Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '06

 
Kategori
Haber
 

Tezkere pişmanlıkları ve Ortadoğu egemenliği

Tezkere pişmanlıkları ve Ortadoğu egemenliği
 

Dünya basını 11 Eylül 2001 saldırılarının yıl dönümü nedeniyle ABD’nin terörle mücadele anlayışını, tarzını ve sonuçlarını ele alıyor, tartışıyor ve eleştiriyor... ortak kanı ABD'nin özellikle Irak'ın işgali gerekçeleri ve sonuçları da dahil olmak üzere büyük bir hata içinde olduğudur. Bizde de konu işleniyor fakat biraz da Lübnan’a asker tezkeresi tartışmalarının etkisiyle ve konuyla ilgili olduğu için 1 Mart 2003 tarihli ve TBMM’de reddedilen Irak tezkeresi tartışmalarda önemli bir ağırlık noktası oluşturuyor. Bizde de herkes Bush yönetiminin Irak harekatı da dahil olmak üzere hatalı olduğu konusunda aşağı yukarı batıyla aynı kanıda. Buna karşılık gelin görün ki konu 1 Mart 2003 tarihli Türkiye’nin ABD’nin Irak işgaline topraklarını açarak ve kısmen de askeri desteğini ön gören tezkereyi reddi söz konusu olunca hatırı sayılır bir kitlede bu kararın ne denli hatalı olduğu görüşünün ağırlık kazandığı görülüyor. 1 Mart tezkeresinin reddinden beri “yanlış yaptıkçı” bir kesim her daim olmuştur fakat bu defa zamanında tezkere karşıtı olan kesimlerden de ya konuya olan ilgilerini yitirdiklerinden ya da gerçekten de bu kanıyı benimsediklerinden artık eskisi gibi tezkere yanlılarının dile getirdiği “yanlış yaptık” açıklamalarına bir yanıt gelmiyor.

Milliyet’te dizi olarak yayınlanan ve tezkere müzakereleri sırasındaki Washington Büyükelçisi Faruk Loloğlu ile yapılan röportajda da tam anlamıyla “yanlış yaptıkçı” bir üslup vardı. Loloğlu’nun açıklamalarında dikkat çekici olan tezkerenin reddinin neden hatalı olduğuna bir yorum getirilmeksizin “tezkerenin hangi hatalar” nedeniyle reddedildiğinin dile getirilmiş olduğuydu. Tabi bu röportajdan anlaşılan bir konu, AKP hükümetinin danışmanlar aracılığıyla ABD’de tezkere kesin geçer beklentisi yaratıldığı fakat böyle olmayınca da Pentagon’da yaşanan büyük hayal kırıklığının ve sonuçlarının hatalarımız hanesine yazılmış olmasıydı. Yine de Loloğlu tezkerenin reddini temelde hata olarak nitelendirmektedir.

Aslında ABD ile müzakere edilen tezkerenin içeriğiyle ilgili zaman zaman kamuoyuna sözlü açıklamalarla kıyısından köşesinden bilgiler yansısa da nedense müzakere metni tam olarak açıklanmış değil. Bu nedenle ortalıkta içeriğe değil de biçimsel bir anlamda Irak harekatında ABD’ye destek vermeyişimiz ve sonuçları hata olarak değerlendiriliyor.

Oysa ki ABD’nin Irak operasyonuna destek vermeyen başta Almanya, Rusya, Fransa gibi ilk başta destek verdiği halde sonra askerlerini geri çeken İspanya gibi ülkelerde olayın olduğu zamanki tartışmalar artık neredeyse unutulmuş, yalnızca ABD’nin yaptığı yanlışlar konuşuluyor. Peki nedir bizim memleketin özelliği de halen üzerinden 3 yıldan fazla bir zaman geçmiş, TBMM tarafından demokratik bir kararla reddedilmiş bir tezkere halen “yanlış yaptık” hayıflanmalarıyla gündemde yer bulabiliyor. Üstelik ABD yalana dayalı gerekçelerle, BM’yi takmadan ve uluslararası hukuk normlarını ayaklar altına alarak, sonuçta onbinlerce insanın ölümüne neden olmuş, düpedüz suç sayılabilecek bir iş gerçekleştirmişken ve bizim “çok şükür biz bu belaya ortak olmadan atlatmışız” deme seçenenğimiz varken bunu yapabiliyoruz.

ABD ile iş birliği yapsaydık “Kuzey Irak’ta ve Kerkük’te daha çok söz sahibi olacaktık, PKK’yı bertaraf edecektik” diye düşünenlere rastlanıyor. Tezkere içeriğinden çıkan sızıntılara bakılırsa Türkiye’ye ABD tarafından dilediği gibi Irak içlerine girmek değil; yalnızca sınıra yakın bölgelerde güvenlik tedbirleri alabileceği bir alan kontrolü ön görülmüştü. Oysa ki terörist başı Abdullah Öcalan’ın tutuklanmasından sonra PKK’nın üstlendiği mevki olan Kandil Dağı sınırımızın 200 km güneyinde yer almaktadır ve kontrolünün imkansız denecek kadar güç olduğu herkesçe kabul edilmektedir. PKK’nın bölgedeki varlığı ancak buraya sağlanan siyasi ve lojistik desteğin bir başka ifadeyle bölgeye hakim olan Kuzey Iraklı Kürt yönetimlerinin ve sınırın öteki yanındaki İran’ın bu örgüte karşı alacakları tedbirlerle mümkün olabilirdi. Irak tezkeresinin tartışıldığı tarihlerde İran’ın PKK ile yakın ilişkiler içinde ve Kuzey Irak’taki Kürt yöneticilerin de ABD’nin kararına rağmen Türkiye’nin bölgeye asker göndermesine karşı olduğu biliniyor. Bu durumda Türkiye Kandil’e daha önce yaptıklarına benzer sınırlı operasyonlardan fazla bir müdahale yapamayacak üstelik Türkiye’nin bölgede etkin olmasını istemeyen Iraklı Kürtlerle PKK’yı daha fazla işbirliğine zorlayacaktı... belki de Kuzey Iraklı Kürtler de açıktan değilse bile PKK militanıymış gibi davranıp Türk askerine karşı direnmeleri de hiç olmayacak bir şey değildi; kaldı ki o zaman Kürt liderler Türkiye’yi bölge de istemediklerini gerekirse direneceklerini açıklamışlardır.

ABD’nin de PKK’ya karşı bugünkünden farklı bir yaklaşım sergilemesi için bir neden gösterilemez; çünkü Pentagon bölgede yalnızca ABD hakimiyetini istemektedir, hele de Misak-ı Milli ve bölge de yaşayan Türkmenler nedeniyle Türkiye’nin zengin petrol bölgesi Kerkük’ün denetimini ele geçirebileceği endişesiyle PKK’yı el altından daha etkin bir şekilde desteklemesi de önemli bir ihtimal dahilindeydi.

Tüm bunların dışında ABD’nin Irak’a Türkiye üzerinden asker gönderme ısrarında da şüpheyle yaklaşılacak pek çok nokta vardır. Daha birinci körfez savaşındaki müdahalesiyle Irak’ın askeri gücü önemli bir darbe yemiş ve 10 yılı aşkın bir ambargoyla eli kolu bağlanmışken basit bir hesapla ABD’nin sırf güneyden yapılacak bir operasyonla Bağdat’a ulaşabileceği kolayca görülebilirdi (en azından ben öyle tahmin ediyordum). En sonunda ABD bu işi pratikte de Türkiye hattının devre dışı kaldığı bir ortamda güney kuzey istikametinde “Çöl Fırtınası” harekatıyla ciddi bir direnişle karşılamadan kısa sürede rahatça yaptığını gördük. O zaman ille de Kuzey Irak’tan müdahale ısrarı nedendi?! Bu da ABD’nin yalnızca Irak’ta değil, Türkiye’nin güneydoğusunda da askeri varlık göstermek istemesiyle açıklanabilir. Bu ABD askeri varlığı Türkiye’de yer almış olsaydı şimdi PKK’nın yanı sıra bir de bu sorunumuz olacağı göz önünde bulundurulmalıdır.

Son olarak Lübnan tezkeresi beraberinde Başbakan Erdoğan’ın da ısrarla üzerinde durduğu ve kimi yorumcunun da destek verdiği “Ortadoğu’da söz sahibi olmak istiyorsak, ABD’nin yanında olmalıyız, zamanında Irak’a şimdilerde Lübnan’a asker göndermeliyiz...” gibi yaklaşımlar da dayanaksızdır. Bir kere Türkiye Lübnan’a 1000 – 1200 asker göndererek uzun vadede ne Lübnan ve Ortadoğu’da ne de ABD’nin bölge egemenliği planları içinde bir milim fazladan söz sahibi olabilir. Dahası Türkiye’nin kimilerinin özendiği gibi, Ortadoğu’yla ilgili ne ABD benzeri bir egemenlik planı vardır; ne de Osmanlı’nın bölge egemenliğini kırmak için asırlarca mücadele etmiş batılı güçlerin bu tarihi sürece sırtını dönüp burada yeniden kurulacak kısmen de olsa bir Türk egemenliğine göz yummaları beklenir. Üstelik mevcut sınırlarımızdan bir parça daha koparıp başkalarına verme fırsatı kolluyorken bunu hiç yapmazlar. Türkiye tarihi esintilerle fazla hayallere kapılıp başkalarının yedek lastiği olarak değil; olsa olsa kendi toplumsal refahını, zenginliğini ve demokrasisini geliştirerek; böylece bölge ülkelerinin özendiği ve yakın durmak istediği bir güç olarak bölgede etkinliğini, politik ağırlığını artırabilir. Bundan gayrisi boş hayaldir. “Ülke toprağını işgalci güçlere açmadık, ABD'yi gücendirdik...” gibi gereksiz pişmanlıklara kapılıp, hayıflanıp duracağımıza kendi işimize ve geleceğe bakmamız gerekir.

Konuyla ilgili linkler:

http://www.hurriyet.com.tr/spor/5068433.asp?m=1&gid=69&srid=3051&oid=2

http://www.milliyet.com.tr/2006/09/12/siyaset/asiy.html

http://www.milliyet.com.tr/2006/09/11/guncel/agun.html

http://www.milliyet.com.tr/2006/09/06/guncel/agun.html

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=5055199&yazarid=23

 
Toplam blog
: 60
: 1352
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

Arkeolog olarak arkeoloji, Eski Çağ tarihi, günümüzde sit ve çevre sorunları başlıca ilgi alanlar..