- Kategori
- Dünya Şehirleri
Turkish Zeus Atina'da
Türk toprakları kesmedi, ailece bir de Yunanistan'a gidelim dedik.
Atina'daki ilk birkaç gün yediğimiz domuz etinden artık tat alamamaya başlayınca en iyisi ata yemeği yiyelim deyip Mc Donald's daldık. Her yemek öncesi mutat olduğu üzere ihtiyaç gidermek için WC yazan yere girdim, hacetimi gördüm.
Türk erkeklerinin çoğunluğunun aksine, küçük büyük fark etmez, hacetten sonra ellerimi yıkarım ben. Musluğun başına gittim, sırf Yunanlılara zarar olsun diye avucumu alabileceği kadar sıvı sabunla doldurdum. Bu miktarla bir yıl boyunca banyo yapmak mümkün...
Lanet olsun!... Musluğa açma kapama zamazingosu koymayı unutmuşlar. Yer miyim!... Bizdeki gibi sensörlü olanlardandır deyip ellerimi musluğun altına götürdüm.. Ama gram su yok. Hani fıss diye bir ses çıksa, diyeceğim ki, "Dinine yandığımın ISKI'si buranın sularını da kesmiş." Fakat öyle bir ses yok...
Bu defa ellerimi öbür musluğun altına götürdüm, orada damla yok. Üçüncü musluk, dördüncüsü, derken tekrar birinci, ikinci... Hangisi önce akarsa ellerimi orada yıkayacağım. Bana gıcık birileri sanki orada olduğumu öğrenip suları kestirmiş diye vanalara bakmak bile geçti aklımdan, ama avucum sabun doluyken vanayı nasıl arayayım? İçeride de kimse yok. Olsa, suyu nasıl akıttıklarına bakıp aynısını yapacağım.
Kim bilir, belki de Yunanca bir iki kelime söylenince çalışıyor bu musluklar. Onu da denedim. Kalimera, kalispera, sifaristo, sigma, omega, plaki, caciki, ekmek katayifi, vs. ne kadar Yunanca kelime biliyorsam hepsini söyledim, ama muslukta tık yok....
Bu arada bütün musluklara teker teker tokat attım, yerinden sökmeye çalıştım, Yunanca ıslık çaldım yine de fayda etmedi. Allah'ın bildiğini kullardan saklayacak değilim, aklıma kamera şakası yapıldığı geldi. Birazdan kapılar açılacak, "Ohoo Keko Turko, nasılmış!" diyecekler diye ödüm de patlıyor bir yandan...
Gözüm etrafta düğme aradı uzun süre, ama düğme diye bir tek pantolonumdakiler var. O da başka musluğu açmaya yarıyor. En iyisi ellerimi bir havluyla kurulayıp, can havliyle dışarıya çıkmak ve bir Euro bastırıp yarım litre su almak, yarısına kadar içip gerisiyle ellerimi yıkamak olacaktı.
Etrafa bir kez daha baktım. Kamera mamera görmeyince kapıyı usulca açtım, tam çıkacakken vazgeçtim. Belki sular şimdi gelmiştir diye ellerimi yeniden musluğun altına koydum. Yok, inatçı musluk anladı Türk olduğumu, akmıyor.
Tam o anda içeri bir kadın girdi. Erkekler tuvaletine kadın...
"Mösyö!" dedi Yunanca...
Yunanca'm epey ilerlediği için bu kelimenin ne anlama geldiğini biliyordum artık. Bilmeyenlere Mösyönün bizdeki çok yakışıklı, alımlı ve akıllı beyefendiye eşit olduğunu söyleyeyim...
Sonra eliyle zemini işaret etti. Ben bir şey göremedim. Bunu anlamış olacak ki, bir kez daha gösterdi aynı yeri. Bir ufak çıkıntı çarptı gözüme. Aklıma kadının, cebimden düştüğünü sandığı bir parayı almamı istediği geldi. Biraz daha dikkatle baktım.
Kadın benim sadece bakmak değil, eyleme geçmemi istiyordu. Eliyle bacağını tuttu, o düğmenin üstüne götürüyormuş gibi yaptı. Benden aynısını yapmamı istediğini anlamam için sıradan bir milletvekili kadar zekaya sahip olmam yeterli. Ayağımla o düğmeye bastım ve bir anda İSKİ'nin kestiği sular şarıl şarıl akmaya başladı...
İnsan yurt dışına gidince alışkanlıkları birden değişiveriyor. Yabancı toprağa ayak basar basmaz birden inanılmaz bir tarih, müze ve sanat merakı sarıyor insanı, ki sanırsınız sülalede yedi göbekten beri arkeologdan başka meslek sahibi çıkmamış...
Yunanlılara gıpta ettim doğrusu. Açık hava müzelerine bizden daha iyi bakıyorlar. Oralara yalnızca küçük tuvaletlerini yapmakla yetiniyorlar...
Bir de kim ne derse desin, Yunanlılar bizi acayip seviyorlar... Belki de 400 yıla yakın bir süre birlikte yasamamızdı bunun sebebi. Atina'da bulunduğum süre içinde Türk olduğumu her öğrendiklerinde müthiş bir sevgi ve ilgi gördüm.
Lykavitas tepesinden iniyorduk. Bizimkilerle aramızdaki mesafe epey açıldığı için bir yerde oturup bekleyeyim, dedim. Bir banka çöktüm. Çok geçmeden oldukça yaşlı bir adam bana doğru yanaşmaya başladı. Hem yürüyor hem de gülümsüyor.
Yanıma geldiğinde nedense hiç konuşmadı. Belki de benden bekliyordu ilk sözü.
"Kalimera!..." dedim, bir Yunanlıdan daha Yunanlı aksanımla. Aynen karşılık verdi. Başka Yunanca sözler de söyledi, ama tek kelime anladıysam namerdim. Adam sanki inadına eski Yunanca konuşuyor. Bakışlarımdaki boşluğu görünce bu defa İngilizce nereli olduğumu sordu. Tam söylemek üzereyken, "Dur!" dedi, "Ben tahmin edeceğim." Önce, Kanadalıya benzetti beni; aramızda nasıl bir benzerlik kurduysa. Belki illa uzak bir diyardan başlayıp adım adım yakınlara gelecek. Gözlerimde hafif bir çekiklik olsa, “Japon” diye yapıştıracak yaftayı.
Cevabim olumsuz olunca bozuldu. Bu defa saymaya başladı: Alman, İsviçreli, Danimarkalı, Rus... Yurtdışında kimse Türk'e benzetemez beni zaten. Çok da şaşırtıcı gelmedi haliyle...
Tahmin edemeyeceğinden iyice emin olunca, "Ben Türk'üm!" dedim. Şaşırdı... Sevincinden havaya fırladı desem yeridir. Sonra başladı konuşmaya:
"Biz Türkleri pek sevmeyiz..."
Bu defa şaşırma sırası bendeydi. Türk olduğumu öğrendiği için adamın suratındaki mutluluk ifadesine rağmen bu sözlerin ne gibi bir anlamı olabilirdi?
"Türkleri niçin sevmezsiniz, sir?" dedim.
Ne dese beğenirsiniz...
"Because we are foolish!..." (Çünkü biz salağızdır)
Sonra uzun uzun, akıllı Yunanlıların Türklere olan sevgisini anlattı. Biraz da kendisinden bahsetmek istiyordu, ama benden herhangi bir soru gelmeyince, boyalı ellerini göstererek konuya girdi: "Ben Yunanistan'ın en ünlü ressamlarından biriyim, " dedi. "Uzun yıllar Paris'te yaşadım" Soluklandı. "Benim en iyi arkadaşım Dino'dur, " diye bitirdi sözlerini.
Bu Dino dediği, Tas Devrindeki Dino ya da meşhur BJK kalecisi rahmetli Sabri Dino değil; ünlü Türk ressam Abidin Dino.
"O halde, " dedim adama, "Ona, mutluluğun resmini çizmesini söyleyenin de kim olduğunu biliyor olmalısınız." Yeniden o sempatik gülüşünü takındı... "Elbette Hikmet'ti... Nazim Hikmet..."
*****
Atina’da üçüncü günümüzdü. Trenden inip otele doğru yürürken sarışın, bıyıklı birisi yanıma yanaştı. Yunanistan’da sarışın biri pek mümkün değil. Ya yabancı olmalı ya da Pontus’tan göç etmişlerden biri. Kim bilir belki de kan çekti.
Bozuk bir Türkçe'yle, "Sizi seviyorum, " dedi... Sözünü bitirince İngilizce konuşmaya başladı. Bildiğimi görünce devam etti. Türkçe konuştuğumuz anladığı için yanaşmış bize. Defalarca gelip gitmiş Türkiye'ye. Hep dostluk ve arkadaşlık görmüş.
Hatırında kalanlar sadece o iki en güzel Türkçe kelimeden ibaretmiş.
Arkadan takip etmekte olan baldızım tedirgin. İkide bir "Enişte!... Enişte!" diye seslenip duruyor. Sadece bu kadar değil, ola ki adam anlar diye "kırık" Yunanca konuşuyor:
"Enişteki, çantaki, dikkati..."
Durakla otel arasındaki mesafe bir hayli uzun. Bu mesafeyi iyi değerlendirdik. Türk Yunan kardeşliğini konuştuk uzun uzun... Birbirimizden karşılıklı özürler diledik. 400 yıla yakın memleketlerini işgal altında tuttuğumuz için ben ondan; İngilizlere uyup Anadolu'yu işgal etmeye kalktıkları için o benden...
Sonra iki ülkenin karşılıklı sorunlarını çözdük bir çırpıda. Kıbrıs sorunu da, Ege'deki kıta sahanlığını da... Keşke halklar arasındaki sorunları hükümetler değil de, halklar bizzat halledebilseydi...
*****
Yabancı bir ülkeye gidildiğinde ya bir rehberiniz olacak ya da yanınızdaki herkesin mutlaka yabancı dil bilmesi şart. Aksi halde işiniz gücünüz benim gibi sadece tercüme yapmak olur...
Öğlen yemeği için kafeterya ile lokanta arası bir yere gittik. Elimize mönüleri tutuşturdular. Yemek isimleri fazla yabancı değil: Plaki, yogurt, caciki, dolma, tashaki (Koç yumurtası demekmiş.)...
Yine de bizimkiler garsona verecekleri siparişleri bana bildiriyorlar. Bu işin lisan bilmemekle bir alakası yok. Türkiye'de de aynısını yapıyorlar. Üstelik çocuklar İngilizce'yi benden daha iyi konuştukları halde garsona siparişi illa babaları verecek...
Hanım bir yandan sesleniyor:
"Ben kuzu pirzola istiyorum..."
Ben aynen garsona tercüme:
"Lamb steak..."
Sonra bacanaktan bir sipariş:
"Bana köfte..."
Tercümeye devam:
"Meat balls..."
Derken baldızın, çocukların siparişleri... Bu kadarla bitse iyi. Bu defa her siparişin nasıl olacağı bildiriliyor birer birer. Salata yağsız, bol limonlu; etler iyi pişecek; yanında patates olacak; hardal, mayonez, ketçap unutulmayacak; az tuzlu olacak; salatada soğan bulunmayacak!... Off!... Yazarken bunaldım...
Tam her şey bitti derken bu defa yine hanım seslendi:
"Hayatım, söyler misin, benim et biraz yağsız olsun..."
Bir garsona istediğiniz kadar yemeğin nasıl olacağını tarif edin, size “He abey!” diyecek, ama ellerinde ne varsa onu getirecektir. Bunu bildiğimden biraz gönülsüz davrandım, ama hanım ısrarlı...
Bu defa beynim dumura mı uğradı, ne olduysa, İngilizce "yağsız et" nasıl denir, aklıma gelmedi. Fakat ne yapıp edip bir şeyler bulmalıydım. Garsonu çağırdım,
"Frondo mudi oggok hopi..." gibi, bir şeyler mırıldandım...
Kurduğum cümle üç aşağı beş yukarı "et yağsız olsun" uzunluğundaydı. Hani yabancı teknik direktörler sadece "Si!" dediklerinde bile en az üç paragraf tercüme yapan çevirmenler gibi değildim.
Garson mutlaka daha önce duymadığı İngilizce bir şeyler söylediğimi sandı.
"OK sir..." dedi gülümseyerek...
Tabii çocuklar anladılar hilemi... Hanım da... Bir anda herkes gülmeye başladı. Nasıl gülmek ama, kırıldık, kırılacağız. Yan masadakiler bile sanki olan biteni anlamışlar gibi kahkahalarla eşlik ettiler bize.
Garson bozuldu, uzaklaştı oradan.
Kim bilir Yunanca ne dedim adama...
*****
Yine ailece yemekteyiz. Lokantanın sahibi Türk olduğumuzu öğrendiği için müthiş yakın bir ilgi gösteriyor. Çok da iyi İngilizce konuştuğu için rahat sohbet ediyoruz. Konuşmanın belli bir anında benim bacanağı göstererek,
"Neyin oluyor senin?" diye sordu...
Nasıl anlatsam? Akrabalıkla ilgili ifadelerde İngilizce'nin çok zayıf bir lisan olduğunu bir kez daha gördüm. Hani amca, dayı, enişteyi tek kalemde "uncle" diyerek ifade ediyorlar ya, bazı akrabaların da karşılığı yok. Benim kullanmam gereken baldız ve bacanak kelimeleri de bunlardan. Bir şekilde anlatmalıydım adama. Önce baldızımı gösterdim.
"O kadın benim eşimin kız kardeşi..."
"Oh gerçekten mi!" diye karşılık verdi.
Nedense İngilizce'yi sonradan öğrenenler şaşırdığımızı belli etmek için hep bu ifadeyi kullanırız.
Sonra bacanağımı gösterdim.
"Bu herif de onun kocası..."
Aslında tek cümleyle de ifade edebilirdim. Mesela, "Karımın kız kardeşinin kocası..." Ya da "kaynanamın damadı." Ancak böyle basit anlatım yerine uzun anlatım çok daha rahat anlama olanağı veriyor. Cümlemi bitirince adam gülümsedi, sonra aynen şu sözleri söyledi:
"O halde, adam senin bacanaki!..."
*****
İkinci gün otelde kocaman kapalı bir havuz olduğunu keşfettik. Ama mayolarımızı memlekette bırakmışız. Mecburen gidip satın alacağız. Hep birlikte Flea Market (Bit Pazarı) dedikleri yere gittik. Bir sürü dükkana girip çıktıktan sonra birinde bulabildik aradığımız şortu. Fiyatını sordum, 35 Euro dediler. Bu paraya İstanbul'da iyi marka bir pantolon almak mümkün.
"Çok pahalı!..." diye tepki gösterdim.
"Bir kolaylık yaparız, " dedi satıcı.
Sonra hiç tereddüt etmeden 25 Euro'ya indirdi fiyatı. Bunun da pahalı olduğunu söyleyince, kaç para vereceğimi sordu. Şortu elime aldım, inceledim ve edebileceği fiyatı söyledim:
"5 Euro!...
Adam çok kızdı. Bunun altında kalmak niyetinde olmadığı her halinden belli oluyordu. Biraz da gözlerinden fırlamalık akıyordu. Kulağıma eğildi.
"You can only buy prezervatives with 5 Euros." (5 Euroya ancak prezervatif alabilirsin.)
O gün afyonum mu patlamamıştı, ne olduysa, adama vermem gereken karşılığı veremedim:
“Atina’da X-Small dışında prezervatif olmadığını duymuştum...”
Neyse, şortu üç kutu prezervatif fiyatına olimpiyat ürünlerinin satıldığı bir başka mağazadan satın aldık. Tüm olimpiyat ürünleri yari fiyatına satılıyor. Yalnızca oğluma uygun olanını bulabildik. Gitmişken bir mayo da yedi yaşındaki küçük kızıma aldık.
Akşam olunca bacanak, havuza gitmeyi önerdi bana.
"Yok!" dedim, "Ben gelmeyeceğim."
Israr etmedi. O, kendi oğluyla benimkileri alarak gitti. Belki fikrimi değiştiririm diye kendisindeki yedek şortu da bana verdi. Çok geçmeden seyretmek için yanlarına gittim. Havuzun yanında bir de sauna var. Sauna görünce dayanamam. Oraya girince çocukluğumun soğuk gecelerinin intikamını alırım adeta. Derhal odama gittim, bacanağın şortunu bacaklarıma geçirdim. Ama olmadı. Dar geldi. Bir bacağım ancak sığdı desem yeridir.
Bir çare bulmalıydım... Buldum da... Bulduğum çareyi herkes görmesin diye havluyu belime doladım, asansöre binerek havuz katına çıktım. Kimseye görünmeden saunaya girdim. Gel keyfim gel!... O kadar sıcaktı ki, on dakika dolmadan çıkmak zorunda kaldım. O anda havuz bana bakıyordu, ben havuza. Havluyu belimden çözüp daldım havuza. İyice serinleyinceye kadar yüzdüm, yüzdüm. Sonra hiç kimseye çaktırmadan havuzdaki merdivene yöneldim. Merdivenden yukarı son adımımı atmak üzereyken kızımın sesiyle kendime geldim:
"Aaa! Babam havuza donla girmiş."
Kral çıplak diyenler sadece çocuklar oluyor nedense... Neyse ki bizimkiler dışında Türkçe bilen yoktu havuzda. Aslında çocukken memlekette denize hep böyle girerdik. Bazen o bile olmazdı üzerimizde.
*****
Atina'ya daha önce gitmiş olanlardan hep trafikteki keşmekeş hikayelerini duymuştum. Ben trafiği çok düzenli buldum. Havaalanına kadar uzanan çok iyi bir metroları var. Rehberimiz, bunu son bir-iki senede, özellikle olimpiyatlarla birlikte hallettiklerini söyledi. Olimpiyatların bir şehri nasıl bu kadar değiştireceğini Atina'da görmek mümkün.
Ancak, şehirde boş taksi bulmak mümkün değil. 3.200.0000 nüfuslu şehirde 16.000 taksi olduğunu söyledi rehber. Bu rakam koca İstanbul'da 18.000'miş. Buna rağmen insanı kıçının dibinde durup zart diye kornaya basan taksiler orada yok. Zaten kornaya çok da fazla basılmıyor.
Taksilerin en önemli özelliği içinde yolcu varken, onunla aynı istikamete giden başka yolcu da alabilmeleri. Diğer yolculardan da gittiği yere göre ayrıca para alıyorlar. Başka türlü taksicilik yapmaları da mümkün değil. Her şeyin pahalı olduğu kentte taksiler acayip ucuz...
Hani Atina’da dolu bir taksiye binseniz ve arka koltukta oturan teyzenin kucağına otursanız, kimsenin bir şey diyeceği yok. Benim gibi ana kucağından çok erken ayrılmış olanlar sırf bu deneyim için Atina’ya gidebilir. Teyzenin kucağında ana hasreti gidermiş olursunuz. Ama süt-müt isterim diye işi abartmayın.
Otelden taksiye atlayıp eşe dosta hediye babından ucuz çikolatalardan almak için Carrefour'a doğru yola çıkmıştık. Önümüzdeki araba o kadar yavaş gidiyordu ki, ben bile sinirlenmeye başladım. Direksiyonda olsam kesinlikle kornaya yüklenir, bir de sanki duyacakmış gibi,
"Yürüsene ulaaan!" ya da "Hadi be!" diye bağırırdım.
Sürücü sabırlı... Kornaya hiç dokunmadı... Ama tahammülü sona erince, benim aklımdan geçenleri avazı çıktığı kadar Rumca söyledi:
"Hade vre!..."
*****
Gittiğim her ülkede ikinci günden sonra sıkıldığımı hissetmiştim. Hatta seyahatim uzadığı zamanlarda Atatürk Havalimanına her indiğimde diz çöküp toprağı öpesim gelmiştir. Yunanistan’da öyle olmadı. Kendimi hep evimde hissettim. Ve bize bu kadar çok benzeyen başka ulus olacağını sanmıyorum...
Atina’da bulunduğum süre içinde Türk-Yunan ilişkilerinin hüzün boyutundan çok etkilendim. Mübadele sırasında meydana gelen hüzünlü hikayeleri çok okumuştum. Yaşar Kemal'in Fırat Suyu Kan Akıyor ve takip eden seri bunların en iyi örneklerinden. Benzer hikayeler Hürriyet'te de yayınlandı...
En hüzünlüleri de Kayseri ve Kapadokya'dan göç eden Rumlar ve Hıristiyan Türklere ait olanlar. Her iki kent de savaştan bihaber yaşamış. Ama mübadele sırasında orada yaşayanlar göçe zorlanınca etle tırnak koparılmış birbirinden. Üstelik bunların önemli bir kısmı Türk'müş. Sadece dinleri farklı...
Bunları Pire'ye yerleştirmişler. Orada da hep Türk tohumu diye aşağılanmışlar yıllarca. Türkiye'de Rum dölü, orada Türk tohumu... Hiç yabancı gelmedi bana bu söz. Türkiye'de Almancı, Almanya'da yabancı gibi. Neden hep bizim gibi ülke vatandaşları yaşarlar bu travmayı?...
Gündüz yürürken, rehberimizin tavsiye ettiği bir tavernanın önünden geçtiğimiz fark ettik. Önceden rezervasyon yapalım diye içeri girdik. İşimiz bitirip dışarı çıkmak üzereyken nereli olduğumuzu sormak geldi akıllarına. Türk olduğumuzu söyleyince,
"Bir saniye!..." dedi içlerinden birisi.
Sonra içeriye seslendi ve Yunanca bir şeyler söyledi.
Anında 45-50 yaşlarınca bir adam bitti yanımızda. Gülmekle ağlamak arasında bir yüz ifadesi vardı.
"Demek dedemin memleketinden geliyorsunuz, " dedi İngilizce...
Sonra devam etti:
"Dedem Kayseriliydi... Mübadelede göç etti buraya... Ve hep Kayseri'yi andı yaşadığı süre boyunca..."
Hikayelerimin sonuncusu buydu. Bunları yazdıktan sonra benzer hikayeler anlatan o kadar mail aldım ki... Hiçbirinde Yunan-Türk düşmanlığı yoktu... Gördüm ki, iki halk arasındaki düşmanlık sadece bir avuç çıkar gurubu tarafından kışkırtılıyor. İki halk da birbirini seviyor aslında...