Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Nisan '11

 
Kategori
Kitap
 

Sofi'nin Dünyası

Jostein Gaarder - SOFİ'NİN DÜNYASI

Felsefe tarihi üzerine bir roman, 579 sf.
Çev: Gülay Kutal, Pan Yayincilik, 3. basim, Aralik 1995

Kendimce önemsediğim özet alımlar: (parantez içleri Muharrem Soyek)
***

"Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapamayan insan günübirlik yaşayan insandır."
— Goethe
 
Kim olduğunu bilmemesi garip değil miydi? Arkadaşlarını seçmek elindeydi amma kendini hiç seçmemişti. İnsan olmak bile onun fikri değildi! Kendiliğinden oluvermişti işte. İnsan neydi?
 
Büyüdükçe, dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz anlaşılan. Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde yeniden canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses, yaşamın büyük bir sır olduğunu fısıldar. Bu bizim bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur.
 
Çocuklar için dünya ve dünyadaki her şey yenidir, ilginçtir. Büyükler içinse durum hiç de böyle değildir; büyüklerin çoğu için dünya sıradan bir şeye dönüşmüştür. Filozoflarsa diğer büyüklerden farklıdır. Bir filozof dünyaya alışmayı bir türlü beceremez. Dünya onun için hâlâ akıl almaz bir şey, sırlarla dolu, gizemli bir şeydir. Filozoflarla küçük çocukların en önemli ortak yanları budur; bir filozof ömrü boyunca dünya ve dünya ötesine meraklı bir çocuk olarak kalır da diyebilir insan.
 
"Philosophos"un kelime anlamı "bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişi”dir.
 
Kısaca özetlersek: duyularımızla algıladığımız şeyler hakkında sadece sezgisel kavrayışlara varabiliriz. Ancak aklımızla kavradığımız şeyler hakkında doğru sayılan bilgiye ulaşabiliriz. Bir üçgenin iç açılarının toplamı daima 180 derecedir. Aynı biçimde, duyular dünyasındaki tüm atlar bir göle girmiş yüzüyor olsalar da, atın biçimsel gerçekliği her zaman dört ayağı üzerinde yürüyecektir.
 
Aristoteles üç tür mutluluk yolu olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, bireysel ve çoğunlukla bedensel arzu ve isteklerin gerçekleştirildiği bir yaşantıdır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir yurttaş olarak sürdürülen yaşamdır. Üçüncü tür mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan yaşantıdır.
 
Aristoteles, insanın tam mutluluğu için bu üç türün  aynı zamanlı gerçekliğini ısrarla belirtir. (üç boy yolun aynı zamanda yürünmesi gereğini vurgular)Tek yönlülüğü reddeder. ... İnsanlarla ilişkilerimizde de "altın orta”yı tutturmayı önemseyen Aristoteles: “ne korkak ne çılgınca atılgan; sadece cesur olacağız” der. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır) Ne cimri ne savurgan, kaynağı kurutmadan sadece (yaşamsal) ihtiyaca yeterli tüketici (ve paylaşıcı) olacağız. (Paylaşmak da bir tüketim biçimidir; aşırı tüketim savurganlık, az tüketimse cimriliktir)
 
Stoacılara göre tek insanla evren arasında bir fark olmadığı gibi, "ruh" ile "madde" arasında da bir fark yoktur. Yalnızca tek bir doğa vardır. Bu anlayışa "Bircilik" (Monizm) diyoruz. [Bircilik, Platon'da Karşımıza çıkan "İkicilik"in (Düalizm’in) ya da gerçekliği çoklayan bir başka görüşün karşıtıdır… duyumsanan dünya ve idealar (değişmez biçimler) dünyası…]
 
Buradaki ana düşünce, gündelik "ben"in gerçek ben olmadığıdır. Çok kısa süren anlarda daha büyük bir ben ile aynı olduğumuzu duyarız. Bazı Gizemciler buna Tanrı derken, bazıları bunu "evrensel ruh", "Doğa" ya da "evren" diye adlandırır. Tıpkı bir su damlasının denizle buluştuğu an kendini kaybetmesi gibi Gizemci de bu birleşmenin gerçekleştiği an "kendini kaybeder" ve aynı anda Gizemci’nin Tanrı’sı da kaybolur; (çünkü ikisi artık bir olmuştur) Hıristiyan gizemci Angelus Silensius da (1624–1677) bu anlığı şöyle anlatır: "Ulaşınca denize, damla deniz olur; yükselince Tanrı’ya ruh, ruh Tanrı olur"
 
-Felsefenin ana konusu kim olduğumuz ve nereden geldiğimizdir. Sence okulda bu konuda yeterli bilgi edinebiliyor muyuz?
— Ama kimse bu sorulara bir yanıt veremez ki zaten!
— Evet, öyledir amma; sanırım bu alandan soru sormamız çok da istenmiyor. (Gene de bu durum soruyu sormaya engel yapılamaz)
 
Pek çoğuna göre Tanrı da yaradılışın içinde yer alıyordu. Tanrı sonsuz (varoluş) olduğuna göre, O, yaradılışın başında, devamında ve sonunda var olmalıydı. Bu görüşe Tümtanrıcılık (Panteizm) diyoruz.
 
Yaşam ve rüya benzetmesine tarihte epey öncesi Hindistan ve Çin'de rastlarız. Çinli bilge Chuangtze şöyle der: “Bir kere rüyamda kelebek olduğumu gördüm. Şimdi artik rüyasında kelebek olduğunu gören Chuangtze miyim, yoksa rüyasında Chuangtze olduğunu görmeye devam eden bir kelebek miyim bilmiyorum.”
 
17. yüzyıldan önce ruh, tüm canlılarda var olan bir tür "yaşam soluğu" olarak görülüyordu. "Ruh" sözcüğünün asıl anlamı "soluk" ya da "nefes"tir. Bu hemen hemen tüm Avrupa dillerinde böyledir.
 
Ancak, bizler de tıpkı Ren Vadisi'ndeki Taş Devri genci, Afrika'daki aslan ya da bahçedeki elma ağacı kadar içimizde bulunan olanaklar ve dışımızdaki koşullarla belirleniriz.
 
Oysa 18. yüzyıl bir eleştiri çağıydı. Bu dönemin pek çok filozofu duyumsal deneyimler olmaksızın akılda hiçbir şeyin oluşmayacağını öne sürdüler. Bu görüşe Empirisizm diyoruz.
 
“Ben”, "birbirini sonsuz bir hızla izleyen, her an değişim ve hareket halinde olan bir algılar demetinden başka bir şey değildir", der Hume.
 
Bu yanıt onun sonsuz önyargısızlığına tipik bir örnektir. Hume, yalnızca varlığını kesin bir şekilde duyumsadığı şeylerin gerçek olduğuna inanırdı. Bunun dışındaki şeyler konusunda ise her şeye açıktı.
 
Şimdi yanıt ver: Taşın her zaman yere düşeceğinden nasıl emin olabiliyorsun?
— Bunu öyle çok gördüm ki, artık emin olabiliyorum.
— Hume bu konuda, taşın yere düşüşünü pek çok kere duyumsamış olduğunu, ancak hep düşeceğini duyumsamamış olduğunu söylerdi. Taşın "yerçekimi yasası”ndan ötürü yere düştüğü söylenir. Oysa biz böyle bir yasayı hiçbir zaman duyumsamamışızdır. Biz yalnızca şeylerin yere düştüğünü duyumsarız. (…ve biz düşünme eylemiyle akıl yürüterek, taşın yere düşmesini duyumsama deneyiminden yaptığımız bilgiyle, bir enerji biçimi olan yer çekimi yasası kavramına ulaşabiliriz. Burada asıl soru, taşın düşmesine neden olan yerçekiminin evrensel konumda her zaman her yerde olup olmadığını merak eden soru olmalıydı; bu sorunun yanıtı da taşın her zaman yere düşüp düşmeyeceği yanıtının bilgisini yapar.)
 
Hume, bir olayın bir diğerini izleyeceği beklentisindeki (bilginin)  şeylerin özünde değil, bizim bilincimizde yer aldığını söylüyor. (Bu yüzden korkarım ki düşünme tembeli bir beyindeki beklentinin bilgisi, yinelenişe alışmışlıkla mutlak doğru sanıya tutulu kalan bilinçte bir gelenek, bir önyargı, bir sorgusuz kabullenmeye dönüşebilir)
 
—Betimleyici bir cümleden, "Çünkü o insan da yaşamaktan memnundur." kural belirten bir cümleye, "Bu yüzden öldürülmemelidir." varmak çok sık yapılan bir düşünme hatasıdır. Akıl açısından tümüyle mantıksız bir şeydir. 
Hume hiçbir zaman "-dir"li cümlelerden "-meli"li cümlelere varmamak gerektiğini ileri sürer. Oysa gazete makalelerinde, parti programlarında, meclis konuşmalarında tam da bu mantıksal çıkarım hatası yapılmaktadır... 
—(Giderek çok daha fazla insan Televizyon dizisi seyrediyor. Bu yüzden daha çok TV dizi filmi yapılmalı.) Sence bu mantıklı bir çıkarım mı?
 
Kant "şeyin kendisi" ile "şeyin görüneni" arasında önemli bir ayrım koyar. "Şeyin kendine (varoluş tümlüğüne)" dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca "şeyin görüneni"ni bilebiliriz.
 
Ne us ne de deneyim Tanrı’nın var olduğunu kanıtlamaya yeterdi. Çünkü, Tanrı varlığı denenebilir bir gerçeklik değildir; us için Tanrı’nın varlığı eşit derecede (kendine) uygun ve (ve aynı zamanda gene kendine) aykırıdır...
 
İnsan beyni bizim onu kolayca anlayabileceğimiz kadar basit olsaydı, bu basitlikten dolayı zaten onu anlayamayacak kadar aptal da olabilirdik. (Gene de onun işlevsel sistematiğini çözüp kavradıktan sonra, “ne de basitmiş” demenin bir sakıncası yoktur)
 
Hegel "doğrunun öznel bir şey" olduğunu söylüyordu. Böyle diyerek de insan usunun üzerinde ya da ötesinde bir doğrunun var olduğunu reddetmiş oluyordu.
 
Senden önce yaşamış insanlardan gelenek yoluyla "dalga dalga" sana ulaşan düşünceler ve kendi yaşadığın çağdaki yaşam koşulları, senin düşünce biçimini etkiler. Bu yüzden herhangi bir düşüncenin sonsuza dek ve daima doğru kalacağı söylenemez. (düşünce, uygulanabilir gerçekliğiyle yüzleştiği noktadaki değerlere göre doğru ya da yanlış olabilir)
 
Ama şimdi yeni bir noktaya geldim; sürekli yeni şeylerle karşılaşan uslar ilericidir. Yani (bu uslar algılayabilir ki) insan bilgisi sürekli gelişmekte ve ilerlemektedir... Tarihi inceleyen herkes, insanın giderek "kendisini daha iyi tanımakta ve geliştirmekte" olduğunu görebilir.
 
Hegel, bilginin bu üç aşamasını "tez", "antitez" ve "sentez" diye de adlandırır.
 
"Doğru" olan, tarihin sorgulamasına direnebilendir. 
 
— Salt mantıksal ya da felsefi olarak da iki kavram arasında diyalektik bir gerilim oluşabilir.
—Varlık" kavramı üzerine düşünecek olursam, "yokluk" kavramı üzerinde düşünmem gereği de doğar.
 
Norveçli yazar Vinje gibi "farklı" görüşleriyle tanınan Niels Bohr, bir yerde şöyle der: İki tür doğru vardır. Tersinin yanlış olduğu gün gibi ortada olan doğrular ve tersi de doğru olan daha derin (görecelik araz eden) doğrular.
“Hayat kısadır!” dersem, doğru sayılır... (Daha) sonra bir başka bağlamda (örneğin bir başarısızlık tesellisinde) kollarımı iki yana açıp "Hayat çook uzundur!" dersem, bu da doğru sayılabilir...
 
— Felsefi sorunun kendisiyle bireyin aynı soruya (yanıtsal) yaklaşımı iki ayrı şeydir. Üstelik bu tür sorulara (somut gerçeklik bilgisinden çok aklın soyut bilgisi olan) inançla yaklaşabiliriz. Kierkegaard için, aklımızla yanıtını bulduğumuz sorular hiçbir önem taşımaz.
— Bunu biraz açıklaman gerekecek.
— 8+4=12, Sofi. Bunu kesin olarak bilebiliriz. Bu, Descartes'dan beri tüm filozofların bahsettiği "mantıksal doğrulara bir örnektir. Peki, akşam duasında bir işimize yarar mı bu? Ölüm anında aklımızın meşgul olacağı konu bu mudur? Hayır. Tüm bu doğrular istedikleri kadar "nesnel" ve genel olsun, bir bireyin varoluşu (varoluş nedeni) için fazla anlam taşımaz.
— Ya inanç?
— Kötü bir davranışta bulunduğun bir insanın seni affedip affetmediğini bilemezsin. Tam da bu yüzden bu konu senin (özelinde) yaşamsal bir öneme sahip olur. Bu sadece senin (bedenindeki sinirinde ve kimyanda) duyduğun bir olaydır. Bir insanın seni sevip sevmediğini de bilemezsin. Tek yapabileceğin böyle olduğuna inanmak ve bunu ummaktır. Ve de bu, senin için, üçgenin iç açılarının toplamının daima 180 derece etmesinden çok daha önemli bir (duyumdur) şeydir. Ne "nedensellik yasası" ne "bilginin sezi biçimleri"dir, (sevgilin) ilk öpücüğünü verirken varlığını haz ile heyecanlandıran şey…
 
Ortaçağda, "credo quia absurdum" sözleriyle dile getiriliyordu. “saçma olduğu için inanıyorum". (gerçekliğinden değil de yaşama tutunma gücüne ihtiyaçtan dolayı inanma gereği)
 
— Diyebiliriz ki yaşam, yalnızca kazanan (formların) kuponların gözle görünür olduğu bir lotodur (gerçeklik çekilişidir). (Darwin -R.N.)
 
Bir kompozisyon -ki her sanat eseri bir kompozisyondur- hayal gücüyle mantığın ya da ruhla aklın inanılmaz bir işbirliği sonucu ortaya çıkar. Çünkü her türlü yaratıcı süreçte hayal gücü önemli bir rol oynar. “Hayal etmek düşünmekten ileridir” der Einstein. Ancak her aşamada (hayal gücünün topladığı) esinlenmeleri de düzenleyecek (bir akıl sürümü) gerekir. Keçileri önce dağa salar, sonra güdersin.
 
Sartre fiziksel şeylerin (sadece) "kendinden" olduğunu; oysa insanın kendinden olan fiziki hâlinin aynı zamanda "kendi için" (var) olduğunu söyler. Yani insan olmak (her hangi) bir şey olmaktan öte bir şeydir. (Çünkü insan hem başka varlıklar hem de kendisi için var olması gereğinin farkına varmıştır; ya da böyle bir gerekliliği insan kendine yaşamsal iş edindiği için kendini diğer canlı varlıklardan farklı yapmıştır)
 
Sartre aslında bizİ insan yapan farkın lanetli bir özgürlük olduğu kanısındadır. "İnsan özgürlüğe mahkûm edilmiştir" der. "Kendini kendisi yaratmadığı halde özgür olduğu için lanetlidir; kendisi seçmeden dünyaya getirilip sonra (bu özgürlüğünden dolayı) yaptığı her şeyden sorumlu olduğu için."
 
Sartre hayatın bir anlamı olması gerektiğine inanıyordu. Bu bir zorunluluktu. Ancak kendi hayatımızdan bir anlam yaratacak olan, yine kendimizdik. Varolmak kendini varlaştırmaktı.
 
Felsefi sorular, tanımı gereği, her kuşağın ve aslında her bir insanın kendisine tekrar tekrar sorması gereken sorulardı.
— Bu düşünce insanı biraz rahatsız ediyor.
— Aynı fikirde olduğumuzu zannetmiyorum. Tam da kendimize bu tür soruları sorduğumuzda hissederiz yaşadığımızı.
 
Raftaki kitapların adı birbirinden ilginçti: "Ölümden Sonra Bir Hayat Var mı?", "Spiritizmin Sırları", "Tarot", "UFO Olgusu", "İyileştirme", "Tanrıların Dönüşü", "Bundan Önce de Buradaydın", "Astroloji Nedir?" vs. Yüzlerce değişik başlıklı kitap vardı. Rafların altında kitaplar ayrıca üst üste yığılı duruyorlardı.
— İşte bu da 20. yüzyıl Sofi. Bu, çağımızın tapınağı.
— Sen bu tür şeylere pek inanmıyorsun galiba.
— Bunların çoğu martaval ama porno kitapları kadar çok satıyorlar. Bunların çoğuna bir tür pornografi demek de mümkün zaten. Genç insanların çoğu buraya gelip kendilerini en çok heyecanlandıran konulardaki kitapları alıyorlar. Oysa gerçek felsefeyle bu tür kitapların ilişkisi olsa olsa ancak gerçek aşkla pornografinin ilişkisi kadardır.
 
— Samanyolu’ndaki en yakın komşumuza uzaklığımız dört ışık yılıdır. Şu ileride, adanın üzerinde görünen yıldız odur belki de. O yıldız da bize, Bjerkely'e yönelmiş bir teleskop olduğunu düşünecek olursan, o teleskop buranın dört yıl önceki halini görmektedir. Belki de bu salıncakta oturup ayaklarını sallayan on bir yaşında bir kız çocuğudur gördüğü.
— İnanamıyorum!
— Ve bu, bize en yakın yıldız konusunda geçerliydi. Tüm galaksi ise 90.000 ışık yılı genişliğindedir. Bu, ışığın galaksinin bir ucundan diğer ucuna varabilmesi için 90.000 yıl yol alması gerektiği anlamına gelir. Samanyolu'nda bizim Güneş’imizden 50.000 ışık yılı ötede bir yıldıza baktığımızda, zamanda 50.000 yıl öncesine bakmaktayız demektir.
 
(Yani uzayda bir şey görmemizin tek yolu bakışlarımızı zamanda geriye çevirmektir. Evrenin şu anda (tümden) nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz. Yalnızca daha önce nasıl olduğunu bilebiliriz. Binlerce ışık yılı ötedeki bir yıldıza baktığımızda, uzay tarihinde binlerce yıl geriye bakıyoruz demektir.)
 
Samanyolu'nun en yakın galaksi komşusuna Andromeda takımyıldızı diyoruz. Bu galaksi bizim galaksimize iki milyon ışık yılı uzaklıktadır. Yani, ışığın buradan bize ulaşması iki milyon yıl alır. Yine bu da demektir ki gökyüzünde Andromeda takımyıldızına baktığımızda iki milyon yıl öncesine bakmakta oluruz. Bu takımyıldızındaki çok gelişkin bir teleskop (afacan bir ufaklığın böyle bir teleskopun başına oturmuş olduğunu gözümün önüne getirebiliyorum!) şu an buraya bakıyorsa bizi göremez. Görse görse düz alınlı ilkel insanı (atalarını) görebilir.
 
(2.4 milyon yıl öncesi ortaya çıkmış olan Homo Habilis’i görebilir. Homo Habilis, ancak 2.2 milyon yıl sonra, yani günümüzden yaklaşık 200 bin yıl öncesi ilk insan diyebileceğimiz Homo Sapiens’e evrilmiştir. İnsan evrensel evrim zamanlamasıyla henüz daha bebeklik çağındadır. Evrense süregiden bir oluş hareketidir. Evrenin bir “büyük” ya da birçok patlamayla oluş ve oluşturma hareketini başlattığı sanılmaktadır. Evren hâlâ kendi içinde parçalı patlamalar ve tokuşmaların hareket ivmesinden hız alarak genişlemeye devam etmektedir.)
***
İÇİNDEDİR BİLİRSİN
 
Çözerken çileni kader
Bitmez yollara benzer
Alnında kıvrılan izler
 
Çatladıkça düşüncen
Çaresizce görürsün
İçinde saklıdır acun
 
En kahpe acınsa bilmendir
Anahtar deliği bile yoktur kalbin
Aşkın sırrını bulman için...
*
Aşk olmasa çatlardı felsefe...
*
Muharrem Soyek
***
 
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..