Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '11

 
Kategori
Ekonomi - Finans
 

Sosyalist romantizm ve üçüncü yolun kaçınılmaz felâketi: Türk ekonomisinin korkunç açmazı

Sosyalist romantizm ve üçüncü yolun kaçınılmaz felâketi: Türk ekonomisinin korkunç açmazı
 

Karikatürde: Kutularda inkâr, ekonomik büyüme, refah, tüketim ve faydalar yazıyor. Adam: "Hey neyiniz var? Asılın küreklere, hepimizn boğulmasını mı istiyorsunuz?" diyor. 

.... 

Bir yanda somut yoksulluk dururken öbür yanda serbest piyasayı savunmak, çoğunun sandığının aksine sosyalist bir kahraman olmaktan daha zor. Hem popüler olmadığı için hem de aklın tatsız ve emek isteyen yollarında daha fazla gezinmek icap ettiğinden. Oysa sosyalizmin romantik kestirmeleri bizi doğrudan “paylaşım Disneyland’lerine” götürüverir… 

Bunun sebebi tam da bardağın hangi yarısına baktığımız… Bardağın bir yarısında özel teşebbüs, özel mülkiyet ve iş bölümü… Diğer yarısında yoksulluk, işsizlik vs.. 

Aslında bardağın yarısı diye baktığımız şey bakmamız gereken yarının sonuçlarından ibaret. Bardağın gerçek diğer yarısı devlet, devletin müdahaleleri, tembellik ve bedavacılık arzularımız. 

İnsan için çalışmak daima yüktür. İnsan tembelliği, çalışmaya daima yeğler. Çalışmanın sonradan gelecek zevkleri olmasa veya çalışmanın o anki zevk verici herhangi bir özelliği olmasa çalışmak için herhangi bir teşvik kalmazdı elimizde.  

İkinci olarak insan daima çok olanı az olana tercih eder. Yokluğun getirdiği erdemin, önceki erdemlilik halinden daha fazla olduğunu hisseden zahit için de durum aynıdır. Yoksula sunduğunuz vaat “daha fazlasıdır”, ölmemeyi garantilemek değil! Hiç kimse ölmeyecek kadar yiyecek , giyecek ve barınak ile tatmin olmaz. Eğer insanların tatmin olmak arzusunun, doğal olmadığını, aslında bütün meselenin hayatta kalmak olduğunu düşünüyorsanız, neden maymunlar gibi yaşamadığınızı kendinize sormalısınız. Veya neden hayatta kalmak için hemcinslerinizi öldürmediğinizi, neden insanın hayatta kalması için hemcinsleriyle rekabette onların yok olmasını beklemediğini aksine onları hayatta tutmaya gayret ettiğini kendinize sormalısınız. 

Sosyalist bir ekonomide insanların çalışmaktan daha fazla zevk almasını sağlayacak hiçbir unsur yoktur. Marx bile ancak işten zevk almak halinin hayali bir tasviriyle, işin yarattığı hoşnutsuzluğu zımnen kabul etmek zorunda kalmıştır. Sosyalist bir ekonomide “daha fazla çalışmakla” elde edilebilecek daha fazla boş zaman veya refah yoktur. Çünkü “daha fazlasına” hem yer yoktur hem de buna , çalışanın kendisi karar verememektedir. İhtiyacın miktarına kişinin kendisinin karar verebilmesi için önünde içinden seçimler yapabileceği bir arz listesinin olması gerekir. Size neyi seçmeniz gerektiği devletin arz planlarıyla emrediliyorsa orada bir “ihtiyaçtan” bahsetmeniz de mümkün değildir. 

Eğer bu sorulara sosyalizmin romantik tepkisiyle ahlâki bir karşılık verirseniz size sosyalizmin bahsettiğiniz etik kaygılarla zerrece alâkasının olmadığını, Marx’ın, sosyalizmi etik bir gereklilikten ziyade, sözde tarihsel bir mecburiyet olarak savunduğunu hatırlatmak isterim. 

Piyasa ekonomisinde tek egemen, müşteridir. Müşterilerin talepleri girişimci/üretici ve kapitalstin (ki kapitalist bir hakaret değil realitedir) üretim faktörlerini nasıl kullanmaları, harcamaları gerektiğine dair birer emirdir. Müşterinin talep etmediği şeylerin ortaya çıkması gene daha sonraki talep testiyle sınanır ve zannedildiği gibi her arz mutlaka “kârlılık sağlayıcı” bir talep meydana getirmez. Kârlılığı olmayan şeylerin üretilmemesi demek arzın talep testinden geçemeyeceğinin anlaşılması demektir. 

Bu sistemin adaletsiz olduğunu söylediğinizde üretim faktörlerinin harcanması konusundaki müşteri yetkisini ve daha önemlisi üretim faktörlerinin özel mülkiyetini kaldırmak istiyorsunuz demektir. 

O halde önümüzdeki soru şudur: Kim egemen olmalıdır? 

Üretim faktörlerinin özel mülkiyetini yasakladığınızda müşteri taleplerine göre değil, üretim faktörlerinin sahibi her kim ise onun keyfine göre üretim yapılacak demektir. Neyin ihtiyaç sayılacağı sorusunu artık müşteriye değil, üretim faktörlerini sahiplenmiş olan her kimse, ona sormanız icap edecektir. 

Kendilerine göre “insanca bir düzeni” savunan sosyalistler, neyin ihtiyaç sayılacağına müşterilerin değil de baştaki herhangi bir yarım akıllı bürokratlar kurulunun karar vermesinin daha ahlâkî ve akılcı olduğunu söylemektedirler. Çünkü bir torna tezgâhını, sahibinden gasp ettiğinizde en nihayetinde onun çalışmasını yönetecek başka bir sahip bulmalısınız. 

Buna sosyalist ezberle “Halk sahip olur!” diye cevap verirseniz, üretim plânlarının sosyalist ülkelerde halk oyuyla mı yapıldığını size sormamız icap eder. Halk arasında yıllık olarak yapılan tüketici anketlerine cevaben ayakkabı fabrikaları üretim mi yapmaktadır? Yoksa bu işi, akılları kesinlikle sıradan insanlardan daha fazla tanrısal bir politbüro seçkinleri mi yapmaktadır? Elbette plâncı seçkinler… 

Peki kaynaklar plâncıların keyfi planlarına yetecek kadar bol mudur? 

Bunun yanı sıra “insanca bir hayat” plânlayan sosyalistler, bütün bir ekonomik alanın hatta toplumsal düzenin bilgisine sahip olabilecek kadar yetkin midirler? 

Bu iki sorunun da cevabı hayırdır. Kömür rezervleri politbüro emrettiği için artmadığı gibi kömür fiyatlarını etkileyen faktörlerin tam bilgisine de hiçbir insan evlâdı sahip değildir. 

Bunun yansıra “insanca bir hayatın” asgari standardının ne olduğu sorusu önemlidir. Çoğunuzun evinin salonundan küçük tek odalı evlerde yaşamaya mahkûm edilmiş veya büyük bir evin her odasında yaşayarak ortak tuvaletleri kullanıp ancak umumi hamamlarda yıkanabilen insanların hayat standardını “insanca” olarak değerlendirirseniz insanların Sovyetleri yıkmakla büyük bir suç işlediklerini bile söyleyebilirsiniz. Veya dünyanın en müreffeh ülkelerinden isveç’te tek odalı ve tuvaletli dairelerde “barınma hakkına”(!) bedava kavuşmuş insanların neden durmadan intihar ettiklerini düşünmeye başlamalısınız. 

Bir diğer soru şudur: Kim öder? 

Derhal “vergi mükellefleri!” diye cevap verebilirsiniz. Öyle ya, devlet çok kazananları daha fakir hale getirirse herkes bir ölçüde eşitlenmiş olmalı. Sorun şudur: Üretim araçlarının özel mülkiyetinin yasaklandığı bir memlekette artık “vergi” diye bir şey kalır mı? 

Vergi, gelirden tahsil edilir. Gelir ise “müşterinin üreticiye vermeye razı olduğu fiyat” anlamına gelir. Gelir tanımı üç unsura dayanır. Birincisi üretici, ikincisi müşteri ve bunların var olmasını sağlayan serbest piyasa, daha doğrusu piyasa… 

Eğer müşteri üreticiye, onun istediği fiyatı vermezse üretici gelir elde edemez. Gelir bir alışverişin sonucudur. Bir hürriyet unsurudur. 

Oysa “insanca düzen” sağlayacağı iddia edilen sosyalist bir ekonomide, müşteri de üretici de artık seçme hürriyetinin kalmamasından ötürü sahte bir hal alırlar. Onlar devletin emrettiği hareketleri yapan kuklalardır. 

Bunları değil de üçüncü yolu tercih ettiklerini söyleyeceklere cevabımız şudur: Üçüncü yolda fiyatlara, tüketime, üretime müdahale ederek ama sözde özel mülkiyete izin veren her yönetim fiilen sosyalizmi uyguluyor demektir veya böyle bir yönetimin sonuçları kapitalime değil sosyalizme yakın olacaktır. 

Çünkü sözde özel mülkiyeti tanıyan müdahaleci üçüncü yol da en nihayetinde üretim faktörlerinin yönetilmesinde egemenliği müşteriden gasp eder ve hükümetlere devreder. Burada kimin müdahale ettiğinin önemi yoktur. Üçüncü yolcular da sosyalizmin açmazlarıyla karşı karşıyadırlar. Onlar da hürriyetin sağladığı rekabet ortamından doğan piyasa rakamlarının buharlaşması sonucuyla karşılaşırlar ve hesaplama kabiliyetlerini kaybederler. Onların hesaplamaları ancak yabancı bir üreticinin referans fiyatlarına dayalı bir emirname projesi hazırlamaktan öteye gidemez. Bunun bir hayal olduğunu sanıyorsanız devletin sekiz yıldır uyguladığı “ilaç fiyat kararnamesi” denen şeye göz atabilirsiniz. 

Özel mülkiyeti, seçilmiş veya diktatör bir hükümet sultası altına almakla, onu yasaklayarak üretimi devlete devretmek arasında, sonuçlar açısından hiçbir fark yoktur. İkisi de kaynakları israf eder, ikisi de tüketici mallarını azaltır, ikisi de hürriyeti yok eder ve ikisi de yoksulluğu standartlaştırır, politbüro veya seçilmiş hükümetlerin çevreleri hariç… İşte Türk ekonomisinin önündeki açmaz, “Sosyalizm mi, kapitalizm mi yoksa üçüncü yol mu?” değil, “Kapitalizm mi yoksa yok olmak mıdır?” 

 
Toplam blog
: 153
: 503
Kayıt tarihi
: 11.02.11
 
 

Eczacıyım, memlekete meraklıyım.....