiği ve tecrübelendirdiği de bilinen bir gerçektir. O halde “bunun da bir sebebi var” diyerek olanlardan ders almak ve olumsuzu olumlu hale getirmek de insan becerisi dahilinde gerçekleştirilebilecek bir şey. Sonuçta aklımız ve değerlendirme yetimiz bizi “insan” kılan en önemli faktörlerden değil mi?

Lost’un sonunun nasıl olacağı bilinmez, ama bizim yazımızın sonunu “farkındalık” ana temalı şu hikaye ile getirelim :

İki melek sıradan köylüler gibi giyinerek bir köyde gezintiye çıkarlar. Yolda rastladıkları bir dilenciye çok acıyan meleklerden biri diğerinden ona bir şeyler vermesini ister. İkinci melek “bu bir şeyi değiştirmeyecek” der. “O kendisine verileni farkedebilecek biri değil”. Ancak birinci melek ısrar edince ikinci melek dilenciye bir karpuz verir. Dilenci için bu son derece anlamsız, üstelik de tatsız bir sadakadır, çünkü karpuzu hiç sevmez. Ancak “belki bunu verip yerine başka bir şey alabilirim” düşüncesi ile pazar yerine gider ve şansına (?) bir miktar paraya karpuzu satacak birini bulur. Durumdan mesut bir şekilde parasını cebine koyup yeni yardımsever insanlar aramak için yoluna gider. Ancak karpuzu satın alan kişiyi büyük bir sürpriz beklemektedir : Karpuzun içi paha biçilmez mücevherlerle doludur ! Karpuzun verildiği dilenci bunun ne kadar değerli olduğunu anlayamamış, öylece verivermiştir avuçlarının içindeki hazineyi...

Siz sahip olduğunuz şeylerin ve onların değerlerinin ne kadar farkındasınız? Yoksa Phil Collins’in şarkısında olduğu gibi “kaybedene kadar elinizdeki şeyi(n değerini) bilmiyor” musunuz[3] ?

Peki sizin karmanız ne alemde?

[1] “Pay It Forward”, 2000 : Kevin Spacey, Helen Hunt, Haley Joel Osment

[2] “The Secret”, Rhonda Byrne, Owo (MIA) Basım Yayın, İstanbul 2007

[3] Phil Collins, “Something Happened on the Way to Heaven”, 1990 (Albüm : “... But Seriously”)

 
Toplam blog
: 15
: 1202
Kayıt tarihi
: 08.09.07
 
 

1973 İstanbul doğumluyum. Kadıköy Anadolu Lisesi ('91)'nin ardından 1995'te Boğaziçi Üniversitesi..