27 Temmuz '14
- Kategori
- Deneme
Yalnızlıktan 'gebermek' üzere olan bir adamın 'intiharı'

“Yalnızlıktan gebermek üzereyim” dedi içinden. Çok yalnızdı. Gün boyu çalan telefonlarını açmayacak kadar yalnızdı. Kızılay’a inip yalnız başına on bir bira içecek kadar.
On üç dakika kırk iki saniyedir okuduğu kitaptan hiçbir şey anlamıyordu. Son sekiz sayfayı, kafasında başka düşüncelerle okumuştu. Bunu fark ettiğinde bölümün başına dönüp, bir daha baştan okumayı denedi. ‘Dolaylı Bir Aydınlanmacı: Kant’tı okuduğu ama zihni insan neden sanat yapara yoğunlaşmak derdindeydi. Gözlerinin okuduğu ile zihninde dolaşan arasında bir türlü ilgileşim kuramayacağını anladığında kitabı kapattı.
Gündüz yalnız uyanıyordu, yemeğini yalnız yapıyor, yalnız yiyordu. Yalnız başına kitap okuyor, yalnız radyo dinliyordu. Yılın en sıcak ayıydı ve soğuk birasını yudumlarken terler içinde bir akşamüstü balkonda yine yalnızdı.
Kitabı tekrar açtı, kaldığı yerden ilk cümleyi okudu: “Bir aptalın kumaşı, onun iyi olabilmesi içim yeterli değildir; insanoğlu, bilgiler tutkulardan daha az olduğu zaman günah işler. (La Rochefoucauld)”. Bir süre cümleyle bakıştılar, kitabı masanın en uç noktasına itti. Bir an Afşar Timuçin'e ayıp ettiğini düşündü ve usulca yanına çekti tekrar kitabı.
Yazması gerektiğini düşünüyordu, başarabileceğini pek sanmasa da. Yazmak için davrandığında klavyenin tuşuna, Ayvazosvky’nin tablosuyla karşılaştı. Kara bulutlar arasında kendini belli belirsiz gösteren hafif aydınlık içinde karanlık bir gökyüzü… Alabora olmaya ramak kalmış bir gemi; on yedinci yüzyıldan bilgisayarın ekranına yapışmış bir yelkenli… Köpürmüş deniz dalgaları her an masaya dökülecek gibi…
Yazmak istiyordu yalnız adam; ama başlayamıyordu bir türlü. Bir şeyler eksikti, yazamıyordu işte. Zihni melekeleri alınmış Mankurt gibi kalmıştı yine klavyenin başında. Galiba müzik eksikti; ruhunu klavyeye kusacak bir yol için. En sevdiğinden açtı bir tane. Müzik iyi geldi, belki de değil ama başlık hazırdı işte: “Yalnızlıktan Gebermek Üzere Olan Adam”.
Sonrası, sonrası yine gelmedi. Ne yazması gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Aklına her şey geliyordu da, yazıya dair bir şey gelmiyordu. Zihni iyiden bulanmıştı. En son kendine geldiğinde, ilk çocukluk yıllarından dimağına takılmış, kentin sokaklarında raks ettirilen boz ayıları düşünüyordu.
Olmuyordu, yazamayacağını anladı, geriye yaslandı. Müziğin sesini açtı biraz daha. Rahmaninov çalıyordu. Dinledikçe insanı rüzgârın esintisine bırakan bir şuhuyla. Göğsüne kadar inen sakallarıyla oynarken genç adam, bir yandan da Rahmaninov ve Laozi’yi düşünüyordu. Felsefede Laozi neyse, klasik müzikte de Rahmaninov oydu onun için.
Masadaki birasından son yudumu da aldı. Sıcak, asitsiz, yarısı köpük bir yudum. Sonrasında içtiğine pişman ettiren son yudumlardan. Çıldırmış gibiydi; aklına sürekli alakasız bir sürü şey geliyordu. Dün gece okuduğu romanın ilk cümlesi de bunlardan biriydi: “İntihar etmeyeceksek içelim bari”. Düşünmeye başladı; ”ulan cümle, intihar etmeyeceksek içelim bari yerine; içmeyeceksek intihar edelim bari olsaydı daha mı iyi olurdu acaba?” diye.
Kalktı, mutfağa indi. Buzdolabındaki son birayı da aldı. Çaresiz içilecekti. Yukarı çıkarken ne kadar yalnız olduğunun farkındaydı. Biraları bile onu yalnız bırakmıştı, yoksa o mu biraları tüketmişti. Diğer yalnızlığı da bu yüzden miydi, dostlarını da kendi mi tüketmişti acaba? Düşünceler, düşünceler…
Bira yarılanmış, açık pencerenin tülü rüzgârla oynaşıyor. Gecenin tam üçünde Fikret Kızılok çalmaya ayarlanmış ileri teknoloji cihazdan, müzik sesi yükselmeye başlamıştı. Saatler boyunca başlığın altına tek bir cümle yazabilmişti: “Yalnızlık Allaha mahsus diyorlar; ya Allah yalnız değil ya da hepimiz Allahız”. Başlık ve bu cümle; tüm yazı bundan ibaretti. İçindeki şarkı bitmişti ve odadaki şarkı “bir gül biter içimde” diyordu. Vakit gecenin üçüydü, intihar etmek için iyi bir saatti. Son yudumunu aldı biradan. “İçmeyeceksek intihar edelim bari” dedi. Yerinden kalktı, açık olan pencereye doğru yürüdü. Kalbi daha bir hızlı atıyordu. Kulakları dışarıdaki hiçbir sesi duymamaya başladı, tek duyduğu içinden gelen sesti. Bir uğultu ve kalp atışlarının dışında ses duyamıyordu. Neden bilinmez, gözündeki gözlüğü çıkardı, belki geride kalanlara bir miras. Hiç soylu bir ölüm olmayacaktı bu; ama tabanca için artık çok geçti. Cep telefonunu çıkardı, Serengeti diye birine mesaj yazdı: “İntihar edersen bana haber et demiştin. Haberin olsun. Ciao!”. Telefonu halıya, kendini boşluğa bıraktı. Müzik çoktan bitmişti. Telefona bir ileti düştü; “mesajınız iletildi”.
Serhat Halis