Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Kasım '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Uzungöl'den Salaçur'a

Uzungöl'den Salaçur'a
 

Ovit yaylası


Geçtiğimiz Ağustos ayında bir arkadaşımla birlikte Doğu Karadeniz yaylalarına düzenlenen bir haftalık yürüyüş (trekking) gezilerinden birine katıldık. Siz de Doğu Karadeniz’i sevenlerdenseniz, anlatacaklarım ilginizi çekebilir. Anlatıda, özellikle coğrafi terimler ve yer isimleri söz konusu olduğunda, küçük hatalar olabileceğini söylemek zorundayım; çünkü aradan aylar geçti ve benim belleğimdeki anılar da notlarımdaki satırlar gibi yıprandı. Son olarak, bu anlatıda geçen bütün kişi ve olaylar gerçektir.

- 1.gün -

Turun ilk günü, açılışı bir Karadeniz tur klasiği olan Trabzon’daki Uzungöl yaylası ya da beldesi ile yapıyoruz. Dağların arasındaki bir çanakta, Haldizen deresinin önünün, bir vakitler, muhtemelen bir heyelan sonucu tıkanması ile oluşmuş Uzungöl. Hani şu ucunda şirin camisiyle, yeşillikler içinde, manzarası pek ünlü olan yer. Yine oralı olan İnan Kardeşler’in, turistik işletme anlamında büyük bölümünü “kapattığı” beldede, Haldizen vadisi boyunca cami yönüne doğru yürürseniz, Arpaözü (İpsil) köyüne, tersi istikamette yukarı doğru giderseniz, uzun bir tırmanıştan sonra Demirkapı köyü’ne ulaşırsınız. Uzungöldeki, eğer ki turizm sezonunda gittiyseniz, Arap turist bolluğu sizi şaşırtmasın bu arada. Bu insanlar çöllerden gelip de, burada her tondaki yeşili, tepelerden inen derecikleri gördükçe, kendilerinden geçiyor olmalılar. Kanaatimce yöre halkı onlardan pek hoşlanmasa da, getirdikleri döviz sebebiyle durumu kabullenmiş gibi görünüyor.

Bu arada İnan Kardeşler Tesisleri’ndeki tereyağda kızarmış alabalık ve akşamları düzenlenen horon ve canlı müzik gösterilerinin eğlenceli, hizmet kalitesinin genel olarak başarılı olduğuna değinmek isterim. Son olarak, buradaki “farklı” hava koşullarına karşı her zaman hazırlıklı olmak gerekiyor, çünkü ağustos’un başında bile Uzungöl çok soğuk ve mütemadiyen yağışlı. Günün sürprizi: Civardaki bir mezarlıkta gördüğümüz, kitabelerinde yazı yerine çiçek motifleri bulunan mezarlar. Kimbilir ne anlama geliyor?

- 2.gün –

İkinci gün, minibüsümüzle Uzungöl’den yola çıkıyoruz; İkizdere - Kalkandere - Erzurum yol ayrımından Erzurum’a dönüyoruz. Daha sonra Güneyce çayı boyunca ilerleyerek Ovit dağı’nı çıkmaya başlıyoruz. Burada yükseklik sebebiyle orman örtüsü yerini otlaklara bırakıyor. Yol çalışması sebebiyle yüksekte bir yerde bekleyen araç konvoyuna takılıp duruyoruz; bu esnada sağımızda solumuzda bizim gibi yolun açılmasını bekleyenleri ve başıboş inekleri selamlıyoruz. Sonunda yol açılıyor, biraz ilerleyince tam Ovit geçidi – İspir arasında, sisten bir duvarın, Rize ile Erzurum il sınırları arasında kımıltısızca dikildiğini görüyoruz. Yoğun sis, Rize tarafında kalıp Erzurum topraklarına bir türlü geçemiyor; öyle ki, yolda umarsızca otlamakta olan ineklerin vücutlarının yarısı beyaz bir bulutun içinde, diğer yarısı parlak yaz güneşi altında adeta ikiye bölünüyor. Bölgeler arasındaki iklim farklılıklarını bir bakışta özetleyen şaşılası bir manzara.

Artık eyleme geçme zamanı.. Şapkalarımız ya da bandanalarımız başımızda, yüzümüzde kalın bir güneş kremi tabakası, gözümüzde güneş gözlükleri, sırtımızda sadece yürüyüşte gerekebilecek malzemeyi ve kumanyayı içeren küçük sırt çantalarımız (diğer eşyalar minibüste bırakılıyor), kimimizin ellerinde batonlar; dik bir yamaçtan aşağıya inmeye başlıyoruz. Kurak toprak, şiddetli yaz güneşi altında tozlu ve taşlı. Yamaçtan inince çayırlık bir alana varıyoruz ve güzel, parlak mavi bir gölün kenarında ilk yemek molamızı veriyoruz. Bu Ovit Gölü olmalı. Artık manzara yeşil, toprak otlar ve çiçeklerle kaplı, yürüyüşümüz yer yer göl kenarlarından, kimi zaman aşılması nisbeten zor, bol taşlı yataklarıyla küçük dereciklerden, çamurlu batak alanlardan geçiyor. Bu şekilde giderken Mor Yayla’dan geçiyoruz; sonra dik bir aşıtı (dik geçit, tepe demek oluyor sanırım) – ki rehberimiz Serhan Abi, tırmanırken döktüğümüz tere bakarak ona “Haşırt Aşıtı” demeyi uygun buluyor - tırmanıyoruz. Bu arada Cimil yaylasından da geçiyoruz (bkz. Cimilli İbo ve ünlü “Nereye gideyisun sen yamaali yamaali” türküsü). Küçük bir buzulu tırmanıp geçtikten sonra bulunduğumuz dağın kenarından aşağıya bakınca, Yedigöller çanağını ve oradaki yuvarlak biçimli, parlak mavi renkli (buzul?) göllerini görüyoruz. Manzara çok fantastik. Diğer rehberimiz Ali Abi, performansımızı beğenmiş olmalı ki, “hadi” diyor, “size bir ekstra yapayım, artık dönmemiz gerekiyordu ama yukarı doğru yürümeye devam”. Küçük bir buzul daha tırmanıyoruz; bu zavallının da bir önceki gibi içi oyulmuş, sadece kabuğu kalmış. Buzdan kabuğun kenarlarından şıpır şıpır sular damlıyor ve buzulun hemen önünde, sadece sesini duyabildiğimiz, üstü bir kar ve buz tabakasıyla örtülü bir derecik, üzerindeki giderek eriyen kar örtüsünün altında, gürül gürül akıyor. Bu nedenle bu buzula tırmanırken de, tıpkı ötekinde olduğu gibi, ona zarar vermeden, özenlice ve sevgi dolu yürüyoruz. Şimdi bulunduğumuz yerden aşağı, dağın dibine bakınca ise, işte karşımızda İkiz göller. Birbirlerine ince bir kanalla bağlı bu iki yuvarlak formlu, grimtrak renkli göl, yüzlerce metre aşağıdan bize göz kırpıyor gibiler. Ali Abi, yanılmıyorsam daha henüz geçen sene tur kapsamına alınan İkizgöller’in veya Mor Yayla’dan geçilerek gidilen Yedigöller’in (hangisi olduğunu hatırlayamıyorum şimdi) etkileyici keşif hikayesini anlatıyor bize: Dediğine göre, civardaki köylüler bu göllerin hatırasına atalarından dolayı az çok vakıflarmış, ama geçen onlarca yıl buralara nasıl gidileceği bilgisini hafızalardan silmiş. Ali Abi de bunun üzerine çoğu zaman yaptığı gibi yeni bir keşif gezisine çıkmış kendince; yani vurmuş kendini dağ yollarına. Yürürken, Mor yayla civarlarında tek başına dolaşan garip bir çobana rastlamış ve hararetle sigara aranmakta olan bu adamcağıza yanındaki sigaralardan bir tane ikram etmiş. Ardından da adamcağıza gitmek istediği yeri sormuş. Bunun üzerine çobanın ağzından “Hala.. Madur..” kelimeleri yuvarlanıvermiş, ; sadece iki kelime, çünkü kendisi doğru dürüst konuşamıyormuş sanırım. Ama Ali Abi için bu kadarcık “ipucu” bile yeterli olmuş; çünkü o, bunların o yöredeki bazı köy isimleri olduğunu hemen anlayıvermiş. Ve bu köylerden geçen güzergahı takip ederek, akşamları bulduğu ilk yerde konaklayarak, en sonunda varmak istediği yere ulaşmış. Sizce de etkileyici bir öykü değil mi? Hele de günümüzde geçtiği düşünülürse.

Manzarayı iyice sindirdikten sonra, buzullara giderken geçtiğimiz yolu gerisin geri dönüyoruz ve uzun bir yürüyüşten sonra, bir derenin tam ortadan böldüğü kayalık bir tepeden aşağı iniyoruz. Burada iniş oldukça güç oluyor, deyim yerindeyse, ekip en çok burada zayiat veriyor.. Öyle ki rehberlerimiz, dik bir kaya duvarından aşağı indirebilmek için, bizi neredeyse sırtlarında taşımayı bile düşünüyorlar bir ara. Ama en sonunda bu engeli de aşarak, aynı dere boyunca, fakat bu sefer hafif meyilli yoldan aşağı inmeye devam ediyoruz. Aşağı indikçe dere genişliyor, büyüyor ve meyil bitip de düzlüğe ulaştığımızda dere yatağı en geniş haline ulaşıyor. Minibüsümüzü beklerken bu derenin buz gibi suyunda elimizi yüzümü yıkayıp tozumuz toprağımızdan arınıyoruz, ardından Gökhan Birben (bkz. Rizeli halk müziği sanatçısı, radyocu) türküleri söyleyerek, tuhaf, bodur dağ bitkileriyle bezenmiş geniş düzlükte etrafı seyretmeye koyuluyoruz. Güneş batmaya başlamış, tabiat çıplak ve ıssız, kahverengi toprağı yara yara akan gri – beyaz nehir, uzaklardaki sürülerin kokusu, kararan akşam göğü ve içimdeki coşkun özgürlük duygusu; herşey o kadar güzel ki..

Daha sonra, genç ve sempatik bir Çamlıhemşinli (bkz. Rize’nin ilçesi) olan laz şöförümüz Osman’ın büyük bir beceri örneği sergileyerek neredeyse hemen yanı başımıza kadar çıkardığı minibüsümüze atlayıp, nehir yatağının yanı sıra, yani Salaçur deresi (?) vadisi boyunca aşağı inmeye başlıyoruz. Böylelikle Dikenli Yayla’dan geçip, Salaçur Köyü’ne ulaşıyoruz. Burası azgın nehrimizin hemen kıyısındaki tepelerin üzerine kurulmuş, yüksek dağlarla çevrili, tipik bir Karadeniz köyüne göre nisbeten daha derli toplu görünen, sac damlı taş ve tahta evlerden oluşmuş, ağaçlıklı, çok güzel bir köy. Anlatılanlara bakılırsa, köy aslında Erzurum il sınırları içinde kalmakla beraber, köylülerin giyimleri Erzurumlulara (kadınları başlarına sardıkları beyaz tülbentlerini ağızlarının hemen yanında bir yere sıkıştırıyorlar), konuşmaları ve gelenekleri ise Karadenizlilere benzemektedir. Daha fazla gözlem yapamıyoruz, çünkü alacakaranlık çöküyor, köyün ilkokulunun bahçesine çadırlarımızı kurup, yemek yemek üzere kamp ateşi etrafında toplanıyoruz. Hemen yanı başımızda, yol boyunca bize eşlik eden ırmak, artık en azgın haliyle, korkutucu bir şekilde gürlüyor; fenerimizi tuttuğumuz her yere anında bin bir türlü gece böceği doluşuyor; üzerimizde cirit atan karıncalar giysilerimizin altına kayabilmek için fırsat kolluyorlar. Gece göğü berrak ve ılık. Sırtımızda şiltelerin sertliği, kulaklarımızda ırmağın uğultusu uyumaya çalışarak bu günü sonlanıyoruz. Bu arada Serhan ve Ali ağabeyler ile Osman, kamp ateşi başında sabaha kadar sürecek olan nöbeti kimin hangi saatlerde devralacağını konuşuyorlar.

Onların sesleri de bir süre sonra ırmağın uğultusu altında anlamsız mırıltılara dönüşerek kayboluyor. Irmağın sesi diğer bütün sesleri boğuyor.

 
Toplam blog
: 9
: 1698
Kayıt tarihi
: 11.11.08
 
 

1976 yılında Ankara’da doğdum. Elektronik Mühendisiyim. Halen bilişim teknolojileri alanında hizmet ..