Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ekim '21

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Tarık Bin Zeyyad

Tarık Bin Zeyyad
 
CEBELİTARIK 1462'DE ARAPLARDAN, İSPANYOLLARA GEÇMİŞ 1502'DE RESMEN İSPANYOL TOPRAKLARINA KATILMIŞTIR.
 
Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman... Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.”
 
Tarık Bin Zeyyad – Cebeli Tarık
 
Akdenizile Atlas Okyanusu'nu birleştiren, Avrupaile Afrikakıtalarını ayıran boğaz.
 
Yakıcı öğle güneşi, kasıp kavuruyordu. Katmanları çeşitli renklerden oluşmuş dağlar günün bu saatlerinde ekseriyle pembe ve turuncu renkleri sergilerlerdi. Bulutlar sakindi. Oysa fırtına çıksa bulutlar hareket etse, çok iyi olurdu.
 
Sıcağın kat – kat buharlaştığı görüntülerin dalgalandığı uzun yoldan ilerlendiğinde, dağa doğru çıkan yokuş sıcağı daha da kavurucu hale getiriyordu. Yukarı çıktıkça güneşe yaklaşılıyordu sanki! Buralarda yeşil görmek nerede ise imkânsızdı. Biraz daha gidildiğinde yamaçta bir köy göze çarpıyordu. Evler toprakla saman karışımından yapılmış gibiydi. Dağdan aşağı serpelemişti ama genelde birbirine pek uzak olmayacak şekildeydi. Dağla evlerin rengi nerede ise aynıydı. Pencereler ya da kapılar dağdaki inlere benziyordu. Cansız bir yer gibi, uzaktan görülen köye yaklaştıkça, sıcak artıyordu…
 
 
Dağlık yörelerdi buralar, dağdaki köylerden biriydi! Bu bölgelerde köyleri böyle yamaçlara yaparlardı. Bu asırlardır böyleydi, belliki uzun zamanda böyle olacaktı. Bir çeşit savunma haliydi. Yamaçlara köy kurmak, ev yapmak! Köyler; agadir, guelae ya da gasr denen duvarlarla çevrilirdi… Berberi köyleri böyle olurdu…
 
Ogün yine hava çok bunaltmıştı Kıyam’ı… Akşamdan anası yarın çok sıcak olacak dediğinde çok da inanmamıştı. Bir gün öncesi hava iyiydi. O kadar da sıcak değildi. Anası haklı çıkmıştı.
 
“Ne bela sıcak!”
 
Sözleri söylediği anda pişman oldu. Anası yanındaymış gibi, irkildi, sağına soluna baktı.
 
“Tövbe. Bela ne ki!” dedikten sonra, yine su tuluğunda kalan son suyu içmek için uzandı. Çok az kalmıştı, daha akşama da çok vardı. Koyun, kuzunun keyfi yerindeydi. Ot buluyorlardı, kurusu yaşı çok da fark etmiyordu. Arada bir su içtiler mi tamamdı. Oysa Kıyam öyle miydi? Zaten oldum olası suyu çok severdi.
 
“Su… Büyük su…”
 
O hep büyük suları düşlerdi. Çok büyük suları… Anasına anlattığında çok kızardı anası.
 
“Ah… O senin dayın olacak var ya, kendi başına buyruk yaşadığı yetmedi, şimdi birde senin aklını çeliyor.”
 
“Anam, niye aklımı çelsin. O anlatıyor.”
 
“Ne anlatacak. Sanki matah işler yapıyor da!”
 
“Niye öyle diyorsun ana?”
 
“Niyesi var mı oğlum. Anamı bir başına bırakıyor gidiyor, kaç ay çıkıyor, kaç güneş çıkıyor, düşün; anam bile hesabını bilmiyor, Beyhaki nerede diye zavallı anam yollara düşüyor. Yarı deli etti anamı, yarı hasta.”
 
“Deme ana, büyük anam ondan mı öyle gezer.”
 
“Ondan ya ne olacak. Beyhaki böyle değildi, ne zaman Fesahat’la birlik oldu, aklı değişti.”
 
“Bilirim, Fesahat Amca ile gidiyor değil mi?”
 
“Olmaz olsun. Fesahat’ın adı batsın. Aldı da oğlanı götürdü.”
 
“İyi de… Hiç gelmiyor değil ki, arada geliyor…”
 
Böyle ne çok konuşuyorlardı anasıyla. Anası hem haklıydı hem değildi. Büyük anası oğlunun gidişini sevmiyordu. Beyhaki dayısı bir gidiyordu, pir gidiyordu ama gelince neler anlatıyordu neler! Köyün bütün gençleri o gelsin yeni hikâyeler anlatsın diye beklerdi. Hele kış günü geldiyse, dahada iyi oluyordu. Yer tandırının etrafına doluşuyorlar, dayısı anlatıyordu, bunlarda ağızları açık öyle dinliyorlardı. Kardeşi Kavi bile pek hevesleniyordu.
 
“Kıyam! Dayım neler anlatıyor değil mi? Gerçek mi ki dedikleri. O kadar büyük su olur mu?”
 
“Niye olmasın ki. Hem bizim buraya çok uzak değil ki o büyük su. Büyük su dediğinin adı deniz… Biz görmüyoruz o başka!”
 
“Yürüsek gitsek görür müyüz?”
 
“Görürüz zahar!”
 
“Uzak mı, yakın mı?”
 
“Dayıma sor.”
 
“Korkarım ben sormam. Sen sor.”
 
“Tamam.”
 
Soramazdı ama çekinirdi. Dayısını baba bilmişti. Babası, kardeşi Kavi doğduğunda yılan sokmasından ölmüştü. Buralarda zehirli yılanlar çok olurdu… Babasının ölümünden sonra dayısı evin erkeği olmuştu. Olmasına da o da çok durmamıştı. Bir gece büyük anası ağlayarak onlara gelmiş;
 
“Beyhaki gitti.” demişti.
 
Sonradan öğrenmişlerdi. Meğerse Fesahat o büyük denizlerde gemiler olurmuş, onlarda çalışırmış, dayısı da ona heves etmiş, önceleri anasının rızasını almak için çok uğraşmış, sonra bakmış ki anasının rızası olmayacak, kendi başına karar vermiş, o akşamda;
 
“Anam hakkını helal et, ben gemilerde çalışmaya gidiyorum.”
 
Çok zamanlar geçip dayısı gelmeyince, büyük anasına da olanlar olmuş. Oğlum şimdi geldi, şimdi gelecek derken gel – git akıllı olmuş. Bir günde dayısı gelmesine gelmiş te çok zaman sonra geldiğinden büyük anası onu tanıyana kadar bayağı zorlanmış.
 
“Tamam, Allah’ıma şükürler olsun oğlum geldi.”
 
Ne çıkar, dayısı çok kalmamış, gene gitmiş. Büyük ana bu sefer iyice bir del olmuş, olmasına da amma şunu da bilmiş artık, oğlu gidecek, gelecek. Kabullenmiş. Sonra da dayısının her geldiği evlerinde bayram olmuş. Dayısı öyle eli kolu boş da gelmiyormuş. Uzak memleketlerden ne bulursa anasına, ablasına onlara getiriyormuş. Alışmış anasıyla, büyük anası…
 
Kıyam’ın içine bir ateş düşürmüş dayısı bilmeden!
 
O kadar güzel anlatmış, o kadar ballandırmış ki! Kıyam hiç bilmeden âşık olmuş görmediği denizlere, görmediği yaban ellere…
 
Kuzuların sesi, koyunların meleyişi onun daldığı sevdalardan geri getirdi.
 
Çok sıcaktı. Dayısı ne demişti.
 
“Gemi giderken bir eser ki sormayın, saçlarınız öylesine uçuşur.”
 
Koyunları başka yere götürmesi gerekti, burası hem çok sıcak olmuştu, hemde yiyecek otlarda kalmamıştı.
 
“Bugün erken dönerim köye” dedi içinden…
 
İçi sıkılmıştı. Sıcak bir yandan, hiçbir şey yapmadan beklemek de canını çok sıkıyordu. Çok bunalıyordu. Devamlı dayısının anlattıklarını düşünüyordu. Onlar sabah erkenden kalkıyorlarmış, çok işleri oluyormuş, çok çalışıyorlarmış. Ne zaman gemiye geldiler ne zaman yattılar kalktılar bilmiyorlarmış. Denizin üstünde öylesine gidiyor, gidiyorlarmış. Akşamları tayfalar kendi aralarında eğlenti bile yapıyorlarmış. Bir keresinde dayısı şarap bile içtiklerini söylemişti. Hepsi içmemi ama bazıları içmiş. Bir yere gitmişler büyük tayfalar onlar içki getirmişler, dayısı da içmiş.
 
“Oooo başım bir döndü, bir döndü anlatamam. Hep güleyim istedim. Durmadan güldüm. Çok iyi oldu.” Demişti.
 
Dayısı ne de güzel şeyler anlatmıştı. Hâlbuki burada dünle bugün, bugünle yarın, sabahla akşam, akşamla sabah arasında hiçbir zaman bir fark olmazdı…
 
Dayısının ne güzel bir işi vardı, hem böyle şeyler yaşıyordu, hemde karnını doyuruyor, üstü başı oluyordu. Hatta gelirken onlara da bir şeyler getiriyordu. Dayısı çok akıllı bir adamdı. Kıyam dayısına çok imreniyordu. O bir kahramandı. O denizleri görmüş, yaban ellere gitmiş, denizde bir sürü kötü şeylerle baş etmiş bir kahraman. Dayısı önemli adamdı.
 
Kıyam dayısının sayesinde susuzluğunu da unutmuştu. Akşamı bugün biraz daha erken yapmıştı. Köye yaklaştığında hava iyice kararmamıştı. Herkesin hayvanını ahırlara dağıttıktan sonra, evlerine geldi. Selamlıkta kimse yoktu. Kim olacaktı ki! Babasından sonra, babasının arkadaşlarının ayağı kesilmişti. Dayısı var iken, onu erkek bilip geliyorlardı. O da olmayınca selamlık hep boş oluyordu. İçeri bir göz attı. Annesi temiz pak bir kadındı. Her sabah sanki gelenler olacak gibi, selamlığı temizlerdi. Yerdeki kilimlere baktı. Rahmetli babası bunları bir yerden getirmişti de şimdi hatırlamıyordu. Üstündeki minder gibi yastıklar öylesine orada duruyordu. Boş-bomboş. Haremliğe geldiğinde içeriden büyük anısının sesini duydu. Yine oğlundan anlatıyordu. Her zaman olduğu gibi bir önceki gece gördüğü rüyaydı anlattığı.
 
“Beyhaki gelmiş, şöyle uzaktan görüyorum. Beni görüyor. Anam geldim diyor. Koşuyor boynuma sarılıyor. Bir öpüyorum, bir kokluyorum ki sorma gitsin, Aişe…”
 
“Hayırlar olsun anam. Demek ki Beyhaki yakında gelecek. Eee gelme zamanıdır.”
 
“Öyle değil mi? Geçende de böyle bir aralıkla gelmişti.”
 
“He anam, eli kulağında geldi gelecektir.”
 
“İnşallah kızım. Ahhh bilemezsin pek zor gurbetlik. Kokusu burnumda tütüyor. Gitme oğlum kal diyorum ama ne faide kulağı laf mı alıyor.”
 
“Anam üzülme, genç adam artık Beyhaki… Biz kadınların sözünü dinleyecek değil ya. Üstelik keknun. Görmüyor musun anam, biraz kalınca bunalıyor.”
 
“Doğru diyorsun. O zamanda benim canım pek sıkılıyor. Oğlanın bunalmasını da Allah biliyor ya hiç istemiyorum.”
 
Ana, kızın konuşmalarını biraz daha dinledi. Çok alışmıştı bu bildik laflara. Ne çok konuşurlardı. Büyük annesi üzülür umut arardı, anasıda ona umut dağıtırdı. İkisi de bilirdi neyin doğru, neyin yanlış olduğunu da! Yine de böylece vakti geçirirlerdi.
 
Kıyam öksürerek girdi içeri. Büyük annesi onu görünce gülümsedi.
 
“Dayısının gençliği gel Kıyam’ım, gel…”
 
Hep öyle diyordu. Kıyam daha on yedisindeydi. Gençti genç olmasına da çocuk da değildi. Dayısı varken, evde hep onu çocuk gibi görürlerdi, ne zamanki dayısı gitti, bu seferde büyük adam yerine koymaya başlamışlardı. Hoş annesinin yanında yine de çocuktu. Büyük anası onu evin erkeği bellemişti!
 
Kendine has bir yürüyüşü vardı. Geniş omuzluydu. Çok çalıştığından diyordu annesi, devamlı patates çapaladığından mı, köyde kimin evi yapılacak, harmanı sürülecek, damı loğlanacaksa! Koşmasından mı olmuştu bilmiyordu. Esmer yağız bir delikanlıydı. Karakaşları, kara gözleri vardı. Kirpikleri de bir boldu ki… Bazen kendine kızıyordu.
 
“Ne çok kirpik! Annesi,
 
“Karakaşlım, kara gözlüm, kirpiği bol oğlum” dediğinde çok kızardı. Annesi,
 
“Babana çekmişsin, oda hatırlarsın güzel adamdı.” Derdi…
 
Büyük annesinin elini öptü, annesine baktı. Her zaman olduğu gibi anası yine yorgun görünüyordu. Babasından sonra bütün iş onun sırtına kalmıştı. Ablası Temdiha evlenmiş ovadaki kabileye gelin gitmişti. Rahmetli babası sağdı o zamanlar. Şerif’le görüşmüşler, o olur dediğinde de Temdiha ablasını gelin etmişlerdi.
 
(Şerif: Her Berberi topluluğunda şerif denen ve peygamber veya evliya soysundan geldiğine inanılan bir ya da birkaç din adamı bulunur. Kutsal kişiliklerinden dolayı kötülülerden korunduğuna inanılan bu din adamlarının Berberi kabileler üzerinde etkisi büyüktür.)
 
Tarık Bin Zeyyad – Nazan Şara Şatana’nın Yayınlanacak olan kitaplarından…
 
 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....