Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ekim '10

 
Kategori
Güncel
 

Türbanistan bahçesinin GÜLLERİ

Türbanistan bahçesinin GÜLLERİ
 

Karikatür: Metin Üstündağ - Radikal



Tarih kitapları yazar:
“29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verdi. Meclis önergeyi kabul etti. Böylece, Türkiye devletinin yönetim biçimi "Cumhuriyet" olarak, adı da"Türkiye Cumhuriyeti Devleti" olarak belirlendi. Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin, ilk "Cumhurbaşkanı" oldu.”

Cumhuriyette "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." Millet, kendini yönetme yetkisini, kendilerine temsil eden milletvekilleri aracılığı ile kullanır. Cumhuriyet yönetiminde, yurttaşın seçme ve seçilme hakkı vardır. Seçilen temsilciler, yasaları tasarlarlar ve yöneticileri ulus adına denetlerler.

Ben hiç yöneticimi seç(e)medim! Hep, onaylamadığım kimselerin seçtiği, onaylamadığım yöneticiler iş başındaydı! Bu, bir yurttaşa “Ne halin varsa gör!” demektir. Bizim de bir şey yaptığımız yok, sessiz sedasız oturuyoruz köşemizde. Ne halimiz varsa görüyoruz! Meydanlarda onlar, iktidarda onlar, gemilerde yatlarda onlar, Kabe’de onlar, ülkeden ülkeye uçan, köşeye sıkışınca kaçan onlar...

Tarih kitapları neler yazmadı ki!.. Türklük-İslamlık (Türk-İslam Sentezi) ideolojilerini tarih diye yutturdular! Neymiş efendim, Türkler çeşitli zamanlarda yaşadıkları çevreye göre çeşitli din ve inançların etkisi altında kalmışlarmış... bunlardan Türk kültür ve inanç sistemine uygun olanı yalnızca İslamiyet’miş!

Yani; Türkler İslamiyet öncesi yaşantılarında kültür ve inançlarına aykırı yaşamlar mı sürdürüyorlardı? Bin yıl sonra bir başka dine bağlansalar ya da bütün dinlerin dogma olduğuna karar verip toptan ateist olsalar dönek mi denecek onlara? Ya da yaşadığımız çağda Türk olup da Müslüman olmayanlar kültür ve inançtan yoksun kimseler mi?

Bir zamanlar MEB, bütün derslerin başına bir millî sözcüğü eklemişti. Millî Tarih, Millî Coğrafya... O tarihlerde Fransızca Öğretmeni olan ben, bir süre Fransızca’nın başına da bir millî sözcüğü oturtmalarını beklemiştim. “Yahu, saf olma! Hiç Millî Fransızca” olur mu!” diyeceklere sözüm şu: “Bu kadar entrig (intrigue) içinde kalırsanız, saf da olursunuz saftrig de!

***

İslam öncesi, Araplar şiire son derece düşkünmüşler. Ünlü şairlerle panayırda şiir günleri ve yarışmaları düzenlerlermiş. Kabe duvarlarında yedi seçkin şairin şiiri asılıymış. Muallakatus Seba. Kabe'nin duvarlarından indirtilmiş bu şiirler İslamiyet sonrası.

Hani Araplar’ın İslamiyet’ten önce yazılı edebiyatları yoktu?

Varsa da sayılmaz! Çünkü Şuara suresine göre (224. ayet) "şairlere, çapkınlar-sapkınlar uyar"mış!

225. ayete göre de “onlar (şairler) ki her vadide şaşkın-tutkun dolaşırlar”mış!

226. ayete göre de “Ve onlar, yapmayacakları şeyleri söyleyip dururlar”mış!

Şair dostlar için değil, duyduğum kaygı... Ya bu şairler aynı zamanda ülke yönetiminin önemli bir makamındaysalar ne olacak? Ayete göre her vadide şaşkın-tutkun dolaşacaklar ve yapmayacakları şeyleri söyleyip duracaklar, öyle mi?

***

Bizim şairler zaten hem bu dünyada, hem “öte dünya”da “cehennem ateşi”yle yanmayı gönülden kabul etmiş gönlü zengin insanlar!.. İşte Hayyam:

“Dostunu erkekçe seven kişi / Pervane gibi özler ateşi / Sevip de yanmaktan kaçanların / Masal anlatmaktır bütün işi!”

İşte Nazım:

“Sen yanmasan / ben yanmasam / biz yanmasak / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa!”

Cehennem ateşiyle yanmaya alışmış bizim şairimiz!

Behçet Aysan... Uğur Kaynar...diğerleriyle birlikte Madımak cehenneminde zebanilerin yaktığı ateşte can verdiler!

Şair dostlar için değil kaygılarım! Onlar islami değil, insani esaslara göre belirliyorlar yürüdükleri yolu.

***

Bir yanda “bir takım şairler”in peşine düşerek, türbanistan bahçelerinin gülleriyle bezeli yollarda beraber yürüyüp, yağan yağmurlarda beraber ıslanan kitleler; öte yanda hem Müslümanlığı, hem şairliği kimselere kaptırmayan yöneticiler!

Bir yanda yasalarla hukuk toptan çöpe atılıp, insanlar ayetlerle yönetilecek; öte yanda yine ayetler, şairler için hiç iyi şeyler söylemeyecek!

Mustafa Kemal Gençliğe Hitabesinde “bugünlerini anlamak için geçmişi anımsayan kuşaklar”a sesleniyordu; “bugününü çözemediği için geçmişin karanlığına saklanan bir gençlik”e değil!

İç faydacılarla, çıkar ilişkileriyle bağımlı oldukları dış faydacılar yıllardır bu ülkeyi planlı programlı bir çökertme faaliyeti içindeydiler. Sonunda başardılar!

Bilgisayar oyunlarıyla, uyuşturucunun soyut ve somut her türüyle, aklı dumura uğratılmış bilgisiz, faydacı, birbirine düşman, terör yanlısı, kendine ait düşüncesi olmayan, slogancı, bugünün karmaşasından kurtulmak adına geçmişin karanlığına saklanan, okumayan, sorgulamayan, sorumsuz bir gençlik yarattılar!

Hani şu ünlü masaldaki “akıllılar”ın gözüne görünmeyen, ciddiye alınmasalar bile “çocuk yürekli yetişkinler”in çok iyi gördükleri Sam Amca var ya... Cumhuriyet’in 87. yılında genç kızlar yakalarına rozet diye türbanistan bahçesinin güllerini takmışlar, o çok özendikleri Araplar’ın giysilerine hiç mi hiç benzemeyen kılıklarıyla, işte o Sam amcanın melon şapkasıyla kurulup oturduğu tribünün önünden törenle geçmeye hazırlanıyorlar. Etekleri hiç değilse bu defa sokakları süpürmesin diye, on üçünde nedimeler bulmuşlar kendilerine!

Türkülerimiz düşüyor aklıma. Gözlerim doluyor. Aklıma gelen bir türküyü mırıldanıyorum: “Yemeni bağlamış telli başına, zülüfleri düşmüş hilal kaşına, henüz girmiş on üç on dört yaşına...edalı işveli köylü güzeli...”

Çocukluktan henüz çıkmamış bir genç kız., elbet edalı işveli olacak, o yaşta. Kıpır kıpır olacak yüreği... Masum sevdalar büyütecek gönlünde... Zülüflerini tarayacak saatlerce ayna karşısında. Okula da gidecek, kitap da okuyacak, dans da edecek, gün be gün aydınlanacak. Sonra da kendisinden sonra gelen kuşakları aydınlatacak.

İşsizlik sorununun, sağlık sorunlarının, beslenme sorunlarının kangren olduğu bir Türkiye’de, on üç yaşındaki kızların bilimsel yöntemlerle eğitim alıp, gelecekte bilinçli kuşaklar yetiştiren anneler olarak hayata hazırlanmaları için gerekli yöntemlerin tartışılması yerine, “türban takma özgürlüğü” - milyonların ekmek yeme özgürlüğü”nün de önüne geçip- günlerce gündemi meşgul ediyorsa, yazıyorum bu yazının da altına, kapkara haykıran puntolarla: Zelin Artuğ, YERYÜZÜ’nde yaşamaya devam ediyor hala!

Bir kuş kadar milliyetsiz, bir kuş kadar dinden uzak...paranın para etmediği bir yeryüzü düşüyle...


Not: Kuşlar yalnızca göğün kapısını aradıklarında göklerde kanat çırparlar. Yeryüzüne indiklerinde bazen “uçurtmayı da vuran” “kazma”lar, kuşları da vururlar! Bahaneleri ne olursa olsun, o “kazma”ların kuşları vurmalarının tek nedeni vardır:

Uçmayı bilmedikleri ve yaşamları boyunca asla uçamayacakları için vururlar onları!

Zelin Artuğ, Ekim 2010, YERYÜZÜ

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..