Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ocak '08

 
Kategori
Siyaset
 

Türkiye seçimlerinin mukayeseli analizi ve suçlu halk mı? (6)

Türkiye seçimlerinin mukayeseli analizi ve suçlu halk mı? (6)
 

21 Şubat 2001 krizi bir tükenmeydi, bir iflastı ama tükenen, iflas eden bir devletti. Bir şekilde devam etmesi gerekiyordu. Koalisyonun liderleri ve ekonomi kurmayları toplanarak bazı kararlar aldılar. Çapalı kur sisteminden "Dalgalı" kur sistemine geçildi. Krizin sorumlusu olarak iki bürokrat istifa ettirildi; Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp ve Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel.

İleri demokrasi ülkelerinde basit bir olumsuzlukta, hatta bir kaza sonunda bile ilgili bakan veya başbakan derhal istifa ederdi. Uzakdoğuda daha da ileri giderek sorumluların intihar ettiklerini bile duyuyorduk.

Geri kalmışlığımızın, belki de en önemli sebebi ve göstergesi bizde istifa geleneği yoktur. Sorumluluğu kimse kabullenmez. Çeşitli bahanelerle ve demogojiyle suç başkalarına yüklenir. Çünkü sorumluluğu kabul ettikleri takdirde siyasi hayatları sonlanmış olacaktır. Oysa onlar siyaseti meslek olarak olarak kabul etmişler ve ölene kadar devam ettirmek niyetindedirler!

Devletin iflasına yol açan böyle büyük bir krize sebep olan hükümet istifa etmeliydi. Bırakın hükümetin istifa etmesini, ekonomiden sorumlu bakan bile istifa etmemişti. Sanki Türkiye'mizi onlar yönetmemişti!

Suçlu onlarmış gibi, iki bürokratı istifa ettirdiler ve Amerika'dan Dünya Bankası başkan yardımcısı Kemal Derviş'i ekonomiyi düzeltecek bürokrat olarak (Hazine müsteşarı) davet ettiler.

Davete icabet eden Derviş'in şartları vardır. Bürokrat değil bakan olmak ve önemli yetkiler almak istemektedir.

Çaresizlik içerisindeki hükümet Derviş'in bütün şartlarını kabul etti. Normalde krizdeki bir ülkede, tasarruf amacıyla, zaten siyasi amaçlarla 36 gibi çok fazla olan bakanlık sayısının düşürülmesi gerekirken Derviş'le beraber artık 37 bakanımız vardır!

Derviş yüklendiği önemli yetkilerle, tek başına hükümetin 4. ortağı olarak anılacaktır. Ama gerçekte o, hükümetin ta kendisiydi. Teslim olan hükümet sembolik yapıdaydı. Esas yetkiler Derviş'teydi. O kadar ki; Derviş Amerika'dan "10 günde 15 kanun çıkıcak" diye emir veriyordu, Meclis gece gündüz çalışarak bu kanunları siparişe uygun çıkarıyordu!

Dahası ve esas teslimiyetçiliğin göstergesi; hükümet boş kağıda imza atıyordu, boş kağıdın üstünü Derviş dolduruyordu!

Daha da açık anlatmak gerekirse; iflas eden işletmeye alacaklılar el koymuştu. Yıllar sonra Ecevit, Can Dündar'a verdiği bir söyleşide, Derviş için "karanlık adamdı" diyerek Derviş'in siyasi ve ekonomik misyonu olduğunu ima edecek ve bir bakıma bu durumu kabullenecekti.

Peki, Dervişin uyguladığı ekonomik program yanlış mıydı? Hayır, doğruydu. Burada bir tesbiti yapmak durumundayız; Türkiye çok stratejik bölgede bir ülke. Batı, özellikle de Amerika Türkiye'yi tümüyle kaybetmek istemiyor ama güçlenip kendi ayakları üstünde durmasını da istemiyor. Nitekim Amerika 2 yıl sonra Irak'ı işgale karar verdiğinde, Türkiye ekonomik ve siyasal bağımlı durumdaydı!

Derviş'in uyguladığı ekonomik proğram, temelde doğru olmakla beraber, yabancı şirketlerin, özellikle de yabancı sermayenin zarar görmemesi için elinden gelen özeni ve hassasiyeti gösterdiği de açıktır. Özellikle hortumlanan bankalardaki yabancı paralarının astronomik faizleri bile zarar görmesin, aynen devam etsin diye bu bankaların tasfiye yoluna gidilmemiş, TMSF'ye bağlanarak zararın daha da artmasına, yani hazinenin zarar görmesine göz yumulmuştur.

Derviş, görevi üstlenmekle İMF ile yeniden anlaşma yapılmış ve ek kredi alınmıştır. Ama İMF'nin uslup ve tutumu son derece onur kırıcıdır. Çocuk azarlar gibi: "Aklınızı başınıza alın, bu size son paradır, bir daha kapıma gelmeyin" demiştir.

İMF ile yapılan anlaşma gereği pyasalar kısmen normalleşmeye başlamış, faizler normalden yüksek olsa da kabul edilebilir seviyelere, 1 aya inmiş vadeler de kısmen uzamaya başlamıştır ama milletin hükümete olan güveni bitmiştir. Yer yer hükümete karşı protestolar, bir esnafın yazar kasayı Ecevit'e fırlatması gibi olaylar olmaktadır. Bu nedenle güvenlik tedbirleri artırılmış, artık vatandaş başbakanlık yoluna girememekte, hükümet de vatandaş huzuruna çıkamamaktadır. Tuhaf bir manzara vardır; sanki başkentimiz Ankara Türkiye'den ayrılmıştır.

Faizlerin normalden yüksek olması ve hükümete güvenilmemesi ödeme dengesini yeniden bozmaktayken Amerika da 11 Eylül 2001 saldırıları gerçekleşti. Bu olayla Türkiye daha da önemli hale geldi. "Bir daha kapıma gelmeyin" diyen İMF, bu olaydan sonra Türkiye'ye yeniden ek kredi verdi. Buradan İMF'nin ekonomi dışında siyasi amaçlarla da hareket ettiği anlaşılıyor.

Bu şekilde Türkiye yoluna devam ederken Nisan 2002'de Ecevit'in hastaneye kaldırıldığını öğrendik. Ecevit'in zaten bozuk olan sağlık durumu iyice bozulmuştur. Artık piyasalar Ecevit'i izliyordu. Başbakanlık katından aşağı inebilecek mi, sağ salim makam arabasına binebilecek mi? Piyasalar buna göre bir aşağı, bir yukarı çıkıyor, bedelini hazine ödüyordu. Bu haliyle hala başbakanlığı sürdürmeye israr ediyordu.

Oysa o, yıllar önce, 1972 yılında genel başkanı İsmet İnönü'ye: "Fiziki durumunuz müsait değildir, tarihi kişiliğinizi muhafaza ediniz" diyerek genel başkanlığı elinden almıştı!

O zamana kadar, bütün bu krizlere ve çalkantılara rağmen, olağanüstü bir uyumluluk gösteren koalisyon partileri, Ecevit'in hastalığı üzerine çıkan dedikodularla artık birbirlerine olan güvenlerini kaybetmişlerdir. Ve çaresiz 3 Kasım 2002 tarihinde yapılmak üzere erken seçim kararı almışlardır.

Bu arada Derviş hükümetten ayrılmış, Hüsamettin Özkan DSP'den ve hükümetten istifa etmiştir. Özkan'ı diğer istifalar takip etmiş, DSP ikiye bölünmüş ve İsmail Cem'in genel başkanlığında istifa edenlerle Yeni Türkiye Partisi adında yeni bir parti kurulmuştur. Derviş son anda karar değiştirerek bu partiye değil CHP'ye katılmıştır.

Erken seçim kararı alınmıştır ama hükümeti oluşturan partilerin hiçbirinin meydanlara, milletin huzuruna çıkacak yüzleri bulunmamaktadır. Ama korkunun ecele faydası yoktur!

DSP ve ANAP seçimler için doğru dürüst seçim mitingleri bile yapamamışlardır, MHP'nin mitingleri ise sönük geçmiştir.

Birinci parti olması hasebiyle hazineden en fazla yardımı alan DSP, mitingler yaparak bu paraları harcayamadığından paralar parti kasasında kalmış ve en zengin parti konumuna gelmiştir!

Devam edecek.
 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..