- Kategori
- Dünya
Topa vurmadan gol olmaz. Olsa çift gol sayılırdı!
Resim ve başlık bir MEDYA SÖMÜRÜSÜ örneğidir ))
Serbest Piyasa’nın hiç de serbest olmayan ortamını özgürlük olarak görenlerin söylemleri ile kandırılanlar; dinledikleri vaatler ve hepsi aynı kapıya çıkan boş söylemler ile oyalanıyor. Birçokları bu boş söylemlerin arkasından giderken gidişattan memnun bir azınlık ise; yakaladıkları açıkları fırsata çeviriyor. Açık bulamayan, etkili-yetkili amcaları, dayıları, ağabeyleri (ya da AĞAları, BEYleri) olanlar da sistemin kevgirinde kendilerine uygun yeni açıklar oluşturma derdine giriyor.
Yabancılara mülk satışını düzenleyen yasanın çıkması ile birlikte köylerinde, kahve köşelerinde; “bizim tarlayı kim alır” diye kara-kara düşünen köylü amcalar için de fırsat doğdu. Müşteri olarak, İstanbul’un zenginleri gelecek bizim tarlayı alıp çiftlik yapacak hesapları yaptıkları dönemlerin üzerinden çok zaman geçti. 50 ve 60’lı yıllardan başlayarak tarlasını, belindeki kuşaklara tomar-tomar para doldurup gelen sanayicilere(!) satan eski köylüler –öldü ve çocukları- şimdilerde kentli oldu. O kentli tazelerin karı-koca fabrikalarda çalıştığı günler de yavaş-yavaş son demlerini yaşamaya başladı. Tekstil bitti, deri bitti, kâğıt bitti! Bu günlerde yöremize kimya, makine montaj ve elektrik montaj gibi sektörler musallat olmaya başladı. Tekstil, deri ve kâğıt gibi sektörler ucuz işçi, bol su ve ucuz (geniş) arazi istiyordu; 70’lerden itibaren verdik. Çalışanlarının pek bir şey bilmesine, beceri sahibi olmasına gerek yoktu. Bir mühendis, birkaç usta ile işçi kalabalığını sadece beden gücü olarak kullanmak yeterli idi.
Suyumuz bitti, çoğu yöre köylüsünün çocuklarından oluşan işçilerimiz; hem uyandı hem de yaşlandı. Şimdi onların çocukları var! Ucundan kıyısından okul gören genç bir kalabalık; bir kısmı da kaliteli okullarda üst düzey eğitimler alan küçük bir azınlık oluştu…
Toplumsal yapı biraz gelişince eski para babalarının fırsat olarak gördüğü Trakya ucuzluk cazibesini kaybetmeye başladı. Bu sefer, para babaları kafalarının basmadığı işlere yabancı ortaklar ile girmeyi denedi. Ergene ovasında, ulusal bazda üretim yapan büyük firmalar ortaya çıktı. Bu fabrikalar yine (tekstil, deri, kâğıttan oluşan) eski üçlüyü iş kolu olarak değerlendirdi ama bu sefer daha akıllı girişimler başladı: Marka ve patentler devreye girdi! Böylece markalı ürünler özel tasarımlar ile günü kurtarma devam etti. Devam etti ama sektörleri Trakya’da (ve: İzmit, Gediz, Çukurova gibi ülkenin birkaç yöresinde aynı anda sistemli şekilde aktif eden) cazibeler ortadan kalktı:
1- Ucuz işçiyi kaybetti! (İşçi uyandı)
2- Bol arazi temini şansı ortadan kalktı. (Çiftçi uyandı ya da iradesiz arazi sahipleri azaldı)
3- Maliyet avantajları yok oldu! (Su pahalılaştı, atıkları hesabı sorulur oldu)İşçi ve arazi avantajlarının kalkması sorunu diğer iş kollarını da etkiledi ama maliyet avantajı özellikle tekstil, deri ve kağıt sektörünü vuruyor!
MALİYET AVANTAJI:
Yok pahasına kurulan fabrikalarda, devlet destekli yatırım kredileri ile alınan ekipmanlar kullanılarak, Avrupa’nın eskimiş teknolojisini çöpe atmaması için satın aldığımız günlerde ülke sanayicisi(!) bol para kazandı. Bu paralar ile saçma sapan yatırımlar yapan, boşa harcayan ‘rantiyeciler’ şimdilerde batık şirketlerinin kalıntılarının üzerine oturmuş, gözlerini yukarılara çevirerek, yolacak yeni kazlar bekliyor.
10 liralık ürünün 2-3 liralara mal edildiği günlerden, maliyetin 8-9 liralara geldiği günlere geldik. Bu maliyet baskısı yetmezmiş gibi bizim gibi bazı ‘işgüzar çevrecilerin’ baskısı ile devlet 40 yıl sonra kirliliği görmeye başladı. (Ortada ‘plan’ dışında bir şey yok! Biz yine de “başladı” demeyelim… En azından: Yakın gelecekte görmek zorunda kalacak diyelim!)
Artık kural değişti: Kirleten öder değil, kirleten temizler! Bu kirliliği temizlemek yine o işletmenin görevidir! “Sen pislet devlet ödesin!” Dünyada böyle bir saçmalık hiçbir ülkede işlemez!
Üretim yaparken atık ve artıkları bertaraf etmeyi düşünmeyenler tüm insanlığın yaşama hakkına saldırmış birer canidir! İradeli bir yönetim kurulması durumunda bu yağmanın sebebi olan yöneticiler ve icra ediciler yakalanıp cezalandırılabilir. “Böyle gelmiş böyle diyenler, böyle yada böyle mutlaka gider…” (Tabiat kuralı) Bu irade oluştuğunda hâlâ “canlı” kalmış olanların mutlaka Nazi katilleri gibi peşlerine düşülmelidir. (Bunlar insan olarak hiçbir değeri yoktur. Yakalamak iççin av turizmi bile yapılabilir.)
ÖKÜZÜNÜ SATAN FABRİKA KURARSA BÖYLE OLUR!
Yıllardır, bölgemize gelerek, kurdukları fabrikaları “babalarının çiftliği” gibi yönetenler; üretim sürecinde kullanılan kimyasalları ve ortaya çıkan atıkları kapısının önüne attılar. Şimdi bu atıklar yüzünden ölenlerin yakınları, kanserliler, deri hastaları, astımlılar, solunum rahatsızlığı çekenler, kalp, tansiyon ve şeker gibi sorunları olan, sayıları yüz binlere varan bir kalabalık BAĞIRMAYA BAŞLADI! Artık her fabrika kendi pisliğini temizlemenin derdine düşeceğini biliyor. Bu gün değil ise bile yarın, yakın bir gelecekte bu PİSLİĞİ birileri mutlaka onlara yedirecek! (Tek sorun şu: İdare, eğer bu gün işin çözümünü gerçekleştirse yarın tekrar seçilebilme şansı olmaz diye korkuyor! Eeee hastalık var kaza var, ecel var millet sizin ölmenizi bekleyecek değil: Duanın da cezası yok ya!)
BEDELSİZ İHANET:
Öküzünü satıp fabrika kuranların köylerinden çıktıklarında bu denli suça gömülü olmadığı kesin bir gerçek. Bu insanlar, zavallı birer fırsat arayıcından başka bir şey de değil. İşte göç yolculuğu sırasında bunları kendilerine av yapan tehlikeli bir gurup var.
Siyaset, bürokrasi ve iş dünyasının çevresinde (genelde içinde) çöreklenen bu gurup ağlarına düşürdükleri kurbanları, yüksek komisyonlar, rüşvetler ve ortaklıklar için sömürdüler.
Aziz Nesin’in ‘Züğürt Ağa’sında öküzünü satmanın dramını görürüz… Ağa diye köyünü terk edip göç’ün fırsatlarına cazibe diye bakanlar; son aşamada, Şener ŞEN’in muhteşem rolündeki ‘ağa’ gibi “domatisss” diye bağırmayı da gururlarına yediremez.
ZÜBÜK’LÜK DE BİTMEDİ:
Eğitimsiz birinin siyasette yeri kalmadı ama “Zübük” tiplemesin kendisine model alanlar halâ var! Biraz akıllı olanlar; eski marabalarının siyasette ya da iş dünyasında önemli yerlere geldiğini görüp hemen bir yolunu bulur ve o kurumlara satılabilecek en kaliteli malı satmaya başlar. Neyi, insanı! Resmi kurumlar ile (‘hizmet’ adı altında) iş yapmak üzere taşeron birer şirket kurup, ‘kelle başı’ 100-200 lirayı cukkalamaktan kıyak bir iş var mı? Hem köydeki günlerini hatırlar, ağalıktan kalma “marama güdücülüğü” egolarını da böylece tatmin ederler. Sorun şu: Yemeye öyle alışıyorlar ki bu yiyicilik metastaz yapıyor, bu gibilerin çoğu obeziteden gidiyor!
İnsanımız, hep ucuza rağbet etmeyi bırakmadıkça siyasette, ticarette ve yaşamda ucuzluktan kurtulamayız… Ucuzunu kullanacak kadar zengin değiliz.
Hep sevgi ile kalın.
Murat SEVGİ