- Kategori
- Gezi - Tatil
Sofya
Şehirdeki son minare, son cami... Banya Başı Camii
Her şey planladığım gibi. Otobüsümüz çift kaylı ama biraz eskice bir araç. Yerimiz üstte. Bana göre bile epeyce dar olan koltuklarda eşim ancak çapraz oturabiliyor.
Kah uyuyup kah uyandığım yol anlatmakla bitmeyecek manzaralara sahip. Sonsuz ormanlar, dereler, bitmek tükenmek bilmez ayçiçeği tarlaları.
Harika bir manzarayı seyrederek yolu bitiriyor ve şehre ulaşıyoruz. Dev kütleli komünist blokları, Alman art nouveau ‘su binalar bizleri karşılıyor. Halkın kılık kıyafetine bakarsanız Plovdivliler epeyce mutaassıp kalıyor başkentlilere göre.
Neyse… Gara giriyoruz. Hemen karşımızda informasyon var. Kadın İngilizce bilmiyor. Firmanın adını söylüyorum. “Kaleya?” Parmağı ile gösteriyor bize. Gece 12 ‘ye Üsküp otobüsünde yerlerimizi ayırtıyoruz. (32 leva adam başı) Sırt çantasını emanetçiye bırakıyoruz. Adam benden 3 leva alıp bir kağıt tutuşturuyor elime.
Gardan çıkıyoruz. Sofyayı iyi çalışmış durumdayım. Zaten gezilecek yerler belirli bir yerde toplanmış durumda. Garın olduğu yere ulaşan Maria Luiza Bulvarı geceleyin şehrin en tehlikeli yerlerinin başında geldiğinden epeyce huzursuzum. En yakın durağı bulup istasyona varmamız lazım. Binmemiz gereken tramvay ve otobüslerin numaralarını biliyorum ama durakların yerlerini bilmiyorum. Henüz kulübesinin kapısını kapatan bir gazete satıcısını durdurup soruyorum. Adam uzak değil, yürüyün anlamında bir işaret yapıyor. Aslında Sofyada toplu ulaşım epeyce ucuz. (Bir bilet 1 leva)
Garın oradan meşhur “aslanlı köprü”ye dek uzanan yol oteller, kafeteryalar akla gelen her türlü dükkan ile dolu. Üşenmeyip çoğuna giriyoruz. Tekstil fiyatları bizimle aynı aşağı yukarı. Ama kozmetikte tüm Türk halkı olarak soyulduğumuzu görüyoruz. Fiyatlar arasında büyük uçurumlar olduğu gibi çeşitlilik konusunda da geri kalmışız. Çocuk giysisi ve oyuncakta ise pek bir fark yok. Ayrıca garın çıkışında Dedeman ‘ın bir de oteli var. Gözlemlediğim kadarıyla risk oluşturacak bir şey yok.
Aslanlı köprü ise şu an bakımda. Onarım işini bir Türk firması almış. Köprü, gayet uyduruk bir kendi halinde akmaya çalışan, rengi belli olmayan bir suyun üzerinde. Özetlemek gerekirse gardan ya da tren istasyonundan inip önünüze çıkan Maria Luiza Bulvarı boyunca dümdüz yürürseniz yol sizi aslanlı köprüye dek getirecek. Buranın ötesi şehrin kalbi.
Önce Sirkeci garına benzer bir binaya denk geliyoruz. Onun girişini ararken güzel ve büyük bir sinagoga denk geliyoruz. 1909 tamamlanıp kullanıma açılan tapınak Avrupanın en büyüklerinden imiş. Sirkeci garına benzer bina 1905 yılında inşa edilmiş bir alışveriş merkezi imiş. Adı da Merkez Hali. Salt meraktan içine giriyoruz. Dışıyla tezat oluşturan, pimapenden bir çatı oluşturulmuş. Ağırlıklı olarak yiyecek satan dükkanlar mevcut. Ama bunun yanı sıra başka tarz dükkanlarda bulunmakta.
Her işimizi garantilediğimiz için sırada karnımızı doyurma faslı var. En güvenilir yer diye köşedeki Mc Donald ‘s ‘a dalıyoruz. Fiyatlar burada da bizimle kıyaslandığında daha ucuz. İki menü alıp bir köşeye gidiyor, hem kendimizi doyurup hem de gelip geçeni seyrediyoruz. Fashion TV halt etmiş. Oldukça zarif ama açık giyimli kızlar birer ikişer girip çıkıyor mekana.
Sofya ‘yı Trakyalılar kurar ama Romalılar ele geçirir. Şehrin adı ilk kurucusu olan Trak klanına atfen Serdika olur. Roma mirasını elbette ki Bizans devralır ama onlardan da şehri Bulgarlar. 1382 Osmanlıların şehri aldığı yıldır. Ticaret yolları üzerinde olduğu için şehre Osmanlılar büyük yatırımlar yapmış ve gelişmesini sağlamıştır. Şehir camilerle dolar. Osmanlı, Bulgaristan ‘ı terk ettiği zaman, arşiv belgelerinden tespit edildiğine göre, sadece bu kentte 32 cami ve mescit, birisi Daru’l-Kurra olmak üzere 8 medrese, 15 tekke ve zaviye, 3 imaret, 2 türbe, 13 han, 7 kervansaray vs. toplam 170 vakıf eseri geride bırakmış. 1879 ‘dan beri Bulgaristan ‘ın başkenti durumunda şehir. Şehrin bir de mottosu olur. “Büyür ama yaşlanmaz”
Yollardayız gene. Kapalı olan Banya Başı camiini solumuza alıp elimizde harita ilerliyoruz sokaklarda. Bal rengi kesme taşların arasına yerleştirilmiş kiremitlerin 15 m. lik bir kubbeyi taşıdığı, 1576 yılında yapılmış yapı kesin olarak emin olunmasa da bir Mimar Sinan eseri olarak geçiyor. Mimar Sinan ‘ın şehirde günümüzde kilise olarak kullanılan bir cami ve külliyesi var ama bulamadık. Az bilinen diğer adı Kadı Seyfullah Efendi Camii. Yakınlarında hala kullanılan ve kullanımı ta Romalılara dek uzanan termal su kaynakları olduğu yazıyorsa da gözümüze çarpmadı. Zaten banya başı ismi buradan gelmekte ve çok banyo demekmiş.
Her yer ağaçlık, yemyeşil. Konuşan insan gruplarından sıklıkla Türkçe de duyuluyor.
Ulusal kütüphanenin önündeki meydana geliyoruz. Bir şehirde bu kadar meydan ve park olmasını aklım havsalam almamakta bir türlü. Burada arkeoloji müzesi var. Giriş 10 leva. Fazla pahalıca geliyor doğrusu. Günümüzde arkeoloji müzesi olsa da burasının bir zamanlar, ta 1494 ‘ ten 1894 ‘e dek Sofya şehrinin merkez camisi olduğunu elbette biliyoruz.
Meydanın yanındaki büyük binanın iç avlusunda ise rotunda var. 4. yüzyıla dek giden bina şehrin eski tarihi yapısı. Sveti Giorgi şapeli olarak geçiyor. Eşimi bırakıp ilerliyorum. Tek kubbede İsa ‘nın çoğu doğu Avrupa kilisesinde olduğu gibi pantokrator olarak resmedildiğini görüyorum. Bakıcı kadın dışarıda iken çekim yapmaya çalışıyorum ama nafile. Girişe göre saat 11 yönünde aşağıya inen bir merdiven yeri var. İçerideki freskler 10 ila 12. yy da yapılmış. Bizimkiler bu yapıyı da 1. Selim döneminde bir minare ekleyerek “Gül Camii” adıyla cami olarak kullanmışlar. Muhtemelen bir martirium olarak inşa edilmiş. 1898 ‘de Batenberg ‘in geçici mozelyumu olarak kullanılmış. 1915 ‘te ise minaresi yıkılıp içindeki tüm islami izler silinerek tekrar kiliseye dönüştürülmüş.
Çıkarken kadının teki yapışıp bir fresk almak istediğini ima eden hareketler yapıp para istiyor. Uzaklaştırıyorum. Rotundanın önünde, günümüze sadece temellerinden izler kalan büyükçe bir kilise kalıntısı bulunmakta. Üç apsisten kalan izler neyin içerisinde olduğumuzu anlayamadığım yapının avlusuna giriş yapılan yerde görülebilir. Sheraton otelini de görebildiğim yerden baktığımda kamu daireleri ve restoranlar var iç avluda. Öte yandan dışarıdaki kapıda iki süslü giysili nöbetçi anlayabildiğim kadarıyla cumhurbaşkanlığı rezidansının önünde nöbet tutuyorlar.
Ön yüzünde neo klasik sütunların olduğu eski komünist parti binası, uzun ve çok hoş sarı bir renge sahip Ulusal Sanat Galerisi gibi pek çok büyük ve güzel yapıya ev sahipliği yapan meydanı geride bırakarak 77-78 savaşında bize karşı dövüşen Rus askerlerinin onuruna 1912 ‘de inşa edilen Rus kilisesine ulaşıyoruz. Masalsı bir görünüme sahip sevimli bir yapı. Altın kaplı olduğu söylenen soğan kubbeli kilisenin çan kulelerinin parasını son Rus çarı 2. Nikolai bağışlamış. Ana kubbenin yanındaki dört yönde daha küçük birer kubbecik daha var. Merdivenleri hızlıca tırmanarak içeri giriyorum. Fotoğraf çekmek burada da yasak ama izin verilse dahi çekim yapmanın bu karanlıkta mümkün olabileceğini sanmıyorum. Ağır tütsü kokusuna ise dayanmak mümkün değil. Bulgar kilisesinin baş piskoposlarından birisinin kriptada mezarı olduğu için önemli ziyaret yerlerinden biri olduğunu okumuştum buranın.
Yolun tam karşısındaki dükkandaki dev boyuttaki, renkli paskalya yumurtasını da kaçırmadım tabii ki.
Buradan Aya Sofyaya gitmek için sola sapıyoruz. Hediyelik eşyaların satıldığı bir nevi açık hava bir pazarı burası. Sadece hediyelikler ve hatıralar yok burada. Komünist dönemden kalan madalya vb dışında çok sayıda Nazi nişanı, kaması vb de bulunmakta. Gerçekliği su götürür ama bunların epeyce meraklısının bulunduğunu biliyorum. Hediyelikler burada çok ucuza. Gümüş dilli bir kadın bize epeyce parça satıp paralarımın bir kısmıyla vedalaşmama neden oluyor.
Aya Sofyadayız. Şehrin eski katedrali ve ayrıca camilerinden birisi burası. Roma döneminde Sofya ‘nın Serdica olduğu zamanlarda burada bir arena olduğu ve ilk hristiyanların burada eğlencelik amaçla gladyatörlerle dövüştürüldüğü ve katledildiği bilinmekte. Daha sonra burada yapılan kiliseler Gotlar ve Hunlar tarafından yıkılır. Justinianus döneminde tıpkı Abdülhamit döneminde önemli şehirlerin hepsinde birer saat kulesi yapmamız gibi her önemli kente bir Aya Sofya inşa etme modası sırasında buraya da bir kilise yapılır. Biz ele geçirince bir minare ekler ve cami olarak kullanmaya başlarız. 1818 ve 1858 depremlerinde minare yıkılır ve yapı önemli ölçüde hasar görür ve kullanıma kapatılır. 1878 ‘de başka amaçlar için kullanılmak üzere açılır. Tekrar ibadete 1998 yılında açılmış.
İçerisi üç apsisli bir yapı. Pek fresk yok. Nartekste 5.yy dan kalan tuğlalar bir camekanın ardında sergilenmekte. Üst katına çıkış varsa da çıktığım halde oradaki bölme kapalı olduğundan içeri giremedim. Zeminin altına inen merdivenlerin ötesinde de –her ne varsa- aynı şekilde kapalı olduğundan göremedim.
Sanırım bir çocuğun vaftiz törenindeyiz. Zaten 14. yy da Serdica ‘ya yeni ismini veren kilise düğün, vaftiz ve cenazelerde gözde mekanlardan biri imiş. Seyrediyoruz töreni. Hiçbir şey anlamasakta tanıdık ritüeller, kulaklarımızın aşina olduğu ilahi formları bizi şaşırtıyor. İçerideki boğucu havaya karşın oturmak iyi geldi bana. Tütsü kokusu olmaması ise harika.
Buradan şehrin yeni katedrali olan Alexander Nevsky ilerliyoruz. Aya Sofya ‘nın yan cephesinde meçhul asker anıtı ve sönmeyen ateşi de görebilirsiniz. Nevski katedrali piramidimsi, yüksek bir ikizkenar üçgeni anımsatmakta. Pek ısınamadım. Belki de bunda çar Alexander adına yine 77-78 savaşında Bulgarların bağımsızlığı için ölen Rus askerlerinin onuruna yapılmış olması yatıyor olabilir. İkiyüz bin Rus bu savaşta ölmüş. Ne insan kaynağı varmış adamlarda. Vur vur bitmemiş bir türlü.
İçine giriyoruz gene de. Neo Bizans tarzı yapının özellikle altar kısmında restorasyon çalışmaları var. İçerisi zifiri karanlık neredeyse. Makinamı eşimin çantasının üzerine koyup 4 sn olarak ayarlıyorum. 45 m yüksekliğindeki kubbeyi de gene aynı şekilde ve aynı ayarlarla resmediyorum. Kubbede kim olduğunu kestiremediğim beyaz saçlı, pos bıyıklı bir adamın tasviri varmış. İyi yakalamışım doğrusu.
Karanlıkta pek bir şey göremiyoruz. 1882 ila 1912 yıları içinde inşa edilen kilisenin kriptasında zengin bir ikona sergisi olduğunu biliyoruz ama bu kısma girişi daha da önemlisi biletlerin kimin tarafından satıldığını tespit edemiyoruz. İç kısımda ağırlıklı olarak renkli İtalyan mermerleri kullanılmış.
Dışarı çıkıyoruz. Ortodoks kiliselerinde görmeye alışılmadığımız şekilde girişe göre sol taraftaki kapı oldukça süslü ve zarif. Onun dışında pekte görülecek bir özelliği yok. Yine girişe göre sağ tarafta, ilerilerde görülen büyük ve güzel bina ise Yabancı Sanatlar müzesi.
Bu sırada hava kapanmış. Gördüğümüz güzel parklara gidip oturalım diyoruz. Uzaklardaki Vitoşa dağının zirvesi görünmüyor bulutlardan. İlk parkta bir banka oturup bir şeyler atıştırıyoruz. Hava benim için epeyce sıcak. Önce ayakkabılarımı ardından çoraplarımı çıkarıyorum. Bir köpek gelip ayaklarımı kokluyor. Onu gezdiren kadın kendini tutamayıp kahkahaları koyuveriyor. Biz de öyle…
Sonrasında hava iyice kararıyor ve rüzgar şiddetleniyor. Küçük yağmur damlacıkları atıştırırken önceleri umursamadan oturuyorsakta sonrasında kaçmak zorunda kalıyoruz. Tekrar güneş çıkınca öteki parka gidiyoruz. Burası daha büyük bir park. Meğerse tabiat ana bize pusu kurmuş. Parkta yağmur geçen sefere oranla daha hızlı bir şekilde bastırıyor. Büyük bir çınarın altındayız ama ağacında direnci kırılıyor. Büyük tiyatroya kaçalım derken yanımızda boş duran kafeteryayı fark edip onun dev şemsiyesinin altına sığınıyoruz. Yağmur şiddetini daha da arttırıyor ama bizim için bir problem yok. İsterse gece yarısına dek yağabilir. Tiyatrodan çıkan yeni evli çifti, onların arkasından gelen sağdıç ve nedimelerini izliyoruz bir müddet. Tam karşımızdaki kafeteryadaki müşteriler ve çalışanların etek boyları dikkatimizi çekiyor ardından. Alman tarzı binalar aklımı alıyor sonrasında. Parkın turizm polisleri ve onlarla konuşan dondurmacı kadın ise bize bakmakta devamlı.
Yağmur diniyor. Hedeflediğimiz tüm noktalara ulaştığımız için o sokak senin, bu cadde benim girip çıkıyoruz. Sveti Nedelya kilisesine varıyoruz ama içine girmeye üşeniyorum. Nasıl olsa fotoğraf çektirmeyecekler. Bense çabucak sinirlenen bir tipim.
Mağazalara girip çıkıyoruz. Zamanla bu da bayıyor. Dondurma yemek için tekrar Mc Donald ’s ‘a giriyoruz. Bir Çingene kız giriyor mekana. Kız epeyce boyanmış, süslenmiş, takmış takıştırmış. Her masadan bir şeyler istiyor. Biz sepetliyoruz ama karşı masadaki turistler tabaklarında ne varsa veriyorlar. Bunun dışında ilginç bir şey yaşanmıyor bizde sıkılıp gara dönüyoruz.
21’de İstanbula otobüs var. Büyük bir kalabalık bunu bekliyor. Dünkü Korelilerde burada. Selamlaşıyoruz içtenlikle. 23 ‘ teki İstanbul otobüsünde de yer yok neredeyse.
Bizse demir koltuklarda oturmaya çalışıyoruz. Uyumaktan geçtik çoktan. Tahminlerimizin ötesinde, gar oldukça güvenli bir mekan. Güvenlik görevlileri üçlü gruplar halinde sürekli devriye geziyor. Zaten mekanda bir bar ve bir de casino var. Kafeteryaları saymıyorum bile.
Gerek bilet alıp bekleyen gerekse üst kattaki casinoya yönelen hatunları da saymıyorum J