Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Şubat '20

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Suriye bize çok şey öğretti

"Saddam'dan sonra ikinci hedef Suriye'dir. ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceği, Türkiye'nin Suriye ve İran konusundaki tavrına bağlı." (Richard Perle - ABD Savunma Bakanlığı Danışmanı - Şubat 2003)

"Irak'ta Saddam şartlarımızı kabul etseydi kim bilir, belki de hâlâ ülkesinin başında olurdu. Irak savaşından sonra Suriye de dahil pek çok ülke mesajımızı alacak." (Paul Wolfovitz - ABD Savunma Bakanı Yardımcısı - Nisan 2003)

"Musul-Hayfa boru hattı için Suriye işgal edilmeli. Hat açılırsa Hayfa dünyanın en önemli petrol kenti haline gelecek." (Joseph Paritzky - İsrail Altyapı Bakanı - Nisan 2003)

"Türkiye savaşta ABD'ye ihanet etti. Kurulacak Kürt devletinin denize çıkışı bulunmayacak. Ancak petrolü olan Kürt devleti denize çıkışı rahatlıkla satın alabilir." (Ralph Peters - Büyük Ortadoğu Projesine kaynak teşkil eden 'Kan Sınırları' adlı haritanın çizeri - ABD'li emekli albay)   

"Türkiye de dahil 22 ülkenin sınır ve rejimleri değişecek." (Condoleezza Rice - ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı - Ağustos 2003)

Bu liste daha uzar gider.
Berlin Duvarı'nın yıkılışı ve sonrasında Sovyetler'in sahneden çekilişinden beri coğrafyamızdaki hemen her olay belli bir program dahilinde yürütülüyor. 11 Eylül 2001'de tarihin en büyük illüzyonuna imza atan ekip fikirleri ve tasarılarıyla hâlâ iktidarda. Katolik Hristiyanlığı Siyonizme entegre eden Evanjelist tarikatı, Nil-Fırat arasına İsrail'in egemen olmasını 'Tanrı buyruğu' gibi görüyor. Tarikatın 'Neo-Con' (yeni muhafazakarlar) olarak da bilinen temsilcileri, İsa-Mesih'in yeryüzüne, vâdedilmiş topraklara ancak Yahudiler hakim olduğu zaman ineceğine inanıyor. Sözkonusu inanışın müritlerine göre, İsrail'e tehdit olması muhtemel her lider ve her ülkenin mutlaka bertarafı gerekiyor. Nihai amacı maskelemek için başvurulan kılıf bazen enerji hatları ve jeopolitik çıkarlar oluyor bazen kimyasal silahlar, bazen de 'demokratik değerlerden uzaklaşan ve giderek diktatörleşen' liderler...

1980-1988 yılları arasında İran'a saldırılar için kullandığı Irak ordusunu tepeden tırnağa dizayn eden ABD, 'kontrolden çıkan diktatör'ün Kuveyt işgalini sonlandırmak için Irak'a saldırarak 1991'de Basra'ya yerleşti. Bunu 2003 yılında Irak'ın fiilen işgali izledi. 11 Eylül sonrası İslam'a karşı Haçlı Seferi başlattığını söyleyen George W. Bush'un 'diktatör' Saddam Hüseyin'den kurtardığı Irak, çok kısa bir zamanda kaos cenderesine girdi. Yüzlerce yıldır birarada yaşayan Şii ve Sünniler mahalle aralarına kalın duvarlar inşa ederken, Amerikan askerlerinin birbiri ardına kurduğu hapishane ve kamplar ise uygun bir zamanda sahneye sürülmek üzere kodlanmış militanların üretildiği çiftliklere dönüştü. Yeraltı kaynaklarını sömürürken yerüstündeki tarihi varlıkları da talan eden küresel çete, teslim almayı kolaylaştırmak için hem kamu kurumlarını etki ajanlarıyla delik deşik etti hem de etnik ve mezhepsel ayrışmaları körükledi. Saddam döneminde baskı gördüğünü iddia eden ve bir zamanlar her gün selam verdiği Sünni komşusunun evini yakmaya giden Şii Müslümanlar, daha birkaç yıl geçmeden Amerikan dipçikleri altında Sünnilerle birlikte ya can verdi ya da işkenceler altında sakat kaldı. Bir milyonu aşkın insanın acımasızca öldürüldüğü işgal süreci, geride yıkılmış kadim şehirler, paramparça olmuş mahalleler ve tedavi edilemeyecek yaralar bıraktı.

İLİŞKİLER HIZLA GELİŞİRKEN
İÇ SAVAŞ PATLAK VERİYOR
ABD'nin Irak işgaline destek için ettiği teklifi 2003 Mart'ında TBMM kararıyla geri çeviren Ankara ise 'küresel hegemonyaya hayır diyebilen ülke' olarak bölgesinde güvenilirliğini artırmıştı. AK Parti iktidarıyla 2003-2010 arasındaki dönemi hem ekonomik atılımlar hem de demokratikleşme hamleleriyle iyi değerlendiren Türkiye, Ahmet Davutoğlu'nun dışişleri bakanlığı ile birlikte bir sonraki adıma geçti ve bölgesel etki alanını genişletme adına 'komşularla sıfır sorun' prensibini benimsedi. Rusya, İran, Ermenistan, Irak, Suriye, Yunanistan ve Bulgaristan'la ilk etapta kültürel ve ekonomik sorunların çözümü yolunda bir dizi adım atıldı. Somut projelerin hacmine bakıldığında Türkiye'nin sadece sorun çözmek değil, aynı zamanda ileri düzeyde ortaklık kurmak istediği bir ülkenin varlığı göze çarpıyordu: Suriye... Özellikle 2010 yılından itibaren karşılıklı yatırım anlaşmaları birbiri ardına yapıldı. Türk bankalarının bu ülkede şubeler açması, hatta iki ülkenin ticaretini geliştirmek için çalışacak bir 'ortak banka'nın kurulması, TOKİ'nin dar gelirli Suriyeliler için binlerce konut inşa etmesi, Nusaybin sınırına yepyeni bir gümrük kapısı, ortak lojistik merkezi, Halep'e tren fabrikası, Rakka'ya çimento üretim tesisi, vizelerin kaldırılması, ticarette yerel para birimlerinin kullanılması, Asi nehri üzerinde 'Türkiye-Suriye Dostluk Barajı' inşası, İran doğalgazının Türkiye'deki hat üzerinden Halep'e taşınması, Suriye'nin tapu-kadastro arşivinin dijital dönüşümünü Türk Bayındırlık Bakanlığı'nın yapması, Türkiye-Suriye-Lübnan-Ürdün arasında planlanan 'Shamgen' projesi bunlardan sadece birkaçıydı. Üstelik rejim, Türkiye'nin isteğiyle bu ülkede PKK bağlantılı kişilere operasyon yapıp yüzlerce kişiyi gözaltına almaya bile başlamıştı.  

2011 yılına girildiğinde Ankara ile tam entegrasyon adımlarına hız veren Şam yönetimi, Tunus, Mısır ve Libya'yı altüst etmiş Arap Baharı'ndan şüphesiz ürküyordu. Ülkeyi 1971'den 2000 yılına kadar Hafız Esed yönetmiş ve öldüğünde yerine oğlu Beşar geçmişti. Oğul Esed, iktidarının 11. yılını, rejim ise 'azınlığın çoğunluğu yönettiği' ülkede 40. yılını yaşıyordu. Alevi-Nusayri hanedanının yönetim tarihi Sünni halka yönelik katliamlarla dolu olduğu için Arap Baharı sürecinde rejimi endişelendirecek yeterince neden vardı. 20 milyonu aşkın nüfusun ancak yüzde 13'üne tekabül eden Alevi-Nusayriler ülkede onlarca yıldır yönetimde iken, halkın yüzde 75'ini oluşturan Sünniler ise hiç iktidar yüzü görmemişti. Üstelik 1982'de 40 bin kişinin birkaç gün içerisinde öldürüldüğü Hama Katliamı ve Müslüman Kardeşler üyelerine yönelik toplu infazlar hafızalarda taptazeydi. Osmanlı Devleti bölgeden çekildiğinden beri, Sykes-Picot haritalarına öfkelenmiş ve başkaldırmak için uygun ânı kollayan yumrukların sayısı hiç de az değildi.   

TÜRKİYE AKAN KANIN
DURMASI İÇİN HER ŞEYİ YAPTI
Tunus'ta Zeynel Abidin Bin Ali'yi, Mısır'da Hüsnü Mübarek'i koltuğundan eden, Libya'da ise Muammer Kaddafi'nin linç edilerek öldürülmesiyle bitecek iç savaşı başlatan Arap Baharı, Suriye'ye aynı yılın mart ayında uğradı. Başkent Şam'ın güneyinde, Ürdün sınırındaki Dera'da Muaviye Sayasna adlı gencin, okuduğu okulun dış duvarına "Ey doktor, şimdi sıra sende" cümlesini yazması 'devrim'in fitilini ateşledi. 'Doktor'dan kastedilen, tabii ki göz doktoru Beşar Esed'di. Tunus ve Mısır'daki halk ayaklanmalarından etkilendiklerini söyleyen Suriyeli gençler, Esed hanedanına sıkı bir ders verme amacıyla sokaklara indiklerini söylüyordu. Duvarlara slogan yazdığı belirlenen 13 çocuk gözaltına alınırken kentte cuma namazının ardından patlak veren gösterilerde kan aktı. Dera'da yaşayanlarla oraya dışarıdan gelenler ve Suriye polisi arasında çıkan çatışmalarda 100'den fazla kişi ölürken, devletin resmi ajansı SANA, ülkede 1 milyonu aşkın kişinin cep telefonlarına 'kutsal mekanlarda eylem yapın' şeklinde mesajlar gönderildiğinin belirlendiğini duyuruyordu. Olayları yatıştırmak için Dera valisini görevden alan, daha sonra 48 yıllık Baas iktidarı boyunca sürmüş olağanüstü hâl uygulamasını kaldıracağını vaat eden Beşar Esed'i Başbakan Erdoğan da telefonla arayıp tebrik etti. Esed, siyasi tutukluların bir kısmını da cezaevinden salıverdi ama bu zeytin dalları, ülkede kopan fırtınayı durdurmaya yetmedi. Dera'nın ardından Akdeniz sahilindeki Lazkiye'nin sokaklarında beliren silahlı kişiler burada 12 kişiyi öldürdü. Esnaf tarafından yakalanabilmiş bir eylemcinin Ürdünlü çıkması ise dikkat çekiciydi. ABD'den, 'Suriye rejiminin halka karşı silah kullanmaktan vazgeçmesi gerektiği' yönünde mesajları geldiği esnada Esed taraftarları ise mart sonunda meydanlara iniyor, "3 şeyimiz var: Allah, Suriye, Beşar" sloganlarıyla gövde gösterisi yapıyordu. Başbakan Erdoğan'ın, olayların büyümemesi için "Reformları bizzat kendin açıkla" tavsiyesinde bulunduğu Beşar Esed, ertesi gün tüm dünyanın merakla izlediği konuşmasını yaptı. Ülkesinin büyük bir komployla karşı karşıya olduğunu söyleyen Esed, kendisinden beklenen o büyük reformlara uzun konuşmasında hiç değinmedi. Böylelikle ülkenin kaosa sürüklenmesini bekleyenlere bu fırsatı vermesinin yanında, belki de, 'serbest seçimlerin yapıldığı demokratik Suriye'nin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı' olma şansını da heba etmiş oldu.

Esed'in hayal kırıklığına yol açan konuşması sonrası Şam'daki gösterilerde çok sayıda kişi hayatını kaybederken Humus'un Saat Meydanı'na ise binlerce kişi kamp kuruyordu. Bir mesaj yayınlayan rejim, 'provokatörlere artık müsamahakar davranılmayacağını' duyurdu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bir kez daha Şam'ın yolunu tutarken, Esed'e "Reformlar için her türlü yardıma hazırız" dedi. Kimilerine göre Esed reform yapmak isterken buna 'Suriye derin devleti' engel oluyordu. Çok geçmeden Baas rejiminin acımasız çarkları işlemeye başladı: Guta'da devlet görevlileri evlere baskınlar düzenleyip gözaltına aldığı kişilere çok kötü davrandı; Beşar'ın kardeşi Mahir Esed ise Dera'ya tanklarla girdi. Onlarca kişi sokaklarda infaz edildi. Hama ve Humus'ta rejimin keskin nişancılarının sokakta insan avladığı görüntüler internete düştüğü zaman tüm dünyanın Esed hakkındaki fikirleri de netleşmeye başladı. Bu arada Suriye'den Türkiye'ye doğru yola çıkan yüzlerce kişi tel örgüleri aşıp ülkemize girdiğinde takvimler 2011 Mayıs ayını gösteriyordu. Suriyeliler, günde ortalama 50 kişinin öldürüldüğü ülkelerini terk etmeye başlamıştı. Türkiye'ye gelenlerin içerisinde Suriye muhalefetinin önemli isimleri de vardı ve muhalifler ilk toplantılarını haziran başında Antalya'da icra etti.

VAHŞETİN DOZU ARTIYOR
SURİYE ORDUSU BÖLÜNÜYOR
Rejim sonraki günlerde tüm ülkeyi saran isyan dalgasını kanla bastırmayı sürdürdü. Halka yönelik sindirme operasyonlarında Şebbihalar'ın da kullanılmaya başlaması tabanda öfkeyi daha da artırdı. 'Esed ailesinin yasalardan bağımsız katliam çeteleri' olarak bilinen Şebbihalar daha sonra hep sorgusuz infazlar, kadın-çocuk demeksizin yaptıkları işkenceler ve ikamete yönelik yağmalarla gündeme geldi. Bu Şebbihalara kısa bir süre sonra İranlı milisler de eklendi. Olaylar başlar başlamaz soluğu İdlib'in Cisr'eş Suğur kasabasında alan İranlı timler, kısa zamanda burayı 'hayalet şehir'e çevirdi. Görgü tanıklarının anlatımlarına göre 'Farsça konuşan sakallı kişiler' yüzlerce İdlibliyi öldürdü, 40 bine yakın kişinin de evlerini terk etmelerine yol açtı. Rejim, burada ölenlerin mezara bile gömülmesine izin vermedi. Katledilenlerin cesetleri genellikle çöp bidonlarına döküldü. Vahşetin dozu arttıkça, Suriye ordusunda çözülmeler başgösterdi. Rejim ordusunun üst düzey askerleri artık kendi kışlalarını terk edip Türkiye'ye sığınıyordu. Rejime ait gemilerin Lazkiye açıklarından şehirdeki Filistinli mültecilerin evlerine füze yollaması, ileriki dönemde Esed'in kendi halkını katletmekte hiç tereddüt etmeyeceğinin işaretiydi.

2011 Kasım'ına gelindiğinde rejim ordusundan ayrılan askerlerin sayısı 15 bini geçmiş ve Ürdün sınırında organize silahlı direnişler başlamıştı. Şam'da yaklaşık 7 saat boyunca dil döktüğü Esed'in, sözlerini bir türlü tutmadığını söyleyen Davutoğlu, rejimin normalleşmek için son şansını kaçırdığını dile getiriyordu. ABD'de Obama yönetimi ise bir yandan Esed'in mutlaka gitmesi gerektiğini söylüyor bir yandan da 'sabrı taşan' Türkiye'yi Suriye'ye askeri müdahalede bulunmaya çağırıyordu. Türk ordusunun o dönem Suriye'ye askeri müdahalesi, aynı zamanda İran'la cephe savaşı anlamına gelecekti. Amerikalıların ardı ardına Ankara'yı ziyaret ettiği 2012 yılı başında Dışişleri Bakanı Davutoğlu, "Mezhep eksenli bölgesel bir savaş çıkarmak isteyenler var. Bu, bütün bölge için intihar olur" diyordu. Esed birlikleri Humus'ta camileri bile küle çevirip, cenazesini almak isteyene kurşun yağdırırken Türkiye, İran'la savaş yemini yutmamakta kararlı davrandı. Ankara işte bu yüzden, "Baskıdan kaçan tüm Suriye halkını Türkiye'ye kabul ederiz" mesajı verdi. Ancak göçlerden gelecek zararı en aza indirgemek için sınırda güvenli bölge kurma planı da masadaydı. Tahran, Devrim Muhafızları'nı akın akın Suriye'ye taşımaya devam ederken, rejimin elindeki Rus yapımı savunma sistemleri Hatay-Lazkiye sınır hattında keşif uçuşu icra eden silahsız Türk F-4 uçağını düşürdü. Saldırıyla birlikte Ankara'nın Şam'a yönelik angajman kuralları değişti. Artık sınıra yaklaşan her rejim askeri, TSK için doğal bir hedef anlamını taşıyacaktı.


Ülke genelinde günlük ölüm ortalamasının 100'lere ulaştığı 2012 yaz aylarında 'Özgür Suriye Ordusu' adı altında örgütlenen muhalifler, rejim ordusuna büyük kayıplar verdiriyordu. Esed, artık başkent Şam'da bile kendini güvende hissetmiyordu. ÖSO, buradaki havaalanının da kontrolünü ele almış, İran destek birlikleri göndermeye mecbur kalmıştı. Muhalif grupların ülkenin yarıdan fazlasına hakim olmasıyla Şam'dan kaçışlar başlamış, hatta Rusya'dan "Esed görevini medeni bir şekilde bırakmaya hazır" çıkışı gelmişti. Rejim giderayak Türkiye'ye karşı terör kartını devreye sokmak istemiş ve özellikle Kamışlı, Haseke, Dırbesiye, Ayn el-Arab gibi yerlerdeki kamu binalarını bir süredir ABD-Barzani desteğiyle örgütlenen PKK/PYD'ye devretmişti. Esed'in devrilmesi emareleri artınca "Sonraki lider kim olacak?" soruları arttı. Rejim ordusunda görev yaparken Fransa'ya kaçan Tuğgeneral Menaf Tlas, Avrupa'nın Suriye için düşündüğü başlıca isimdi. Başbakan Erdoğan ise Esed sonrası dönemde Muaz el-Hatib'i destekleyeceğini duyurdu. Suriye'de sokakların 'Erdoğan' sesleriyle inlediği bir dönemde halkın Türkiye'nin desteklediği isme evet demesi kaçınılmazdı. Yani yönetim, Birinci Dünya Savaşı sonrasından beri ilk kez 'Sünnilere' geçmek üzereydi. Bu durum hem ABD hem Avrupa'yı, bilhassa da İsrail'i ürküttü. İşte tam o günlerde (2012 Temmuz) Amerikan New York Times gazetesi, 'Irak-Şam İslam Devleti' adında bir oluşumun 'lansmanını' hazırladığı geniş bir haberle yaptı. Sonraki aylarda 'IŞİD' ya da 'DEAŞ' kısaltmasıyla adını sıkça duyacağımız bu grup, "Bütün Müslümanlar için İslam devleti kurup sonra da İran ve İsrail'e savaş ilan edeceğiz" diyordu ama Suriye'de ABD-İsrail çıkarlarına direnen kim varsa karşısında er ya da geç bu örgütü bulacaktı.  

SAVAŞI ABD UZATIYOR
Afganistan'dan Taliban üyelerinin bile gelip "Cihad yapmak için şartlar müsait mi baktık" dediği Suriye'de tuhaf şeyler olmaya başlamıştı. Esed'e karşı önemli mevziler kazanan muhaliflere karşı bir yandan DEAŞ 'kafirler' diyerek saldırıyor, bir yandan da PKK/PYD aynı tutumu sergiliyordu. Suriye'nin ikinci büyük şehri ve ticari başkenti Halep, işte böyle bir zamanda Esed-ÖSO-DEAŞ-PYD çatışmaları eşliğinde iç savaşa dahil oldu. Esed, İranlı milislerle birlikte her cephede zor anlar yaşıyordu. Üstelik kendi atadığı başbakanı Riyad Hicab, bazı kabine üyeleriyle birlikte ülkeyi terk etmiş, sonraki günlerde buna yardımcısı Faruk el-Şara da dahil olmuştu. Hicab, kaçtığı Ürdün'de gazetecilere şöyle diyordu: "Esed ülkenin ancak yüzde 30'una hakim..." Ülkenin ancak yüzde 30'u, evet. Esed düşmek üzereydi ama birileri onun yönetimde kalmasını istiyordu. O günlerde Ankara'da diplomatik trafiği yürüten kritik bir isim, gazetemiz Yeni Şafak'a şu bilgiyi vermişti: "Bu savaş ABD istediği için uzuyor. Washington, Esed sonrası Türkiye'nin şekillendirdiği ve Müslüman Kardeşler'in hakim olduğu yeni Suriye istemiyor."

İRAN'LA SAVAŞ TUZAĞI
Öyle ya, ABD Türkiye'ye, "Suriye'yi istiyorsan İran'la savaşmalısın" demiş olmalıydı. NATO'dan da hemen her gün gelen mesajlar, "Her durumda Türkiye'yi koruruz" şeklindeydi. Oysa İslam dünyasının güç kaybetmesi amacıyla çıkarılacak bir Sünni-Şii savaşı, en başta küresel soygun çetesinin işine gelirdi. Bu nedenle Ankara -Suriye'deki her türlü provokasyona rağmen- bu oyuna gelmedi. İsteklerinin karşılanmadığını gören Obama ise elinde beyzbol sopasıyla fotoğraf servis ediyor ve "Erdoğan'la konuşuyorum" diyordu. Kontrolünü kaybeden Washington, Ankara'ya daha komik tekliflerle gelmeye başlamıştı: "PKK'ya ilişkin istihbarat verelim; siz de Afganistan'da Taliban'la savaşın. Suriye'de El-Kaide örgütüyle de mücadele etmelisiniz." Zaten Obama'nın hiçbir zaman Esed'i devirmek gibi bir hedefinin olmadığını emekli CIA ajanı Douglas Laux'tan 2016 yılında öğrenecektik: "2012 yılında görevdeyken, Suriye'de Esed'in devrilmesi için 50 ayrı plan hazırladık. Siyasi irade bunların hiçbirini kabul etmedi."

ENKAZA ÇEVRİLEN ÜLKE
Şii Lübnan Hizbullahı binlerce militanını muhaliflerle savaşmak üzere Suriye'ye gönderirken, İran ve Rusya destekli rejim ise varil bombalarıyla şehirlerin üzerine ölüm kusmaya başlamıştı. Halep, Hama, Humus, Dera ve İdlib'in büyük bölümü, Şam'ın da 'Sünni mahalleleri' harabeye dönüştü. Sembol camilerin yerlebir edildiği süreç, tarihi eser hırsızlarına da kârlı macera kapısını açtı. Artık cuma namazı sırasında camilerin, içindeki cemaatle birlikte bombalanması, yaralıların tedavi edildiği sağlık merkezlerinin yatalak hastalarla beraber yakılması, ekmek fırınlarının, okulların enkaza çevrilmesi insanlar için tanıdık manzaralar haline geldi. Her şeye rağmen sokaklarda rejime karşı direniş sürüyordu. Ancak Suriye'nin çoğunluğuna hakim durumdaki muhalifler 100'ü aşkın gruba bölünmüştü. Bu, Esed'in iktidarda kalmasını ve bölgede kaosun sürmesini isteyenlerin işine geliyordu. Zira her muhalif grubun ajandası, onu destekleyen ülkenin durumuna göre farklılık gösteriyordu. Rusya ve İran'la sürekli temas halinde olan Ankara, tüm çabalarına karşın bu iki ülkeyi Esed'den vazgeçiremedi. Tahran-Bağdat-Şam-Beyrut hattı ile Akdeniz'e ulaşan Şii Hilâli, İran için hayati önemdeydi. Rusya ise 'sıcak denizde' Lazkiye ve Tartus'taki üslerinin tehlikeye girebileceği endişesi taşıyordu.

ESED TAM ÇEKİLECEKKEN...
Mısır'ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin davetiyle bu ülkeye giden Başbakan Erdoğan'a yönelik Kahire'deki büyük sevgi gösterisi, Rusya-İran'ın dışında ABD ve İsrail'i de Esed'in kalması gerektiği konusunda iyice ikna etti. Çünkü İslam dünyasının lideri olarak görülen Erdoğan'ın Esed sonrası Suriye'yi tamamen kontrol eder hale gelme ihtimali, bölgesel denklemde Mısır ve Katar'ı da düşününce İsrail için kabus anlamı taşıyordu. "Esed kalsın, Erdoğan ve Mursi gitsin" şeklinde özetlenebilecek tasfiye planı 2013 yılında yürürlüğe sokuldu. Suriye muhalefetinin Türkiye ile bağlarını güçlendiren ve Türk istihbaratının etkinlik ağını genişleten MİT Müsteşarı Hakan Fidan, ocak ayının ilk günlerinde FETÖ'ye bağlı savcılarca PKK/KCK soruşturmasına dahil edildi. Bu, 7 Şubat sonrası FETÖ'nün ikinci denemesiydi. Aynı günlerde Esed, ÖSO gruplarıyla temas kurdu ve "Uzlaşma sağlanırsa çekilirim" mesajını verdi. Ardından bomba yüklü araçlar önce Cilvegözü'nde patladı, sonra da Şam'ın merkezinde. Mayıs ayında ise MİT'in uyarılarına rağmen harekete geçmeyen FETÖ'ye bağlı savcı ve emniyet birimleri, Reyhanlı'nın kana bulanmasına kapı araladı. THKP-C/Acilciler adlı terör örgütünün patlattığı bomba yüklü araç 51 kişinin canına mâl oldu. Saldırının şoku sürerken Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve MİT Müsteşarı Fidan, Suriye toplantısı için Washington'a gidiyordu. 17 Mayıs 2013 tarihinde Beyaz Saray'da ABD Başkanı Obama ve ekibiyle yapılan o kritik toplantıların hayli gergin geçtiği, tarafların restleştikleri iddia ediledursun, Arap Baharı'nı Türkiye'ye taşıma denemesi olan Gezi olayları bu görüşmeden sadece 13 gün sonra başgösterecekti. Türkiye planlı ve organize isyanı FETÖ unsurlarına rağmen püskürtmeyi başardı, ancak Mısır'da işler tam tersi yönde gelişti. Türkiye'deki isyan dalgasından sadece bir ay sonra Mısır ordusu, seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi kanlı bir darbeyle devirdi.


DEAŞ'lı tiyatro sahnede

Irak'ta da tuhaf şeyler oluyordu. Ramadi, Felluce ve Anbar başta olmak üzere Sünni aşiretlerin yoğunlukta olduğu pek çok bölgede beliren yüzü maskeli direnişçiler, yaşadıkları yerlerde yönetimin artık kendilerinde olduğunu söylüyorlardı. İran güdümündeki Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'ye tepki olarak ortaya çıktığı iddia edilen bu hareket, çok geçmeden IŞİD/DEAŞ'ın altyapısını oluşturacaktı. Suriye'de ise savaşın başladığı 2011 yılından beri muhaliflere silah-cephane desteği veren ABD, bu yardımı kademeli olarak kesti. Çünkü Pentagon, muhaliflerin en önemli gruplarını El Kaide yanlısı olmakla suçluyor ve direnişin öncelikle Esed'e karşı değil, El Kaide'ye karşı yapılmasını istiyordu. İhanete uğradıklarını düşünen muhalif gruplar bu nedenle ABD'ye karşı her geçen gün Türkiye'ye daha fazla yaslandı. Batılı ülkeler Suriye'de çözümsüzlüğü derinleştirmekten başka bir işe yaramayacak Cenevre toplantılarını planlayadursun, trajedinin yaşandığı ülkede ölü sayısı çoktan 100 bini geçmişti. İlelebed Esed yönetimi altında yaşamak istemeyen Suriye halkının başlattığı devrim süreci, fillerin tepişmesiyle birlikte karanlık bir dehlize girdi. PKK/PYD kuzeyde muhaliflerle savaşıp Rasulayn ve Tel Abyad'ı ele geçirdi. Hakim olduğu yerde evvela tapu  binalarını yıkıp içerideki kayıtları yok eden PKK'yı İranlı milislerin taklit etmesi dikkat çekiyordu. Çünkü İranlılar da Humus ve Hama'daki Sünni varlığını silmek için aynı şeyi yapıyordu. Lübnan Hizbullahı ise Halep'i çoktan kuşatmıştı bile.

İKİ ÖRGÜT AYNI ANDA
DEVREYE SOKULDU
Suriyeli Arap, Türkmen ve Kürt muhaliflerin giderek kan kaybettiği bir ortamda uzun yıllardır özenle hazırlanmış iki örgüt, sahipleri tarafından aktive edildi: FETÖ ve IŞİD. ABD-İsrail kontrolündeki Fetullahçı Terör Örgütü, Türkiye'de emniyet ve yargı içerisindeki uzantılarını kullanarak hükümete yönelik kumpasları ardı ardına devreye sokarken, bir yandan da MİT TIR'larına operasyon yapmak suretiyle Suriyeli muhaliflere yardım ulaştırılmasına mani oldu. Aynı tarihlerde, özenle tasarlanmış başka bir örgüt olan IŞİD sahnedeki yerini aldı. Tekfirciler, muhaliflerin rejimden kan dökerek aldığı topraklarda önce camilere yerleşiyor, ardından 'mürted' ilan ettiği ÖSO'cular hakkında 'katli vacip' fetvası veriyor, daha sonra zaten cephane bakımından zor durumdaki muhalifleri gelişmiş teçhizatlarıyla katlederek hazıra konuyorlardı. Örgütün lideri, ABD'nin Irak işgali sonrasında kurduğu hapishanelerden biri olan Bukka Kampı'nda özel olarak yetiştirilmiş Ebubekir el-Bağdadi idi. Seçtiği semboller, Holywood kurgulu kafa kesme klipleri ve katliam seanslarıyla 'Müslümanların terörist gibi gösterilmesi projesi'nde en başarılı(!) rolü oynayan IŞİD, 2014'ten 2016 yılına dek kendisine verilen görevi harfiyen uyguladı. Büyük kısmı yabancılardan oluşan örgüt, Fas'tan Mısır'a, Yemen'den Sudan'a, Afganistan'dan Türkistan'a, İngiltere'den Fransa'ya kadar her coğrafyadan militanı içerisinde barındırdı. Binlerce muhalifi katleden ve Suriye-Irak hattındaki geniş bir alanda hakimiyet kuran terör örgütü, küresel güçlerin kitle iletişim araçlarıyla yürüttüğü yaygın propagandanın da etkisiyle hem Esed'i hem de ona direnen yerli muhalifleri tüm dünyaya unutturdu. Artık insanların gündemindeki yegâne öncelik, özenle seçilmiş Peygamber mühürlü siyah bayrak taşıyan IŞİD'i geriletmek, bunun için ABD öncülüğündeki 'koalisyon'a destek vermek ve sözde 'cihatçılara' karşı savaşan 'seküler' PKK/PYD'yi kutsamaktı. Esed'in gidip gitmemesi artık o kadar da önemli değildi. Coğrafyayı Müslümanlardan temizlemek ve kadınlarla çocukları bile özgürce öldürebilmek için bulunmuş dahice bir fikirdi IŞİD. Nitekim böyle de oldu. Amerikan uçakları Musul'u, Felluce'yi, Rakka'yı, Deyrizor'u; Rus uçakları da İdlib'i, Halep'i, Bayır Bucak'ı gece gündüz bombaladı. Mevzubahis IŞİD'i temizlemek ise kaç bin kişinin öldürüldüğü önemli değildi. Kadim şehirler, camiler, türbeler bu süreçte yok oldu.

COĞRAFYAYI BOŞALTTILAR  
Direnişe yön veren muhalif grupların karizmatik liderleri de suikastlerle ardı ardına şehid edildi. İslam Ordusu Komutanı Zehran Alluş, Ahrar'uş Şam lideri Hasan Abud ile Halid el-Suri, Liva Tevhid Komutanı Abdulkadir Salih ve Türkmen komutan Muhammed Süleyman gibi 80'e yakın kişi bertaraf edildi. Savaşın başında Amerika'dan, İngiltere'den ya da Birleşik Arap Emirlikleri'nden gelen uydu telefonlarla yerleri tespit edilen bu kişiler, çoğunlukla lazer güdümlü füze atışlarıyla öldürüldü. IŞİD sahada soykırım yürütürken, geride kalan yapıları ise uçaklar vuruyordu. Terör örgütünün işgali öncesi 2,5 milyon insanın yaşadığı Musul'da nüfus 100 bine kadar düştü. 550 bin kişilik Tel Afer'de sadece 15 bin insan kalırken, 850 binlik Rakka işgal sonrası 30 bine, 600 bin nüfuslu Deyrizor 65 bine indi. Bazı bölgeleri IŞİD'in 'temizleyip' daha sonra PKK'ya devrettiği Suriye kuzey hattında da en az 550 bin kişi, yaşadıkları diyarı terk ederek Türkiye'ye sığındı. Muhaliflerin uzun direnişinin ardından 2016'da rejim ve İranlılar tarafından teslim alınacak Halep'te de durum farklı değildi. Savaş öncesi 5,5 milyon nüfusun barındığı masal diyarı, şimdi her enkazın altında şehid naaşlarının bulunduğu bir harabe halinde. Nüfus ise 100 binlere kadar düştü.  
 

İşgalci çeteye cevap  

Suriye'de 2014'ten 2016 yılı ortalarına dek çok şeye şahit olduk. Rejimin günbegün güçlendiğini, muhaliflerden tamamen vazgeçen ABD'nin PKK/PYD'ye sarıldığını, IŞİD'in Irak-Suriye kuzey hattını birleştirip Türkiye'yi güneyden tamamen kuşatmak için PKK'ya 'anahtar teslim' topraklar verdiğini ve dünyada kendilerine kucak açan pek kimse kalmamış mazlumlardan 3,5 milyonunun ülkemize geldiğini gördük. Bu esnada tuzaklı mayınlarla örülü patikada yol almaya çalışan Ankara, o mayınların sahiplerine karşı Moskova ve Tahran'la işbirliğine yöneldi. Suriye'de çözüm için Rusya ile giderek artan temaslar, Rus uçağının Türk F-16'sı tarafından düşürüldüğü olay sonrası sekteye uğrasa da, 2016 Ağustos ayı itibariyle kaldığı yerden devam etti. Suriye'yi IŞİD ve PKK, Türkiye'yi ise FETÖ ile teslim almaya çalışan güçlerin 15 Temmuz 2016'da tertiplediği darbe girişimi Türk milletinin destansı mücadelesiyle püskürtülünce, coğrafyanın makus talihini tersine çevirme yolunda yeni bir dönem başlamış oldu.

İLK HAMLE: FIRAT KALKANI
Türkiye'nin güney hattı boyunca ilerleyerek Akdeniz'e açılmayı hedefleyen terör koridoruna ilk büyük darbe, Fırat Kalkanı Harekâtı ile vuruldu. 24 Ağustos 2016 tarihinde başlayan harekât kapsamında, Kilis-Karkamış hattının karşısına denk düşen Azez-Cerablus arasındaki bölge IŞİD/DEAŞ'tan temizlendi. Mehmetçik ile ÖSO ortaklığında yapılan operasyonlar birkaç ay daha gecikseydi, terör örgütü PKK Fırat batısındaki Münbiç ile Hatay sınırındaki Afrin'i birleştirecek ve terör koridorunun Akdeniz'e ulaşması için geriye sadece bir adım kalacaktı. Türk Silahlı Kuvvetleri bu harekâtla, IŞİD ve PKK arasında bir süredir tüm dünyanın gözü önünde cereyan eden devir -teslim tiyatrosunun son perdesine izin vermedi. Azez, Çobanbey, Mare, Dabık, Cerablus, Kabasin ve Bab ilçelerinin terörden temizlendiği 216 günlük Fırat Kalkanı operasyonlarında 3 bini aşkın terörist öldürüldü; 72 Mehmetçik ve 600'ün üzerinde ÖSO üyesi de şehid oldu. Kısa zamanda istikrara kavuşturulan 2 bin 15 kilometrekarelik bölgeye yüzbinlerce Suriyeli gidip yerleşti.

SONRA AFRİN GELDİ
Fırat Kalkanı sonrası Türkiye'nin ikinci hedefi, 'burnunun dibinde PKK tünellerinin bulunduğu' Afrin oldu. 20 Ocak 2018 günü 7 bölgede 108 hedef, Fırat Kalkanı şehitlerine ithafen 72 uçağın katıldığı harekâtla aynı anda vuruldu. 'Zeytin Dalı' adı verilen ve 18 Mart'ta Afrin kent merkezine girilmesiyle tamamlanan harekât süresince 4 bin 600'e yakın PKK'lı imha edildi. 54 Mehmetçik ve 120'nin üzerinde ÖSO savaşçısının şehid olduğu harekât, ABD-PKK ittifakının 'koridor' hayallerini bitirdi. Terör esaretinden kurtulan Afrin halkı ise Türk askerini sevinçle selamladı. Afrin'in güneyinde, onbinlerce muhalifin ve 2 milyonun üzerinde sığınmacının barındığı 4 milyonluk İdlib'de de TSK zaten 12 adet gözlem noktası kurarak kent çevresinde üslenmiş, terör örgütünün Akdeniz'e açılan tüm kapılarını kapatmıştı. Ankara'nın Moskova ve Tahran'la birlikte geliştirdiği Astana-Soçi ekseni, İslam coğrafyasını iç savaşlarla çökertmek isteyen küresel çeteye verilmiş kararlı bir cevap oldu. Fakat gerek Rusya gerekse de İran'ın bölgesel ajandaları Suriye'de tünelin ucunu görmek için umut bağlanan bu anlaşmaların yürürlükte kalmasını oldukça güçleştirdi. Suriye muhalefeti ile rejimin anlaşma zemini aradığı her masa, çok geçmeden darmadağın oldu. Ülkeye iç savaşın başından bu yana yüzbinlerce milis getiren İran, kadim şehirleri yakıp yıktı; Rusya ise olası bir yeni anayasa ve serbest seçim ihtimaline binaen Esed'e muhalif kimse kalmasın diye milyonlarca kişiyi bombalarla Türkiye sınırına sürüp koca bir coğrafyayı insansızlaştırdı.

BARIŞ PINARI TÜM DÜNYAYI TÜRKİYE KARŞISINDA BULUŞTURDU

ABD-İsrail-Fransa-BAE-Suudi Arabistan-Mısır bloku ile Rusya-İran cephesi arasında kendine ince bir yol çizmeye çalışan Ankara, bu ülkelerin hepsinin birden aynı anda tepki gösterdiği Barış Pınarı Harekâtı'nı gerçekleştirebildi. Tarihin gördüğü en büyük kara propaganda yarışına sahne olan süreçte Türkiye pek çok konuda pek çok aktörle boğuştu. Bütün bunlara rağmen Mehmetçik, adını Suriye Milli Ordusu (SMO) olarak değiştiren ÖSO ile birlikte Tel Abyad-Rasulayn arasındaki 120 kilometrelik hattı, 35 kilometre derinlikte PKK'dan temizledi. Önceki operasyonlar sırasında yaşananlar Barış Pınarı esnasında da aynı şekilde, hem de daha şiddetli görüldü: PKK'lı teröristler soyunup kılık değiştirdi, Esed üniforması giydi. ABD, harekâta mani olmak için Türkiye'ye yönelik finansal operasyon da dahil hemen her şeyi yaptı. Rusya, PKK/YPG'nin yeni hamisi olmaya soyundu. İran, öldürülen her PKK'lı için adeta yas tuttu; harekât sırasında Doğu Anadolu şehirlerinin İran sınır boylarında PKK saldırıları birdenbire artış gösterdi.

Bu toprakların insanları dünyada gerçekten yapayalnız olduğunu, yapayalnız kaldığını ve hep yapayalnız olacağını bir kez daha ve en net haliyle Barış Pınarı Harekâtı devam ederken fark etti. Teröristlere zaman kazandırmak için süre isteyen ABD ile '120 saat' anlaşması yapıldı. Tabii ki Washington anlaşmadaki maddelerin hiçbirine uymadı. Ardından operasyonların devamını engelleme amacıyla Rusya devreye girdi. PKK'nın bu yeni 'abisine' de '150 saat' verildi. Moskova, Ankara ile yaptığı mutabakatın daha mürekkebi kurumadan verdiği sözleri unuttu. Türk askerinin terörle mücadelede kendi göbek bağını kendisinin kesmesi gerektiği gerçeği yine ve yeniden anlaşıldı.

NE YAZIK Kİ SURİYE'DE AKAN KANIN DURMASI İÇİN HİÇBİR UMUT IŞIĞI YOK.

ABD, İsrail çevresindeki tüm ülkelerde kaosu körükleyip toplumları parçalamaya, Rusya bulduğu her boşluktan girerek çocukların kanı üzerinden pazarlık yapmaya ve İran mezhepçi fanatizmin doruklarında gezinirken İslam kahramanlarının türbelerini yakıp bundan gururlanmaya -ne yazık ki- bir süre daha devam edecek.

 
Toplam blog
: 9
: 2344
Kayıt tarihi
: 08.10.11
 
 

O, Sıkıyönetim Kahramanmaraş'ında doğup 28 Şubat gölgesinde İstanbul'a geldi. Beyazid'da 'Gazetec..