- Kategori
- Gezi - Tatil
SLOVENYA / BLED
SLOVENYA / BLED / RADOVLJİCA GEZİ NOTLARI
17 MAYIS 2019 ( RİBÇEV LAZ - BLED )
Gece boyu, uykuya dalana kadar sadece kuş seslerinin hâkim olduğu bir sessizlik ve dışarıda koyu karanlık vardı.
Odamızda son kahvaltımızı yapıyor, çantaları toparlıyor, özleyeceğimi bildiğim Bohinj’e balkondan son kez bakıyor ve Bled otobüsüne binmek üzere sokağa çıkıyor durağa geliyoruz. 08.47’de gelecek olan Arriva otobüsünü beklerken dayanamayıp yine göl kıyısına iniyo, durgun sularında son fotoğraflarımı çekiyorum.
Otobüs, her zamanki gibi tam saatinde geliyor. Bizden başka kimseler yok otobüste ( 3.60€ ). Rüya benzerei köylerden, yamaçlardan geçip kırk dakika sonra Bled Gölü’nün doğu kıyılarında ilerlemeye başlıyoruz. Sonunda Bled’in minik otobüs terminalindeyiz.
Haritamı açarak önce Grajska caddesi, sonra Svoboda sokağı, presernova cesta’dan muhteşem evlerin sıralandığı Crtomirova Ulica’da Marco’s House’e geliyoruz elimizle koymuş gibi ( 110.52€/2 gece ).
Çantalarımızı bırakıp, Bled Kalesi’ne yöneliyoruz eşimle. 125 metre yükseklikte bir kayanın üzerine kurulu ve 220 merdivenle çıkılıyor. On yıl önce geldiğimde arkadaki orman yolundan yürümüş ve sabahın erken saatleri olmasına rağmen kanter içinde kalmıştım. Turist otobüsleri henüz gelmeden kaleye girmek ve aşağıda uzanan muhteşem göl manzarasını ve içindeki inci gibi duruşuyla Assumption Kilisesinin fotoğraflarını çekmek istiyorum. Giriş 11€. Bilet alıp giriyoruz, bir anda arkamızdan yüzlerce Uzak Doğu’lu turist dolduruyor kalenin daracık meydanlarını.
Slovenya’nın en çok ilgi gören yeri şüphesiz Bled. Özellikle, gölün ortasındaki St. Mary Assumption Kilisesi, balayı için buraya gelenlerin, eşlerini merdivenlerde taşıyarak, iyi bir evliliğe başlangıç yaptıkları inancını pekiştiriyor. Küçük adadaki çanı çalanlar, iyi şans dileme fırsatı bulabiliyorlar kendilerine. İddiaya göre, tam 10 Nisan 1004 yılında bitirilmiş kilisenin inşaatı, hem de Kutsal Alman İmparatoru ünvanını taşıyan 2. Henry’nin emirleri ile yapılıp, zamanın Bled papazına hediye edilmiş.
Bled gölünün ortasındaki, küçücük adacığı ve üzerinde yükselen Romanesk Gotik tarz kiliseyi fotoğraflamanın en iyi yolu, Bled kalesine çıkmak olmalı, göl seviyesinden çekilecek hiçbir fotoğraf, masmavi gölün ortasındaki, bu adacığın güzelliğini hissettirip anlatamayacak.
Bled Kalesi’nin tarihi, Alman Kralı 2. Henry’nin dönemin piskoposuna Bled’in mülkünü hediye ettiği 1004 tarihlerine uzanıyor. 1011 yılında din adamları, savunma amaçlı kale inşa ettiler. 1511 yılında geçirdiği depremde neredeyse tamamen yıkılmış olsa da, yıllar içinde eski haline uyularak yeniden inşa edildi.
Farklı açılardan fotoğraf çekmeye doyamıyorum, ama geç geldiğimiz için ışık oldukça sertleşmiş, bu yüzden daha önceki gelişimde aldığım fotoğraflar yine favorim olacak sanırım.
Sonra, kalenin içindeki müzeye giriyoruz eşimle. Kale 2009 yılındaki ilk ziyaretimde bakımlı görünümü ile dikkatimi çekmişti, zira 2008’de yenilenmiş ve Barok odaların büyük kısmı sunuma açılmıştı. Kale müzesinin envanteri hacmine göre oldukça zengin sayılabilir. 400’den fazla orijinal eser ve replika, jeolojik, doğal buluntular, kale inşaatı sürecinin katmanlarının teşhiri, paleontolojik dönemlere göndermeler yapan fosil kalıntılarının flora ve faunası müzeyi gezmeye değer kılıyor.
19. yüzyılda, zenginlerin rağbet ettiği bir sağlık kürü tesisine dönüşen müze alanının 1. katında göze çarpan komik pantolonlar, bakır banyo küveti zenginlerin şımarık fantezilerinin izlerini taşıyor günümüze.
İkinci katta bulunan ve şimdi kullanıma kapalı olan tuvalet, dünyanın en iyi manzarasına sahip tuvalet olarak nitelendiriliyor.
Saat 13.00’de kaleden çıkıyor ve bitmez tükenmez görünen merdivenleri iniyor ve Sv. Martina Kilisesi’ne giriyor serin koltuklarına kendimizi bırakıp dinleniyoruz. İster istemez, felâket insan kırımlarından sonra yola gelen Hristiyan mezheplerinin bu mâbedlerinin insanın kendisiyle hesaplaşmasına ve arınmasına dönük kişisel muhakeme salonları olduğunu düşünüyorum. Camilerin ise insanın iç sesine yön vermek yerine toplumsal işlev alanı olarak görülmesi hattâ ajitasyon alanı olarak kullanılmasının ne denli İslâmi öğretilerin gereği olduğunu düşünüyorum bu arada.
Sonra, Bled Gölü’nü çepeçevre yürümeye başlıyoruz eşimle. 8 kilometrelik parkur, bazen göl sularının üzerine yapılmış ahşap platformlar, bazen de doyumsuz orman patikaları içinden devam ediyor. 5 km2 büyüklüğündeki Bled Gölü, alanının aksine bitip tükenmez fotoğraflar veriyor ve durmaksızın tripodumu kurarak deklanşöre basıyorum. Ne var ki, kalenin hemen altına denk gelen yolda devam eden alt yapı çalışmalarının yarattığı toz ve iş araçları kargaşasını Bled’in güzelliği ile bağdaştıramıyor ve zamanlamayı anlamsız buluyorum. Gerçi, aynı sorunu Ribçev Laz’da da yaşamıştık. Belki, ağır geçen kış şartlarından sonra en müsait günler oluyor bu dönem alt yapı çalışmaları için. Gölün eni boyu yaklaşık olarak 2.12x1.38 kilometre ölçülerinde.
Jülyen Alpleri’nin karlı zirveleri ve bulutları ile fon yaptığı, Bled Assumption Kilisesi’nin sevimli çan kulesi ve ardında uzanan Bled Kalesi, tekrar tekrar beynime kazınacak muhteşem enstantaneler bırakıyor.
Ahşap platformlara oturarak verdiğimiz kısa molalarda bile gözlerimiz hep Jülyen Alp Dağlarında oluyor. Sonunda, Bled’in ( bence ) en sevimsiz bölgesine otellerin sıralandığı bölgeye geliyor ve Gradska Caddesi’ne giriyoruz. Gözlerim, on yıl önce kaldığım hostelin hemen yanındaki Gostilna Pri Planincu adlı restoranı arıyor. Hem fiyatları uçuk değil, hem de yemekleri çok lezzetliydi hatırladığım kadarıyla.
Aradan geçen zaman zarfında Bled’de marka olmuş bu restoran, ratingleri de mükemmel. Sonunda, buluyor ve oturuyoruz. İki cevapcici ( köfte ) ve Slovenya markası olan Union bira söylüyoruz. Lezzet ve tokluk yeni yorgunluklara hazırlıyor tekrar ve 26€ ödeyerek tekrar göl kenarına iniyoruz. Belediye Binası’nın önündeki parkta başlayan “ yaz sezonu başlama şenlikleri “ ni izliyoruz. Kurulan sahnede, farklı topluluklar güzel müzikler yapıyorlar. Anika isimli genç kızı özellikle beğeniyorum.
Akşam üzerine doğru göl durgunlaşıyor, konser platformunun yanında kurulmuş yiyecek içecek satan kulübelerden bira alıyor ve minik hışırtılarla bizi Bled Gölü seyrine davet eden seslerin davetine uyarak dikkatimi ileride yükselen ve sisler arasında kaybolmaya yüz tutan Bled Kalesi ile kilisenin çan kulesine veriyorum.
Bir yandan, daha on beş yıl önce, Yugoslav iç savaşının yıkımını yaşamış ülkelerin bu denli sorunsuz bir yaşama kavuştuğunu, ülkemin neden bir türlü toparlanamadığını düşünürken, akşamın alacakaranlığı giderek yerini karanlığa terk ediyor. Zaten sayıları azalmış kuğularla, gölün demirbaşı ördeklerin sesleri giderek azalıyor ve yataklarında uykuya çekiliyorlar.
Derken, kalenin ışıkları yanıyor, huzur ve huzursuzluk demleri arasında gidip geliyor ruhum.
Gölün simgesel tekneleri Pletnaların arasından Bled Kalesi’ni fotoğraflıyorum ışıktan yararlanabildiğim kadarıyla.
Havanın iyice serinlediği saatlerde odamıza dönüyor ve balkonda eşimin hazırladığı Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin kahvesi ile hemhâl oluyoruz.
18 MAYIS 2019 ( BLED - RADOVLJİCA - BLED )
Bugün hava dünden de kötü. Meteoroloji siteleri havanın çok bulutlu ve zaman zaman yağışlı olduğunu söylüyor. Balkonda kendi hazırladığımız çay ve kahvaltı ile yeni bir güne başlıyoruz. Çevremizde uzanan bahçe ve evlerdeki düzen ve estetiği izliyorum bir yandan, bir tane kolayına ve ucuzuna kaçılmış bina müştemilat hattâ odunluk yok. Yaşam sevgisi insanların kendilerine ve çevrelerine gösterdiği saygıdan başlıyor.
Bled’in minicik otobüs terminalindeyiz. Hedefimiz Radovljica’ya gitmek. Ribçev Laz’ın Zlatorog Camp durağından kalkan Arriva otobüsü giriyor terminale ve 10.30’da hareket ediyor. Onbeş dakika süren, sekiz kilometrelik eşsiz panoramalar eşliğinde yol bitiyor, Radovljica’nın dışında iniyor ve Eski Kent’e yürüyoruz. Elimde, on yıl önce edindiğim detaylı harita, tarihe mâl olmuş binaları tanıyor ve fotoğraflarını çekmeye başlıyorum.
Radovljica, Slovenya’nın çikolata ve arıcılık konusunda başkenti sayılıyor. Aşağılarda akan Sava nehrinin üzerindeki terasta uzanan Linhart Meydanı tam bir açık hava müzesi. Meydan adını 1756 yılında Radovljica’da doğan Anton Tomas Linhard’dan alıyor. Sloven Aydınlamasının öncülerinden sayılan Linhard şair, oyun yazarı ve tarihçiymiş. 16/17 ve 18. yüzyıldan kalma evlerin mimarisinin özgünlüğü ve korunmuşluğu şaşırtıcı. Lectar Evi, Magusar Evi, Parish Sarayı, Sivc Evi ve ve arıcılık müzesi hayranlık uyandırıcı binalar olarak bizi büyülüyor. Sn. Peter Kilisesi, Yugoslav Federasyonu’nun din politikalarına direnmeyi başarabilmiş göründüğü kadarıyla.
Josipin Hocevar adına yükselen heykel ve altındaki çeşme 1908 yılına tarihleniyor. Beyaz mermer heykelin üzerindeki çocuk bir elinde defter tutarken bir Josipin Hocevar madalyonunun üzerine eğiliyor. Josipin, Radovljica doğumlu ( 1824/1911 ) çok zengin bir iş kadını. Çocuğu olmadığı için servetinin büyük kısmını, çocuklar ve öğretmenler için harcadı, birçok fonlar kurdu.
Cene Avgustin, Radovljica’ya kültürel mirasın korunması ve müze alanlarında hizmet verdiği için unutulmamış ve Peter Kilisesi’nin karşısında heykeli yapılmış.
13. yüzyılda Sava nehri üzerinde kurulan Radovljica, 16. yüzyılda gelişmiş bir kent oldu. Kentin varsıl burjuvalarından Anton Tomaz Linhard’ın adını taşıyan meydanda Josipini Hoçevar ve Cenet Avgustin adlı bir başka zenginin anıt ve çeşmesi var.
Binaların fasatlarını hâlâ muhteşem kılan bilinçli restorasyon çalışmaları yapılmış gördüğüm kadarıyla. Slovenya tarihinin tanıklığını yapan muhteşem binaların sıralandığı Gorenjska Cesta ( cadde ) sonunda yine iki eski bina çıkıyor karşıma, birisi Chaplansky Kulesi’nin diğeri ise Vestry Kulesi’nin bulunduğu binalar ile hemen karşılarında bulunan Beekeeping Museum ( Arıcılık Müzesi ), asırlık meydana hayatiyet katıyor.
Bir heykel daha dikkatimi çekiyor. Çiçekler içindeki bu heykel yine bu kentte doğan ve Naziler tarafından öldürülen dışavurumcu şair İvan Hribovsek’e ait.
Sn. Peter Kilisesi’nin yakınlarından başlayan ve Jülyen Alpleri’nin yanıbaşından devam eden pastoral hac yolu 26 km. uzunluğunda ve Aziz James’in yolu olarak biliniyor.
Bu arada, aşağılara uzanan kırsalda küçük bir beton sığınak görüyorum. Üzerinde Edith Stein Şapeli yazıyor. Merak edip, içeri giriyorum, küçücük alanda pek çok fotoğrafı, Yahudi sembolleri, ikonlar ve tasvirler görünce merakım daha da artıyor. Gerekli notları alıp çıkıyor ve sonradan bilgi ediniyorum.
Edith Stein, 1891 yılında Yahudi bir aileden doğmuş. Alman Dili ve Edebiyatı ile tarih üzerine öğrenim görmüş, giderek felsefeye merak salarak dönemin fenomenoloji konusunda çıkışları olan Edmunt Husserl’le tanışıp, doktora yapmış. Doktora yaptıktan sonra da, düşünürlüğünün olgunluk çağında “ empati “ üzerine kafa yormuş ve empatiyi, bir insanı tanıyabilmenin en iyi yolu olarak tarif etmiş.
Daha sonra, Yahudiliği red ederek Katolik olmuş ve dikkatleri üzerine toplamış. Onun düşüncesi; Tanrı inancı üzerine kurulmuş ve Tanrı’yı, kişinin tek başına anlamını bulamayacağı yaşam konusunda ihtiyaç duyulan varlık olarak tanımlamış. “ Tanrı ve İnsan “ üzerine pek çok yazılar ve kitaplar yazmış.
Ne var ki, 2. Dünya Savaşı arefesinde artan Nazi baskısı, onu Hollanda’da yakalamış, 1942 yılında kaçmış olduğu manastırda yakalanarak Polonya Auchwitz Nazi kampı’na götürülerek gaz odasında öldürülmüş.
Acı olan, dînen Katolik olmasına rağmen, Yahudi ırkından olması Nazi katliamından kurtaramamış Stein’i ve 1998 yılında Papa 2. Jean Paul tarafından Azize ilân edilmiş.
Stein adına, Radovljica’da bir şapel bulunma nedenini anlayamadım, buralara gelmediği belli, ancak, pek çok ülkede adına şapeller yapıldığı için muhtemelen buradaki de anısına 2. Dünya Savaşı yıllarında tank manii denilen bir nevi beton barikat içine yapılmış.
Bu bilgilerden sonra, şapel içinde yer alan Yahudi simgelerinin nedenini çözebiliyorum.
Eşimle, Radovljica Meydanında devam eden müzik şöleninden sonra, Sava nehri boyunca ilerliyoruz. Her yanımda, doyumsuz pastoral panoramalar uzanıyor. Radovljica tren istasyonunun yanından aşağılarda uzanan vadiye iniyor, kır çiçekleri arasında sarhoş dolaşıyor Radovljica’yı Lancovo’dan ayıran köprüye kadar yürüyor, patikalar içinde bir çember çizerek tren istasyonuna geliyoruz.
Cumartesi olduğu için, marketler dahil her yer kapalı. Terminale geliyor ve 14.05 otobüsüne binerek Bled’e dönüyoruz ( 1.80€ ).
Yine Gostilna Pri Planincu masalarındayız. Gulaş çorbası, tadını sevdiğimiz cevapcici ( köfte ), iki Union bira ile keyifli başlayan günümüz başka keyiflerle devam ediyor.
Dinlenmek ve ısınmak üzere odamıza çekiliyor, ancak yarım saat sonra yine gezmek arzusu ile dışarı atıyorum kendimi ve artından felâket bir yağmur başlıyor. Allahtan odada bulunan bir kadın şemsiyesini yanıma almayı akıl etmişim. Seliska caddesine çıkıyorum az sonra, Slovenya markalarından Spar market ve birkaç şirket binası haricinde resmen çevre yolunda buluyorum kendimi. Yaklaşık 700 metre yürüdükten sonra, Bled Mezarlığına ( Blejsko Pokopalisce ) kapısına varıyorum.
Yağmurlu havada, bir kentin mezarlığında ne arıyorsun diye merak edenler çıkabilir. Tam on yıl önce ilk kez geldiğim Bled kırsalını dolaşırken buraya düşmüştü yolum ve bir Müslüman Boşnak kadının ( Boşnaklar zaten Müslüman olur gerçi ya ) Katolik bir Sloven erkek mezarının yanındaki mezarını görünce nedendir bilmem duygulanmıştım. Irkçılık ve dincilik ayrımlarının bittiği tek yer mezarlık olmamalıydı bence. Bu nedenle tekrar buraya gelip, benzer görüntüleri yakalamak istemiştim. Gerçi, mezarlık büyümüş, yüksek duvarlarla çevrilmiş.
Araçları ile, bir yakınlarının mezarını ziyarete gelmiş aile bana garip garip bakıyor, bu yağmurda benim bir meczup olduğumu düşünüyorlar sanırım.
Yağmur şemsiyeme rağmen belime kadar ıslatmaya başlıyor hızını artırdıkça. Tekrar kimsesiz Selisca caddesinde araçların fırlattığı çamurlardan korunmaya çalışarak Bled Kalesi’nin dibindeki Slovenski Meydanındaki Saint Martin Kilisesinin yanına kadar yürüyorum.
Az önce Fethiye’den bir dostum ( Sabri Kuşkonmaz ), yıllar önce Bled Kalesine çıkarken, merdiven kenarlarına keçi boynuzu tohumları attığını, bunların tutup tutmadığını merak ettiğini yazmıştı bana. Bu kez dew, bitip tükenmez yağmur altında Bled’i bir baştan bir başa yürümem bundan.Şemsiyeme çarpan yağmur damlalarının eşliğinde, bu sabak çıktığım 220 merdivenin yarısını çıkıyorum tekrar, görünürde keçiboynuzu ağacı ( harup ) göremiyorum.
Adamakıllı ıslandım, fazlası fark etmez diyerek hız kesmeden, şenliklerin yapıldığı göl kıyısına iniyorum. Sahnede kimseler yok, dün bira içtiğim banklar ve satıcıların önü şemsiyelerini sıkıca kavramış gençlerle dolu. Bled kilisesi ve kalesinin üzerine sis çökmüş, baharın renkleri gri bir hüzne dönüşmüş yağmurla birlikte.
Bled ve Radovljica için hızlı bir tempo ile iki gün yeterli, yarın Slovenya’nın başkenti Ljubljana’ya ( Lübyana ) geçeceğiz.
Hafızamda yemyeşil dokusu ile nakş etmiş Bled’i bir kez de gri ve sisli haliyle kazıyorum hafızama ve odaya eşimin yanına dönüyorum.
MERAKLISINA NOTLAR;
BLED
Guesthouse Marco Crtomirova 16 Bled ( 2 gece ) 110.52€
Bled Kalesi girişi 11€
Gostilna Pri Planincu Grajska Cesta 8 Bled ( iki kişi ) 26€
Bled – Radovljica otobüs 1.80€