Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Eylül '21

 
Kategori
Güncel
 

Türkler için Karanlık Bin Yıl

Türkiye coğrafyası ve biz Türkler tam olarak bilemesek de çeşitli bölgelerde yaşıyoruz yaşamaktayız. Türkiye ve Anadolu’da kalanlar bir şekilde Müslüman olarak kalabilirken, Türkiye dışında kalan Türkler dinden dönmeye zorlanmış ve yüzyıllar süren geri çekilme ve mağlubiyetlerin bizi getirdiği sıkıştırdığı son nokta Anadolu ve Trakya’da küçücük bir kısımdır. Yüzlerce yıllık geri çekilme neticesinde ödenen savaş tazminatları, ödenen bedeller.

Osmanlı’nın öncülleri biliyorsunuz, Selçuklulardır. Selçuklu İmparatorluk daha sonrasında Anadolu Selçuklu sonrasında bir parçalanma ve parçalanmanın ortaya çıkardığı beylikler ve bu beyliklerden Allah’ın yürü ya kulum dediği Osmanlı ve Osmanlı’nın bir şekilde başarılı olduğu ancak diğerlerinin kimliklerini Osmanlı kimliğine eklemleme ve öz kimlikleri yok etme süreci vardır. Beyliklerin bu günlerde kim hangi beyliklerin devamıdır diye sorulsa buna kimsenin, Osmanlı’nın himayesinde yaşayan gayrimüslimlerin haricinde net bir cevabı olan bulunduğunu sanmıyorum.

Osmanlı coğrafyasının imparatorluk olması iyidir, lakin bıraktığı enkaza bakıldığında öyle pek de özünde bir avantaj yoktur. Türk kimliği altında bulunan, Müslüman insanlar Anadolu’da kalırken, Hıristiyanlar ise 1926 yılında gözyaşları içinde Yunanistan’a sürülmüşlerdir.  Müslüman tebaanın Türk zümresinin sanıldığı gibi bir eli yağda bir eli balda sananlar fena halde yanılır. Çünkü Osmanlı’da ticaret Yahudiler akın, akın İspanya’dan İzmir, Selanik, İstanbul, Bursa gibi şehirler gelmeden önce Rumların tekelinde bir uğraş idi ki Osmanlı’ya borç veren “GALATA BANKERLERİ”  başta Rumlar olmak üzere Yahudiler bu konuda başı çekiyordu. Zanaat ise Ermenilerin tekelindeydi. Türkler çoğu yerde ya başlarında tımar sahibi, karınlarını doyurduklarına dua eden, ırgat, çoban ve bitmeyen askerlik süreçlerinde ömürleri cephede geçen askerlerden ibaretti ki bu sürenin ne kadar olduğu ile ilgili sıradan bir Türk’ün bir hakkı olduğunu kim söyleyebilir. Nihayetinde derebeylerinin himayesinde yaşayan bir Türk, derebeyine itiraz edip savaşa gitmemezlik edemezdi, ya da süreyi belirleme hakkı yoktu. Kimliği tamamen yok edilmiş adına Türk adı verilen kişi derebeyinin ailesinden veya yakın çevresinden değilse okuma yazma öğrenmesi, kendini bilime adaması mümkün değildi. Türk genellikle asker, ırgat, çoban ve özellikle de “kara cahil” olmaya mahkûmken diğer dinlere mensup olanların Türklere göre kimliklerini korumaları çok daha kolaydı.

Türk Cumhuriyet kurulunca kendi gerçeğinin farkına varabildi mi bilinmez, Osmanlı himayesinde kendi kimliğini unutması öncelikti. Bu durumun bir devlet politikası haline gelmesinin kökeni 1402 yılı Ankara Savaşına dayanır. Nedeni de basittir. Türk boylarının savaş esnasında Timur’un tarafına geçmesi sonrasında Osmanlı hanedanı ki soyun anneden devam ettiği kabul edilirse Osman Bey’den sonrası yavaş yavaş başka bir ırkların karışımı olan soya Türk demek kan bağı açısından pek mümkün olmasa gerek ki kimlik açısından bakıldığında Osmanlı’nın da Türkler için yanıp tutuşmaktan ziyade 1402’nin kâbusu ile peyderpey tüm Türk Beyliklerinin zaman içinde kafalarının ezilmesi ve zaman içinde saray ve çevresine yaklaştırılması öncelikle yasak olan bir halk olmasının nedeni en nihayetinde kendisi gibi hatta kendisinden daha saf bir soy olan Oğuz Boyu olmaları ve kendi devletlerini kurma iddialarından kaynaklanmaktadır. Beyliklerin zaman içinde yok edilişi, yok edilmeye karşı gelenlerin isyan edişleri, İran hatta Timur’la ittifak eden boylar zaman zaman dinin etkisi ile Alevi Türkmenler, Sünni Türkmenler arasında ötekileşmelerin temelinde tepelerde devam eden hâkimiyet mücadelesi vardır. Özünde elindeki malında gözü olan, tek gayesi diğeri üzerinde hâkimiyet kurarak diğerini yok etme felsefesinin özüne din sıkıştırılsa da cennet yolcularının, neden başkasının yüklerini yüklenerek kıldan ince kılıçtan sırat köprüsünü neden bu tür bir işkence ile geçmeye çalıştığını açıklayamaz. Şimdi de öyle değil mi? Elde Kuran, İncil baksan cennet yolcusu, söz konusu yolculukta neden bu kadar ağırlık, kul hakkı gibi ağır vebal taşıdığı son derece tezat bir duruma işaret değilse nedir?

20.yüzyıl İmparatorlukları İngiltere haricinde sona erdirdi. Avrupa’daki diğer akraba krallıklar sembolik olarak kalsalar da bugüne kadar varlıklarını devam ettiriyorlar. İsveç, Avusturya, Norveç, Danimarka gibi ülkelerde devam eden sembolik krallıklar ve soyluluk asalet devam etse de özünde ortak akıl, ortak bir karar mekanizmasının çevresinde 15. Yüzyıldan sonra kimliksizleştirme süreci mevzu Türk ve Osmanlı olunca, Osmanlı’da bu durum sadece bir millet için tersine işlemiştir. Türkler…

 

**

*

Cumhuriyet kuruldu kurulmasına ama Arapça bilmek o zamanlar nasıl âlim olmak idiyse şimdilerde İngilizce bilmek de modern olmanın şartlarından bir haline geldi. Özünde yüzyıllardır bilimden sanattan, zanaattan uzak kalmış bir millet varsa ve bu milletin adı bu coğrafyada Türk ve şimdilerde birbirinden ayrılan, ayrılmaya çalışılan özünde harflerinin hepsinin aynı olduğu Kürt’ten başka birisi değildir.

Rönesans Avrupa’ya geldiğinde bu Rönesans’ın etkisinden en fazla yararlananlar gayrimüslimler ise bundan en az yararlanan hatta haberdar olmayan olamayan Müslüman zümre, onların da içinde en sahipsiz olanları Türkler olmuştur.

Esasında 1815 yılından itibaren akın, akın Anadolu’ya gelen misyonerler öncelikle kendi dindaşlarını kendi mezheplerinin, Amerika ve İngiltere’nin idealleri doğrultusunda yetiştirmişler, daha öncesinde aralarında en ufak bir kavga olmayan, kimsenin, kimsenin inancına karışmadığı bu coğrafyada Ermeni zümre, Evanjelist misyonerlerin etkisinde kalmışlardır. Bazı şehirlerde o kadar okullaşma oranı artmıştır ki Osmanlı’nın hiçbir medresesinin olmadığı yerlerde onlarca okul, yetimhane, sağlık birimleri açmışlar ve okullar bir zaman sonra o kadar yaygınlaşmıştır ki devletin üst kademesinin, bürokratlarının çocuklarını öncelikle göndermek istedikleri okullar söz konusu misyoner okulları olmuştur.  Eğitim ve sağlık her zaman her milletin yumuşak karnı olmuştur. Acılar içinde kıvranan birine şifa veren bir doktor, bildiği her şeyi ona eksik ya da yanlış öğreten öğretmen bir bireyin hayatında o kadar etkilidir ki insanı ve insan beyninin nasıl dolduğunu bilen herkesin bilebileceği gibi fikri temelini aldığı rol modellerinin Amerika’dan sadece ve sadece sözde din yaymak gayesiyle gelen bu hayırsever insanların aynı zamanda Amerika’da kalan son yerlileri yok etmek, bugünlerde ortaya çıkan Kanada’da yerlilerin çocuklarını kitlesel olarak yok edip isimsiz toplu mezarlara gömmekle meşguldü!

Fikri anlamda ciddi bir aydınlanma yaşamayan biz Türkler 1815’lerde temeli atılan temelsiz modernite, temelli misyoner okullarının ortaya çıkardığı bir kültürün ortaya çıkardığı kargaşadan ibaretiz. Öte yandan yanlış anlaşılan veya anlaşılması istenmeyen din, bu milleti refaha ulaştırma, ruhsal anlamda rahatlama, dini doğru anlamadan ziyade doğru anlayamama ve bundan ötürü işin inançtan ziyade ticaretini yapanlarca sürekli bir kazanç kapısı haline getirilmelerinin temelinde neticede aydınlanmadan ziyade karmaşa ortamı hüküm sürebilmelidir ki bu kazanç kapıları devam edegelsin. Bu durum hala sona ermiş değildir. İnsanlar 21.yüzyılda dünyanın sırlarını öğrenirken, din konusu tüm dünya için üzerinde ittifak edilemeyecek tek ve en önemli konu olmaya burada yani ülkemizde, bölgemizde ve tüm dünyada olanca hızıyla devam etmekte, dine olan bağlılık ise tüm dünyada günden güne daha da zayıflamaktadır. Esasında dini kurumları elinde bulunduranların ittifak ettikleri merkezler her zaman güç merkezleri olmuştur. Peygamberlerini bu uğurda asan, taşlayan, onlara işkence yapanların temel gayesi menfaatlerinin, ellerinde var olan gücün paylaşılmaması, paylaşılmak istenmemesi olmuştur. Esasında bir aydın gibi, dindar bir adam da elinde silahı olmayan bir adam, insandır. Silahı sözüdür, bilgisidir. Kendisini koruyabilmesi, hayatta kalabilmesinin şartı güç merkezlerinin yanında kalabilmek ile mümkündür. Karşıda bulunan peygamber dahi olsa güç merkezlerinin onlar hakkında ne tür iftiralar attıkları ve onlara ne tür işkenceler çektirdikleri bu konuda merak edenlerin malumudur.

Hıristiyanlıkla İslam karşılaştırmasında Hıristiyanlık uzunca bir müddet bir güç merkezi hatta bir devlet, devletlerin krallarını tanıyan ya da tanımayan bir güç merkezi olabilirken Müslümanlıkta böyle bir şey yoktur. Gücü eline geçiren dini de bir şekilde tekeline almıştır. En nihayetinde her savaş kanlı olmuş, savaşların sonunda toplu kıyımlar gerçekleşmiş ve bu savaşlarla ilgili kardeş kardeşi öldürürken buna fetva vermeye zorlanmış, kabul etmeyenler ise dışlanmışlardır. Bu haliyle Hıristiyanlık uzunca bir müddet karanlık çağ dahi olsa gücün merkezi olabilirken, İslam Peygamberimiz ve halifeler sonrasında ne yazık ki gücün kontrolünde ve güce hizmet eder role bürünmüştür. Sıradan insanın daha büyük bir aile, hanedanla arasında arabulucu olma ya da zayıfın yanında yer alabilme hakkı, Hak için söyleyebilme hakkını uzun zaman önce elinden alınmış bir İslam bin yıldan beri, parçalı bir şekilde güce hizmet eder hale dönüşmüştür. Bu haliyle gerçekten ziyade, gücün haklılığına bahane üretmekle görevli mekanizmalara dönüştürülmüştür. Karşı çıkmak, genellikle bedel ödemekle eşdeğerdir. Bedel ödemek demek “İmam Azam Ebu Hanife’nin” başına gelenler bilindiğinde daha kolay anlaşılabilir. Bu korku hali kendi kendine yetecek kaynak üretme özgürlüğünün elinden alınması ile açıklanabilir ki kendi kendine yetemeyen, kendi geçimi için başkasının yardımına muhtaç olanlar, gerçekte zanaatız olanlar hayatta kalabilmek için güçten yana taraf olmak zorundadırlar. En azından hayatta kalanlar için durum özünde bu kadar net ve basittir.

Neticede sorgulama olmadan aydınlanma olmaz. Güç merkezlerinin bu denli tehdidi altında olan coğrafyada kimliği sistematik olarak kaybedilmiş, sürekli çatışma savaş ile sürekli cepheden cepheye giden ve eğitimsiz kalan bir ulusa başkasının verdiği eğitim ile verilebilecek elbette tam ve doğru bir aydınlanma süreci olması beklenmesi boşunadır. Çünkü nihayetinde özünde din, özünde dinden döndürme gibi gayeler olsa da en temel sebep, sürekli sömürü halinin gönüllü olarak devam etmesi, sürekli müşteri haline dönüştürülme süreci ve akarların yapılan kanal vasıtasıyla bir yerde toplanma sürecidir ki bu çoğu zaman eğitim veya eğitim sistemi olarak adlandırılan bir süreç olup bu duruma Amerika’da halk itiraz ettiğinde kendi ülkelerinde bile karşılarında ordu birliklerini bulmaları kendi içinde dahi şaşırtıcı derecede çelişki barındırır.

 

Bir ulusun aydınlanma sürecine katkı sağlayacak şey asırlar süren bir iz sürme çalışmasıdır. Bu türlerin, devamlılığı açısından gerekli, birbirini tamamlayan adımlar dizisidir. Avrupa bunun için bedeller ödedi. Öyle ya da böyle ekonomik olarak güçlenen hatta devletlere borç verme, savaş masraflarını karşılayabilme gücündeki kilise bu açıdan bakıldığında ekonomik gücünün verdiği cesaretle boyunduruk altına alınma sürecini hem geciktirdi hem de toplumlar üzerinde baskı kurma aracı olmayı sürdürdü. Bugün bile Avrupa’da kilise o kadar güçlüdür ki, ilkokul düzeyindeki okullar birçok ülkede kiliselerin denetimindedir. Bu laik Avrupa’da nasıl olur demeyin, gidin görün ve yerinde inceleyin.

İslam’da ruhban sınıfı esasında olmadığı için en azından başta bu iş para ile emir altında yapılmadığından başlangıçta çok daha devrimci yenilikçi, doğru kararlar, verebilirken, İslam emirlerinin zaman zaman istilaya uğradığını en nihayetinde emirlerin, halifelerin de insan olduğu gerçeğini unutmamak gerekir ki Moğol istilası ile nasıl rezil duruma düştüğü aşikâr olan bir düzen her zaman güçlü bir ordu ve güçlü bir hükümdar desteğine ihtiyaç duymuştur. Hristiyanlıkla karşılaştırıldığında din adamlarının içinden felsefeciler, fizikçiler, biyologlar, botanikçiler yetiştiren kiliseye karşılık, İslam dünyasında hem ruhban hem de pozitif bilimlerle uğraşan din adamlarına pek rastlanılması mümkün değildir ki bu da kişilerin ekonomik güçleriyle açıklanabilir. Türk Dünyası ise savaşçı bir millet olmasının yanı sıra yazılı tarihinin pek olmaması ya da izlerin bilinçli olarak silinmesi,  kurgusal Orta Asya’dan yola çıkan aşiretler grubu olduğuna dair inançlar zaman zaman İtalya, Sümer, Meksika dilleriyle ortaklıkları açısından pek çok bilinmeyen ya da bilinmemesi için zorlanan bir dizi ve profesyonel çalışma neticesinde bilinçli karartma hareketinin neticesinde olabilecek çalışmalar günümüzde daha kolay günışığına çıkarılabilir ancak gerek eski Yunan, antik Roma’dan Türk izleri aslında tarihimizle ilgili de söylenen, öğretilen şeylerle ilgili birçok konunun sadece birilerinin tekelinde olan bilimle açıklanamayacağını gösterir. Herkesin gözünün önünde cereyan eden, gözüne sokulan bir durum dahi bize bir şeyler anlatmakta ama durumu bilenler bize tam tersini söylemektedirler. O şey nedir? O şey elbette şudur: Bir Orta Asya’dan yola çıkan bir halk adı Türk, diğeri ise Anadolu’da başka bir halk, birbirine tamamen yabancı ve onlar ise Kürt. Farklı bölgelerin farklı sesleri kullanması olağandır ancak nasıl olmuşsa aynı harfler kullanılarak birbirini tamamlaması gereken iki aşiret geleneği olan halk nasıl olmuşsa birbirine rakip hale gelmiş ya da getirilmesi için gerek istihbarat gerekse devletler nezdinde yazılan tarih ile rekabet hatta düşmanlık pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu nasıl olabilir? Aynı harfler yer değiştirilerek iki ayrı millet nasıl yaratılabilir. Hele de bunların kökenleri birbiriyle tamamen farklı coğrafyalarda ise isimleri nasıl aynı harflerle yazılabilir diye düşünülmemiştir. Türkler hayvan yetiştirir, yazın yazlak, kışın da kışlağa giderler. Kürtler de aynısını yapar. Her iki millette de aşiret geleneği vardır. Her şey tamam eğer birbirinden bu kadar farklı iseler nasıl biri Türk, diğeri neredeyse diğerinin tersten okunuşu Kürt olabilir?

Osmanlı’da İran ve Osmanlı arasında sıkışan iki millet vardır. Bu milletlerin ilk ikisi elbette Kürtler ve Türklerdir. Zaman zaman İran’a yanaşan, zaman zaman ise Osmanlı’dan taraf olan bu milletler, elbette çeşitli boylara mensuptular ve Güneydoğu Anadolu’da devlet kuran Akkoyunlular, Karakoyunlular, Dilmaçoğulları ve daha birçok boyun içinde, hâkimiyet bölgesinde yaşamaktaydılar. Bu kadar ortak yönü olan insanların ki bu beylikler ve devletler Türk beylikleri ve devletleri olarak geçiyorsa halkının başka milletten oluşup sadece ordusunun başka milletten oluştuğu gibi saçma bir görüş de olamayacağına göre bu bölgelerde Osmanlı öncesinde ve savaşlar sırasında birlikte yaşıyorlardı ve hatta belki de aynı kişiydiler. Her iki milletin de pek kalem ehli olmaması, hele de söz konusu bölgede uzun yıllar misyoner tarihçi, arkeologların bölgede cirit attığı birçoğunun da çeşitli kılıklar altında Türk hatta Kürt gibi davrandıklarını bu konuda özel olarak yetiştirildiklerini düşünmek, Osmanlı’ya Arap yarımadasında en önemli darbeleri vuran ve kimlikleri açıklanan ajanlar düşünülerek bir yorum yapılabilir. Ya bu konuda adları açıklanmayan özel olarak desteklenen ve korunan ajanlar, ajanların ardılları halen bölgedeyse ve söz konusu temel özel olarak attılarsa. Bir devletin karşı bir devlete karşı yaptığı tüm faaliyetleri açıklamasını beklemek pek bir saflık olacağından içerideki hastalıklara neden olan olay ya da durumların kargaşanın kökenlerini kimin suyu hangi kanala akıttığına bakılarak bir yorum yapılma zamanı gelmiş de geç kalınmıştır. Bu da son derece kolaydır.  Yalanın şeytani bir buluş olduğu dünyada söz anlamsızdır. Bu bölgedeki insanların ekmeğini büyütme amacıyla, hedefiyle yanıp tutuşanlar ve dillerinde en kutsallar olduğu halde iç karışıklığa neden olup aynıların birbiri ile düşmanlığını sürekli artırma hedefinde olanlar en nihayetinde bölgesel zenginlikleri bölge insanının refahı için değil de efendilerinin refahı için kullanmak üzere eylem yapanlar. Kardeşliği öğütlüyorum derken düşmanlığı kaşıyanlar, dindarlığı savunuyorum derken aklı terk edenler sürekli geri kalma yolunda ilerleyenler… Unutulmasın ki bu ülkede emek sahibi insanlar, iş gücü, alın teriyle rızkını kazanan insanlara yıllarca “acıların çocuğu” şarkıları söyletilerek onlarda olmaması gereken öteleme, ötekileştirme bizzat yine emekçilerin farkında olmadan kendi rızalarıyla kendi insanları tarafından yapıldı, yaptırıldı ve devam ediyor. Bense şu anda şunu demelerini tavsiye ve tercih ederim: Alın terimle rızkımı kazanan ben, biz neden acıların çocuğu olalım, olasınız. Her alın teri ile rızkını kazananın yaptığı gibi kendiyle gurur duyması gerekenler bu ülkede kendinden utandırılıyor, utandırıldı. Daha ne olsun?

Sözün anlamsızlaştığı, zehrin ilaç, ilacın zehir olduğu coğrafyamızda her şey olması gerektiği gibi olsaydı bu bölge hala dünyaya nizam veriyor olurdu, emir alıyor değil! Lidyalıların memleketi, borçlu ve fakir hem de geri kalmış. Bu nasıl olabilir diye sormak gerek.

 

 

 
Toplam blog
: 2271
: 163
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Bugünün doğrusu yarının eğrisi, dost görünenler düşman ve herşey aslında zıddı olabilir. Büyük ih..