Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '14

 
Kategori
Blog
 

Telefonlar akıllandıkça insanlar aptallaşıyor mu?

Telefonlar akıllandıkça insanlar aptallaşıyor mu?
 

Sonbaharın tüm dekorları yerli yerindeyken Ekim güneşi oldukça cömert… Yeşilden sarıya ve hatta kırmızıya uzanan gazel yağmuru usul usul yağıyor simit sarayının bahçesindeki masalara… Dik göğüslerini ön plana çıkartan bir bluz giymiş esmer kız, servis işiyle uğraşıyor. “Göğüslerim dolgundur ama bende kalça da var” dercesine hafiften kırıtıyor.


“Demli olsun lütfen” dediğim halde önüme her zaman olduğu gibi yine “paşa çayı” konuyor! Bol susamlı bir simit, biraz da tulum… İştah olsa; ben de diğer masalar gibi “köy kahvaltısı” ısmarlayacağım ama yok işte… Ufacık bir tabağa kabukları soyulmadan konmuş iki adet hıyar ve artık kırmızılığından eser kalmamış iki adet domates dilimi… Yarım kibrit kutusu büyüklüğünde tereyağı ve aynı ebatta beyaz peynir… Azıcık zeytin… Minicik paketlerde iki çeşit reçel ve kaynamaktan kaskatı kesilmiş bir adet yumurta! E simit eşliğinde tabii.


İster istemez “köylülük bunun neresinde” diye mırıldanıyorum ama kimsenin umurunda değil. Herkesin elinde “akıllısından” bir telefon, parmaklayıp duruyorlar. Başlarını yukarı kaldırmadan el yordamıyla uzanıyorlar çaya, simide ve o köy kahvaltısına!


Kafamda o mahut soru: “Köylülük bunun neresinde?”


Güzelim Pazar sabahında hoş sohbet kahvaltı etmek varken telefon parmaklamak…


Ne ıhlamur ağacının dalları arasından masaya yansıyan Ekim güneşinin farkındalar, ne kahvaltıya ortak olmak için masaya konan hınzır serçelerin, ne de usul usul yağan o rengârenk gazellerin!


Aynı masayı paylaştıkları halde…


Kimse kimseyi ne ipliyor, ne de tikliyor!


Bir Pazar keyfi ki; anlaşılır gibi değil!


Bakmadan gördüğüm yan masadan kalkan genç “Ben bir lavaboya gideyim arkadaşlar” diye müsaade istiyor! Diğerleri başlarını akıllı telefonlarından kaldırmadan “müsaade” veriyorlar!


Gözlerimi serçelerden ayırıp “lavaboya” gidenin ardından bakıyorum. “Akıllısı” da elinde… Ne yapacak lavaboda? E elbette mıçacak! Biliyorum; mıçarken de telefonunu parmaklayacak. Eskiden “helada”, “tuvalette” veya “kenefte” hacet giderilirdi (Sakız çiğnenmezdi yani.)… Kahvaltıda “köylülük” yok ama bu lavabo söyleminde “çeyrek burjuva hödüklüğü” var! Hem de “çarıklısı” var!


Göğüsleri dolgun servis görevlisi esmerin kırıtmaya vakti yok zira mekânın bahçesi dolmuş durumda.


Oysa bir bardak çay daha içebilir insan, doymak bilmeyen serçelere bir simit ısmarlayabilir ama esmerin dip masaya bakacak vakti de yok!


 Serçelerin dişi olanları boz renkte… Erkek olanlarında ise kahverengi çizgiler var. Genç serçeler oldukça ürkek. Masaya konup konmama konusunda pek kararlı değiller. Tüyleri dağınık olanlar ise yaşlı ve pervasız. “Bu simidin tabağa dökülmüş susamları benim hakkım aga” der gibi bir halleri var.


Köşedeki yaşlı ıhlamur ağlar gibi döküyor gazellerini… Hemen yanı başındaki kestane de ona eşlik ediyor. Sarı, kırmızı ve yeşil gözyaşları süzülüyor. Girişteki saksıda yaşamına sürdüren devasa Noel çamı ise “Ben gözyaşlarımı içime akıtırım” diyor… Ekim güneşi oldukça cömert, az da olsa ısıtıyor

.
“Akıllısı” elinde… Yan masadan biri daha lavaboya gidiyor…


“Sen de kalk bakalım çocuğum” diyorum kendi kendime… Bugünlük yeter!


Ufak ufak eve gitmeli ve klavyenin başına çöreklenmeli…


Ara vermeye gelmez… Bir şeyler çiziktirmeli.


İnsanların ortak ayıplarını ve aymazlıklarını yüzlerine karşı söylemek pek uygun kaçmaz.


“Lavaboya şaapma, klozete otur” da denmez!


En iyisi oturup yazmak işte!


Güzel pazarlar efendim.

 
Toplam blog
: 312
: 1658
Kayıt tarihi
: 10.02.07
 
 

Önceleri konuşurdu insanlar, "yazmak", sonraların işi... Duygu ve düşüncelerimizin yanı sıra gözl..