- Kategori
- Öykü
Yanlış Adrese Mektup-4
Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu mu fark ettiniz? Önce kendinize bir bakın; sonra da etrafa.
Çetin Bey Merhaba.
Buraya geleli üç haftadan daha fazla bir zaman oldu. Teyzemin yazlığındayım. Kafamdakilere dağıtmak istiyordum, teyzemden de davet gelince hemen kabul ettim. Çok da iyi yapmışım.
Deniz yazlığa 300-400 metre mesafede, arka tarafında da orman var. Tenha sayılabilecek bir yer. 30-40 tane yazlık ya var ya yok. Sabah denize giriyorum, öğlenden sonra da ormanda yürüyüş yapıyorum. Kalan zamanımda ise ya okuyorum ya da bir şeyler yazıyorum.
Mektuplarınızı yanımda getirdim. Kaç kere okuduğumu söylesem inanmazsınız. O nedenle bu konuyu geçiyorum. Doğa hakkında söylediklerinizden etkilendim; etkilenmekle de kalmadım ders çıkardım. Ormandaki yürüyüşlerim beni kendime getirdi. Sizin gibi ağaçlarla konuşmaya çalıştım. Henüz tam bir diyalog kuramadım. Burada asıl sorun karşı tarafın bana güven duymamasından kaynaklanıyor olabilir. Bunu da aşacağım ve kendimi ağaçlara sevdireceğim.
Geçenlerde ormanda yürürken bir yandan derin derin nefes alıyordum, bir yandan etrafı seyrediyordum, bir yandan da gördüğüm güzel çiçekleri okşuyordum. Bir ara adını bilmediğim cılız saplı, renkli bir çiçeği koparmak için tam eğilmiştim ki ağaçların bana kötü kötü baktıklarını fark edip vazgeçtim. Bu olay, onların bana neden güvenmedikleri konusunda bir ipucu vermiş oldu.
Hiç bu kadar ormanda ilerlememiştim. Yolumu kaybedebilirdim. Buna rağmen daha ileriye gitmek istiyordum. Hem korkuyordum hem de ormanın iç kısımlarını merak ediyordum. “Dönmeliyim.” Diye düşündüğüm sırada bir ağacın gövdesinden aşağıya doğru inen bir sincap gördüm. İlk defa canlı bir sincapla karşılaşmıştım. Resimlerinden tanıyordum. Ama kendisi resimlerden çok farklı göründü bana. Aşağıya indiğinde o da beni gördü. Çimenlerin arasına saklandı. Sonra çıkıp bana bakmaya başladı. Merak etmiş olmalıydı. Cin gibi bir şey! Ürkek ve benim gibi heyecanlıydı. Ona gülümsedim, benden bir zarar gelmeyeceğini anlatmak için bir şeyler mırıldandım. Bu dostluk mesajıma sadece kafasını sallamakla yetindi. Ve arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Bir müddet sonra da gür otların arasında kaybolup gitti.
Benim olan bir şeyi kaybetmiş gibi üzüldüm. O sevimli yaratık nereden benim oluyordu ki… İnsanoğlu her şeyi sahiplenme isteğinden nedense bir türlü vazgeçemiyor.
Dönmekten vazgeçtim ve ilerlemeye devam ettim. Bir hışırtı duyunca korkudan titremeye başlamama rağmen yola devam etmekte kararlıydım. Ormandaki ağaçlar giderek sıklaşıyordu. O nedenle yürümekte zorlanıyordum. Biraz ileride köpeğe benzeyen bir hayvan gördüm. Köpekten daha iriydi ve duruşu heybetliydi. Evet bu bir kurttu. Ne yapmalıyım diye düşündüm. Kaçsam mı? Kaçarsam dikkatini çekeceğimden bana saldırabilirdi. Donmuş kalmıştım adeta. Başka bir çare de aklıma gelmiyordu. Bereket versin ki o beni görmüyordu. Kımıldamadan durmak en iyisiydi galiba. Bu duruş ne kadar sürdü bilemem. Belki birkaç dakika belki de birkaç saat… İşte gidiyordu, nihayet gidiyordu! Derin bir “Ohh!” çektim.
Geriye dönüp yürümeye başladım. Koşmuyordum, normal adımlarla yürüyordum. Olabildiğince de sessiz bir yürüyüş…
Teyzeme yaşadıklarımı anlatınca işitmediğim azar kalmadı. Haklıydı. Bir daha oralara kadar gitmeyeceğime söz verip meseleyi kapatmak istedim. Teyzem çıldırmış gibiydi, beni dinlemiyordu. Olabilecek en kötü ihtimalleri sıralayıp duruyordu. Bunlar arasında ormanda kaybolmam, kurt tarafından parçalanmam, yılan sokması, ayağım kayıp düşmem ve düşerken başımı bir ağaca ya da kayaya çarpıp bayılmam başlıca senaryo örnekleriydi.
Yaşadığım bu tehlikeye rağmen ormandaki yürüyüşlerime devam ettim. Tabii eskisine göre bu yürüyüşler çok kısa sürüyordu. Sizin gibi ben de artık oradaki ağaçlara selam veriyorum. Umarım selamımı alıyorlardır.
Burada bazı insanlarla arkadaş oldum. Bunlardan birini daha doğrusu bir aileyi anlatmadan geçemeyeceğim: İbrahim amca ve Hayriye Teyze. Kırk dört senelik evliymişler. Yaşlanmışlar tabii ki. Ancak bu yaşlılık onlarda o kadar güzel duruyor ki… Neredeyse hep gülüyorlar. Aslında gülmek için bahane yaratıyorlar. Birbirlerine karşı sevgi dolu ve saygılı davranıyorlar. Merak ettim ve bugüne kadar hiç kavga edip etmediklerini sordum. İbrahim Amca, gülerek alnının tam ortasındaki izi gösterdi. Kırk sene önce kavgaları sırasında Hayriye Teyze o kadar kızmış ki İbrahim Amcaya bir şey fırlatmış ve tam isabet kaydetmiş. Fırlatılan şeyin ne olduğunu ikisi de hatırlamıyor. Bu son kavgaları olmuş. İbrahim Amcanın alnından fışkıran kanı görünce öyle korkmuşlar ki bir daha kavga etmeyeceklerine dair yemin etmişler.
İbrahim Amcanın ve Hayriye Teyzenin denizle araları pekiyi değil. Yazlıklarından çıkıp ormanda yürüyüş yapmayı seviyorlar. Zaten orada tanıştık. Birlikte yürümüyorduk, çünkü onların temposu ile benimki farklıydı. Beni yazlıklarına davet ettiler. Bana ikram etmek için İbrahim Amcanın demlediği o çayın lezzeti bir başkaydı. İbrahim Amca, çaydanlıkta suyu kaynattıktan sonra biraz dinlenmeye bırakıyor. Sonra bu suyu içini bolca çayla doldurduğu demliğe döküyor. Demliği çaydanlığın üzerine koyup, havlu ile iyice sarıyor. On beş, yirmi dakika bu şekilde çay demlendikten sonra, bardaklara dolduruyor. Nefis bir çay; insan içmeye doyamıyor.
Ormandaki maceramı onlara da anlattım. O hep gülen yüzleri öyle bir asıldı ki… Demek ki çok büyük bir hata yapmıştım. Tabii onlardan da biraz nasihat dinlemek zorunda kaldım. Nasihat verirken bile beni kırmamaya çok dikkat ediyorlardı.
Metin aradı. Barışmak istiyormuş. Telefonu onun yaptığı gibi yüzüne kapattım. Sonraki onlarca aramasına ise cevap vermedim. Metin ile olan ilişkimi artık kafamda da bitirdim. Benden uzak dursun, başka bir isteğim yok. Ne kadar yüzsüz bir adammış! Bir şey olmamış gibi benimle konuşmaya çalışıyor. Kararlıyım, artık dönüş yok!
Anladım ki yaşantıların bize vereceği dersi öğrenebileceğimiz başka bir öğretici yok. Karşımıza bir kuyu çıksa, aklımıza suyunun tatlı mı acı mı olduğu sorusu gelir. Oysa kuyudaki suyun acı mı tatlı mı olduğunu anlamak için kova ile kuyudan su çekmek ve tatmak gerekir.
Çok sayıda arkadaşım, hatta “dostum” dediğim insanlar olmasına rağmen yaşadıklarımı onlarla paylaşamıyorum. Zor günler geçirdim ve genellikle bu gibi durumlarda dostlara ihtiyaç duyulur, onlardan yardım beklenir. Ama ben zorda kaldığımda, dostlarımdan bana yardım etmelerini istemiyorum, yeter ki sevinmesinler ve üzülüyormuşlar gibi yapmasınlar. Her ne kadar umutlarım kırıldıysa da bu kötü günleri de atlatacağıma inanıyorum. Kötülük iyiliğin, dolayısıyla iyilik de kötülüğün hemen yanı başındaymış. Hangisini tercih edeceğine kişi kendi karar verirmiş. Ben tercihimi yaptım. Belli olmuyor mu?
Yakında döneceğim. Az kaldı. Döndüğümde posta kutusunda beni bekleyen mektubunuzu görürsem çok sevineceğim. Bir de sizinle görüşme arzum var. Çok şey mi istiyorum?
Nasıl bir insan olduğunuzu çok merak ediyorum. Benim hayalimde canlandırdığım gibi mi, yoksa çok mu farklı? Bu sorunun cevabını öğrendiğimde aynı zamanda sezgilerimi de test etmiş olacağım. Uygun bir zamanınızda bana randevu verirseniz memnun olurum.
Selamlar.
Nilay
**
Nilay Hanımefendi Merhaba.
Yazmaya sizi ilgilendirecek bir haber ile başlamak istiyorum: Metin Bey, bizim apartmandan taşınmış. Abbas Efendi’nin anlattıklarına göre, hem de bir gece vakti apar topar kaçarcasına gitmiş buradan. Kiraladığı evden eve nakliyat şirketi iki araçla gelmiş. Bunlardan birine ev eşyaları diğerine ise düzgün ambalajlanmış çok sayıda koli yüklenmiş. Abbas Efendi “O kadar çok koliyi ne yapacak? Bunları ne zaman eve doldurmuş?” Diye bana soruyor. Tabii bu soruların cevabını benim bilmem imkansız.
Metin Bey taşındıktan iki gün sonra da eve bir kiracı yerleşmiş. Bitmedi. Dün de bir polis aracından inen biri resmi diğeri sivil iki görevli Metin Beyle ilgili olarak Abbas Efendi’den bilgi almak istemişler. Ne biliyorsa söylemiş. Aslında pek fazla bir şey bildiğini de zannetmiyorum ya…
Doğaya yönelmenize sevindim. Yararını mutlaka göreceksiniz. Bir de doğanın tam içinde olacağım diye kendinizi tehlikeye atacak davranışlardan kaçınsanız sanırım daha iyi olurdu! Teyzeniz belki tepkilerinde aşırıya kaçmış, hatta kırıcı davranmış olabilir; fakat haklı olduğu taraflar da var.
Mutlu olduğunuzu ve olumsuzlukların çoğunu geride bıraktığınızı görüyorum. Ayrıca kendinizi olan güveniniz de artmış. O nedenle artık kendi hikâyenizi kendin yazınız. Başkalarının yazmasını beklemeyiniz. Herkesin bir hikâyesi var: Senin, benim, onun… Hikâyeler her ne kadar biraz benzerlik gösterseler de aslında herkesinki diğerlerinden farklıdır, çünkü orijinaldir.
Hayatta her şey istediğimiz gibi olmaz. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu mu fark ettiniz? Önce kendinize bir bakın; sonra da etrafa.
Evet, bazen yaşam anlamsızdır; onu anlamlı kılacak olan kişinin kendisidir. Kişi önce kendini sevmeli, tanımalı, dürüst olmalı. Kendine karşı dürüstsen, yaşamayı da biliyorsun demektir.
Bir adam meydanın ortasında “Kendimi yendim!” diye bağırıyordu. Etraftakilerin bazıları adama acıyarak bazıları da gülerek bakıyorlardı. Bu duruma hemen müdahale ettim ve kalabalığa dedim ki: “Gülmeyi kesin, acımayı da bırakın. Bu adamı alkışlayın. Çünkü o, gerçekten de büyük bir iş başarmıştır.” Bu başarı bence bir düşmanı yenmekten daha önemliydi.
Düşmanlarla uğraşmaktan ve onları düşünmekten hiç hoşlanmıyorum. O yüzden, düşmanlarımı affederim, ama yaptıklarını da akıl defterimin bir köşesine kaydederim.
Kötü ve kötülüklerden kendimizi arındırmanın yollarını bir şekilde bulmak zorundayız. Bunun yolu da bana göre sevgiden geçiyor. Kötülük rüzgâr gibi hızla girer insanın içine. Kendini gönüllü olarak oraya hapseder. Hapisten çıkmak için uğraşmaz, af beklemez. Ta ki sevgi onu kuşatıp yaşam alanını darıltınca kaçmak zorunda kalır.
Bunları söylüyorum diye beni sürekli öğüt vermekten hoşlanan biri zannetmeyiniz. Yanlışlarımın bana öğrettiği doğruları paylaşmaya çalışıyorum.
Birçok kişiye dedim ki: Öğretmek benim işim değil. Ben gösteririm, anlatırım. Gerisine karışmam. Öğrenmek senin işin. Yani sen ister öğren, ister öğrenme
Karmaşık gibi görünmesine rağmen hayatın aslında çok basit kuralları var. Üstelik bunları öğrenmek ve uygulamak çok da kolay! Mesela geçen gün okumuştum; Karen Homey, kaygıdan yakınan hastalarına “Tehlike ne?” diye soruyormuş. Bu soruyu illâki hastalara sormamız gerekmiyor, kendimize de sorabiliriz. Siz de deneyin, bulduğunuz cevaplardan sonra kaygılarınızın azaldığını göreceksiniz. Prof. Dr. Engin Geçtan da aynı soruyu hastalarına sorduğunu bir röportajında söylüyor.
Bakın şimdi aklıma ne geldi? Çoğunlukla bende böyle oluyor işte… Zihnim bir düşünceden diğerine atlayıveriyor. Bu sadece benzer konularda olsa mesele yok ama bazen şimdi olduğu gibi birbiriyle ilgisiz konularda da olabiliyor.
Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bugün olmuş gibi hatırladığım bir anım var. Bir kız arkadaşım tartışmamızdan sonra giderken bana “Sakın peşimden gelme!” dedi. Ben de gitmedim. Sonra geriye döndü ve “Neden gelmiyorsun? Sen bir aptalsın. Çünkü bir kadını anlamıyorsun.” Dedi. O gün kendi kendime dedim ki; evet, ben bir aptalım çünkü hâlâ onun ne istediğini anlamış değilim.
Hoşçakalın.
Çetin
**
(Devam edecek...)