Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Türkiye'de güneşin en son battığı, batarken de denizi kırmızıya boyadığı ada – Gökçeada (1)

Türkiye'de güneşin en son battığı, batarken de denizi kırmızıya boyadığı ada – Gökçeada (1)
 

Kale köy


Tatil demek bulunduğun ortamın dışına çıkmak, gezmek, eğlenceli anlar yaşamak ve yeni yerler görmek, keşfetmek demek benim için. Tabii ki bir de denize girmek ve yüzmek özlemi var. Uzun zamandır planlarını yaptığımız 10 günlük tatilimizi planlarken de biz üç arkadaş aynı şeyi düşündük.

Araba ile yola çıkıp gönlümüzün istediği yerde konaklayıp, oradan tekrar bir başka konaklayacağımız yere kadar duraklaya duraklaya geze geze Ege sahili boyunca küçük bir tur yapmak, görmediğimiz yerleri görmek, sevdiklerimizle buluşup güzel anılar biriktirmekti maksadımız. Öyle de oldu ve çok güzel anılarla döndük evlerimize.

Planda ilk durak Gökçeada idi. Sabahın ilk ışıklarıyla biz üç kafadar (Sema, Macide ve ben) güneşi selamlayarak yola düştük. Tekirdağ üzerinden Gelibolu yarımadasını geçerek Eceabat’a geldik.

Gelibolu yarımadasını anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz yollar muhteşem doğasıyla, koyu yeşili ve yol boyunca ikide bir görünen denizin iyot kokusuyla bezenmiş maviliğiyle mest etti bizi. Deniz bir sağdan gözüküyordu bir soldan. Bazen daralan yerlerde iki taraftan da denizi görüyorduk. Ve üstelik o toprakların bizim için manevi değeri de oldukça yüksekti. Bazen manzaraya şaşkınlıkla bakarak, bazen Çanakkale Savaşında yaşananlara hüzünlenerek ve savaşın geçtiği yerlerdeki izleri iç gözümüzle görerek Eceabat’a gelip oradan feribot limanı olan Kabatepe’ye geçtik.

Feribota binip karşıda silueti görünen Gökçeada’ya ulaştığımızda güneş tepeye çıkmıştı ve cayır cayır yakıyordu. Adaya Kuzuluk Limanı’ndan ayak bastığımızda ilk önce bir hayal kırıklığı yaşadım. Oldukça kel ve çorak görünüyordu karşımdaki tepeler. Sağda uzanan Kuzuluk plajı öylesine bir kumsaldı işte. Ve halkın kullandığı özensiz basit plajlardan biriydi. Daha sonra kalacağımız yere yerleşip tekrar bu sözünü ettiğim plaja indik. Yüzlerimizde biz nereye geldik burukluğu ve sıcak denizinden hoşnutsuzluğumuzla akşamı ettik.

Akşam serinliğinde merkezi ve köyleri görmek umuduyla ve yöresel yemeklerinden tatma isteğimizle adayı tura çıktık. Methini duyduğum mekanları ve rum köylerini merak ediyordum.

Gök­çea­da,  yüz­yıl­larca kullanılan eski adı ile İmroz (1970 yılında ismi değiştirilerek Gökçeada olmuş) Ku­zey Ege’de­ki iki Türk ada­sın­dan bi­ri. Ve Türkiye’nin en büyük adası. Diğer ada Bozcaada’dan sekiz kat büyükmüş. 289.5 km2 yü­zöl­çü­müne ve 95 km. kı­yı şe­ri­di uzun­lu­ğu­na sa­hip Tür­ki­ye’nin en ba­tı ucu olduğu için ‘gü­ne­şin en son bat­tı­ğı yer’ ol­ma ün­va­nı­na sahip.  

Rum halkının yüzyıllardır yaşam sürdüğü bir ada burası. Yaklaşık 500 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde olan Gökçeada’da  1960 yılında 5487 Rum, 289 Türk yaşarken, bu yıldan itibaren hızlanan göçlerle günümüzde yaz-kış yaşayan Rum nüfusu 300'e kadar düşmüş.

Gök­çea­da’da yer­le­şim, ada mer­ke­zin­de ve 10 köyün­de top­lan­mış. Hep­si, ken­di iç­le­rin­de yü­rü­ye­rek do­la­şı­la­bi­le­cek ka­dar kü­çük yer­ler.  Ve hepsine merkezden gidilebilecek araçlar ve minibüsler mevcut. Merkez tipik bir Anadolu kasabası görünümünde, bir veya iki katlı evler ve dükkanlar, arada Rumların terk ettiği klasik evler de var.

Adanın en eski yerleşim yerleri olan Rum Köyleri nostaljik havaları ile etkileyici yerlerdi.  Ara sokaklarında dolaşmak yüzyıllar öncesinden gelen bir hikayeyi dinlemek gibi büyülüyor insanı. Bu köyler mutlaka gezilip görülmesi gereken yerler diye düşünüyordum ama vakit darlığından birkaçı hariç çok dolaşamadık. Türk Köyleri ise 1960'dan itibaren kurulmaya başlanmış, iskan köyleri.  Savaş sonrasında Yunanistanla aramızda yapılan mübadele sözleşmesi ile Rumlar adayı terk ederken yerine Türkler yerleştirilmiş ve ada günümüze kadar olan göçlerle kozmopolit bir yapıya kavuşmuş.

Akşam yemeğimizi aşağı Kaleköy’de Son Vapur’da yedikten ve adaya has otlardan yapılmış değişik mezelerinden tattıktan sonra  tura başladık.

Adanın en güzel köylerinden biri olan Kaleköy aşağı ve yukarı Kaleköy olarak ikiye ayrılmış gibi sanki. Merkeze oldukça yakın, sahilin yanında kurulmuş olan aşağı Kaleköy tipik turizm kasabalarından. Pansiyonları , restaurantları ve akşam saatlerindeki kalabalığı ile eğlenmek isteyenlerin tercih ettiği güzel ve şirin bir yer. Ancak yukarı Kaleköy görülesi bir yer. Bir Rum köyü. Sahilin hemen yanında yüksek bir tepeye kurulmuş olan bu köy muhteşem manzarasıyla güneşin batışının en güzel izlenebileceği yerlerden biri imiş. Çıktık bu tepedeki köye. Üstelik akşam karanlığı basarken. Muhteşem bir manzara bize eşlik etti. Tipik taş evleri inceleyerek, tarih kokan dar sokaklarında dolaşarak fotoğraflar çekerek saatler geçirdik.

Ve Mustafa’nın Kayfesi. Bu kahve methini duyduğumuz bir yerdi ve arayarak bulduk. Dev gibi bir çınarın gölgesine kurulmuş, tahta masaları ile eski bir taş evin avlusu burası. Bir yandan yükselerek çıkan tepedeki yaşanmış tarih kokan tipik evler izleniyor, bir yandan deniz manzarası ve doyulmayan gün batımı renkleri. Bir yanında da eski kilisesi var. Ve adanın meşhur dibek kahvesi. Ve yanında sahibi Mustafa’nın naif sevecen misafirperverliği ile.  Ne kadar oturursanız oturun mutlaka az gelecektir dinlendiren yapısı ile burası.

Ve Bademli köyü. Yeni ve eski Bademli diye ikiye ayrılmış burası da. Eski Bademli, Rum evlerinin yine tipik nostalji kokan yapısı ile göze çarpıyordu. Restorasyon sonucu butik otele dönüştürülen evlerin yanında, buralarda ev pansiyonculuğu da çok revaçta.

Yollarda bir şey daha dikkatimizi çekti. Etrafta bol miktarda kayalarda tepelerde sek sek atlayıp dolaşan başıboş keçiler vardı. “Serbest hayvancılık” adanın köklü geleneklerinden biri haline gelmiş.  Hayvanlar, çobansız ve özgür bir şekilde otluyor, değişik yabani bitkilerler ve kekikle besleniyorlar.

Ada halkından bir kaçıyla yaptığımız sohbetlerle hem bilgimizi artırdık, hem de değişik kültürlerden insanlar tanıma imkanı bulduk. Adanın tepelerinin çorak durduğunu bizi ilk bakışta hayal kırıklığına uğrattığını söylediğimde, adanın suyunun kendine yeten potansiyele sahip ender yerlerden biri olduğunu söyledi örneğin oranın yerlilerinden biri. Dünyanın sular bakımından en bol suyu olan dördüncü adası imiş Gökçeada. Ada'da dört adet baraj göleti ve bir adet de tuz gölü bulunmakta. Yazın suyun çekilmesiyle ince bir tabaka tuz oluşuyormuş bu gölde ve tuz ihtiyacını da karşılıyormuş.

Ertesi gün adanın diğer tarafındaki Aydıncık plajına gitmek istedik. 10 dakikalık bir araba yolculuğu ile eski adı ile Kefaloz plajına vardık. Tepede güneş yine cayır cayır yakarken buz gibi bir deniz, altın gibi bir kum sahili, salaş bir motel, sörf ve dalış yapan insanlar bulduk burada.

Ve daha ne keşfedilmemiş koylar da bulunmakta ama vakit darlığından Zeytinli köyüne bile gidemedik. Onu da bir daha ki sefere bırakıp bizi Eceabata götürecek feribota zor yetiştik.  

Tatilimizin birinci ayağı böylece tamamlanmış oldu aklımız Gökçeada’da kalarak, ada ile vedalaştık ve tekrar yollara düştük.

 

Şükran Demirtaş

 
Toplam blog
: 249
: 3042
Kayıt tarihi
: 19.03.11
 
 

Doğup büyüdüğüm şehirde, İstanbul'da yaşıyorum. Emekliyim. Gezmeyi, görmeyi, keşfetmeyi sevdiğim ..