Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mart '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Tanrıların en güzeli...

Tanrıların en güzeli...
 

Herkesin bildiğini düşündüğü şeyler vardır.

İnsanlar deneyimlerinden, gözlemlerinden, okuduklarından ve duyduklarından çıkardıkları düşüncelerle, duygularla, o konuyu anlatırlar.

O konu genellikle "aşk" olur. Başka bir tahminle aşkın etrafında döner. Gün "aşk"la yakalanmaya, ilişkiler aşkla renklendirilmeye, mutluluklar aşkla ilişkilendirilmeye çalışılır. Zaman ve insan, bu denli aşkla iç içedir de, nedense sevginin giderek azaldığı bir dünyada yaşadığımızı çoğumuz fark etmez.

Oysa aşk, "Dinleyin, yoksa Tanrı’nın kırbacıyla kırbaçlarım sizi!" şeklinde bağıran, sabırsız bir insani hal değildir.

Günümüzde aşk ve yazgısı, ne bugüne sesleniyor, ne de asla’ya... İnsana bağlı ama insanın "bugün konuşurum ya da asla konuşmam" yaklaşımından uzakta.

Ne yazık ki, konuşmak için bazen fazla sabrımız ve zamanımız var.

Sevmek içinse az, giderek daha az...

Peki sizce her duygu bir Tanrı olsa, neler düşünürdünüz?

Acaba günlük hayatta en çok karşılaştığınız ya da en çok hissettiğiniz Tanrı ne olurdu?

Jaroslav Seifert’in bir sözünü okuyunca, bu sorular yağmur gibi düşmeye başladı aklıma. Çünkü söz aynen şöyle: "Tanrıların en güzeli aşktır."

Mırıldanarak, bir şarkı gibi tekrarlıyorum bu cümleyi.

Tanrıların en güzeli aşktır. Tanrıların en güzeli aşktır. Tanrıların en güzeli aşktır...

Tanrıların en güzeli aşk...

Tanrıların en güzeli...

Tanrıların en güzel...

Tanrıların...

Tanrılar...

Ben tekrarladıkça yağmur azalıyor, derken güneş açıyor.

Bir gün gelecek ve içimizden geçip gidemeyecek olan nedir?

Bana kalırsa bunun cevabı açık: Aşk... Aşk, bir gün gelecek ve geçip gidemeyecek olandır.

Aşk, aşkınlığın kendisi değil midir yoksa?...

Aşkta, aşmak’la ilgili her tür durumla karşılaşıyorum. Çünkü aşk geldiği anda, her şey değişir...

Özkan Mert’in bir şiirinin başına koyduğu, "Tanrıların en güzeli aşktır" ifadesindeki derinlik, bana bir şeyleri anlatıyor sürekli. Tıpkı her şiirinin içinde aşkla kaynaştığımı hissettiğim Özkan Mert şiirleri gibi.

Dünyalı olma, yaşama coşkusu, kaos, varoluş ve hayatı sorgulama kadar önemli bir dinamiktir "aşk". Burada kastettiğim aşk, daha çok kadınla erkek arasındaki ilişkide düğümlenmiş olan aşktır.

Şair, aşkın şaşırtıcı, heyecan verici, yüreği kıpır kıpır eden hâlini, diline yansıtır ve aynı sıcaklığı size de hissettirir. Şiirlerinde sözcüklerin içinde yanan bir alevdir aşk, o alevin içinde siz de yanarsınız. Bazen kuş seslerinden inip bulutlara binmek, bazen de öpülen avuç içlerinde açan bir menekşedir aşk. Bazen de bembeyaz bulutlarda yitmektir. Dizeler arasındaki ateş, önce dilinize, sonra yüreğinize sıçrar:

Bir ilkbahar sabahı kadar güzel
kelebekler kadar hafif sevgilim öpücüklerin.
Ben’se bir dağ kulübesiyim
O öpücüklerin üzerine konduğu.

Ne zaman seninle sevişsek
gözlerinin rengini alıyor gece.
Ne zaman öpsem seni dudaklarından
yıldızlara asılı sallanıyor kalbim.

O kadar güzel oluyorsun ki bana bakışınla
çılgın güzellikteki omuzbaşlarınla:
Senin adını alıyor tüm kuşların kanat vuruşları.

Hele bana duruşun yok mu?
Bak işte! O’nu ben bile anlatamam
çünkü tek bir kişi oluyoruz yeryüzünde.

Avuçlarının içini öpsem
avuçlarının içinde menekşeler açıyor.
Sırtını hiç sorma: Ne zaman sırtını öpsem
bembeyaz bir bulutun içinde kayboluyorum.

Zaten seninle sevişmek
kuş seslerinden inip
bulutlara binmek gibi bir şey.
[1]

Neydi şaire, bu kadar coşku dolu, renkli ve özel dizeler yarattıran aşk?

Özkan Mert şiirinde, bir eylem içinde değişen ve dönüşen bir dünya var. Aşkın etkin olduğu yürek birinde yıldızlara asılı kalırken, ötekinde sevişmeyi yürürlüğe koyan canlı bir öğe.

Aşkı eti ve kemiğiyle ele alıyor şair. Derken bunları dönüştürüyor, sevişilen ortam geceye, gece sevgilinin gözlerine dönüyor. Şiirde sevgilinin adını alan kuşların kanat vuruşları, sevişmekle bütünleşiveriyor. İşte bu şiirde olduğu gibi aşk, eşine rastlanmaz bir estetik içinde somut, evrensel ve yenidir!...

Aşk bizi bir yolculuğa çıkarır ve diğer tüm Tanrıları birer birer tanıtır: Tutku, kıskançlık, güvensizlik, mutluluk, haz, kahkaha, zayıflık, gözyaşı, öfke, nefret...

Anlaşılan o ki, Tanrıların ve tabiatın sunduğu hiçbir şey yetmiyor bize.

Tanrı’nın aşkı yaratırken hissettiği huzursuzluğu, kendi küçük hayatlarımıza taşıyor ve yaşıyoruz.

Hepimiz kendi hayatlarımızın Tanrı’sıyız çünkü. Ve her duygu da, kendinin Tanrı’sı...

Küçük ve huzursuz Tanrılar olarak dolaşır, büyük ve daimi mutluluğu ararız.

Yeni şeyler isteriz. Tutkumuz yeni, ilişkimiz güzel kalsın, mutluluğumuza dair hiçbir şey değişmesin, hazlarımız daim olsun isteriz.

O yüzden Türk filmlerinde "Leyla, aşkımızın başına kötü şeyler geleceğinden korkuyorum" replikleri yerleşir.

O yüzden, filmdeki replikler, bazen hayatımızın repliklerine dönüşüverir.

Çoğumuz bir yolculuğu göze almaz ya da aşkın bir yolculuk olduğunu görmezden gelir.

En güzel zamanlarda bile doyumsuzluğun ve arayışın getirdiği o "daha güzelinin olup olmadığının" merakı, içimizi deşeler. Yetinmeyiz, aşk aşkınlaşmakla, yetinmemeyi karıştırırız bazen...

Arayacak, tek düzeliğe ve alışkanlığa dönen her şeyi kıracak, aşka hayran olacağız... Ama parçası olduğumuz o aşka benzemeyi şiddetle reddedeceğiz!

Yalnızlığın muhteşem görünen bahar günlerinde bile, denizden gelen iyot kokusu, martı sesleri, altın gibi ışıldayarak göz alan dalgalar çağıracak bizi.

Gözlerimiz aşkı arayacak. Kafamızdaki “ideal” aşkı... O aşkı hiç bulamayacağız. Çünkü aşk, bütün ideallerin aksine gerçek ve tüm zıtlıklarıyla, yarattığı kaosların ortasında gülümseyerek bizi seyredecek.

Ancak bu uzun yolculuğa çıkanlar keşfedecek, aşkın da hayatla bir olduğunu.

Bazen hayat kadar zor, hayat kadar sıradan; bazen de hayat kadar muhteşem ve baştan çıkarıcı olduğunu.

Özkan Mert, o yolculuğu anlatıyor şiirlerinde. Çin’den Gambiya’ya, Lizbon’dan Varşova’ya, Van Gölü’nden Bodrum’a kadar uzanan, artık bir dünya seyyahı olan şair için yolculuk, şiirle ve aşka kaynaşmıştır.

O aşkın ayrımsız coğrafyalara, kentlere ve yolculuklara uzanan yanları vardır.

Dünyanın herhangi bir noktasıyla, herhangi bir yolculukla bu aşk arasında kurulmuş bulunan ilişki yoğunluk bakımından aynıdır.

Aşk gibi şair de, önce yüzünü, sonra kollarını tüm coğrafyalara, doğaya ve insanlara açar, onları bağrına basarak benimser. Doğaya, insanlara, çiçeklere, otlara, kentlere, kısaca hayata “aşk ile” bağlıdır! Elinizi uzatsanız, tutacağınızı sanırsınız... Böylece aşk, yepyeni bir ağız tadıyla dudaklarımıza yapışmış olur. Yüreğimizle birleşir. O tadın oluşturduğu yeni ortamın kavranması, tıpkı eriğin etli bölümünün çekirdeği sarıp sarmalamasını anımsatan yeni bir yapılanmadır:

Parmaklarını öpüyorum teker teker,
serçe parmağın dahil.
Bir eriğin çekirdeğini
kucaklayışı gibi kucaklıyorsun beni.
Ne ışığa ne havaya ihtiyacım var orada.
Senin tenini içiyorum su diye.

Senin tenin benim gezegenim.

Tüm dünyayı ve içindekileri böyle bir yaklaşımla kavrayıp sarmalayan Özkan Mert, bunu şiirine yayar, sözcüklerinin altına aşkı koyar. Hemen her dizesinde aşkın parladığını ve şaşırtıcılığını görürsünüz. Bu büyük coşku aşktan gelmektedir. Yine aşk sayesindedir ki, dünyayı ve içindekileri kavrayış biçimi şiirine aynı somutluk ve tadı verecek biçimde yansır.

Şiir gibi aşk da sadece bir metin değil, bütün bir yaşamını belirleyen bir “olay”dır... Her aşkın, kendi ile ilişki arasında belli bir diyalog, belli bir köprü, belli bir bağlantı vardır. Kimi aşklar için bu durum yapılması gereken bir iştir.

Oysa Tanrıların en güzeli olan aşk için, hayat ve şiir birdir. Yaşamımız için kalbimizin işlevi neyse, işte aşkın da işlevi odur!

Aşk yaşamlarımızı ışıldatır ve bizi her sabah, hayatı yeniden yaratacak bir Tanrı gibi uyandırır.

Aşkın ruhu, Tanrı’nın da bir parçasıdır...


[1] Özkan Mert, "...Van Gölü Savunması", Rotary Klüp Yay.

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..