Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Aralık '08

 
Kategori
Deneme
 

Yanlış hayat, doğru sezgi; Ben de varım

Yıllardır hep kendimden şüphe etmiş, benliğimden kuşkulanmış, arzularımdan tiksinmiş, hayallerimden iğrenmiştim…

Kendime dair bir projeksiyonun ruhumda meydana getirdiği yansımaların hayatımdaki ‘kara tahta’lar üzerine çiziktirilen üç beş harf benzeri çizgilerden ibaret olduğundan zinhar kuşku duymamaya, her nefes alıp verişim ile bedenime aldığımı sandığım oksijenin giderek kalbimi yakmaya başladığına kani olmuştum…

Gözlerimin gördüğü her nesnenin aslında beynimin bana oynadığı lalettayin bir mizansenin kötü karakterleri olduğuna inanmış, gözlerimin inanamadığı, retinamın hayretlere gark olduğu görüntülerin de suyu çekilmiş beyin kıvrımlarımın rejisörlüğünde kotarılmış kötü birer Fransız kopyası film olduğuna kanaat ederek koroner damarlarımı serinletmiştim…

Kulaklarımda uğuldayan nağmelerin annemin küçükken söylediği ninniler olduğundan hareketle hala gündemi yakalayamayan, müzik gıdasından zerre kadar haberi olmayan 'Gıdasız Ruhum'un sefillik içerisinde çırpınışlarını yeni bir beste sanarak, kendimce katkıda bulunduğum müzik literatüründe listeye ne zaman girebileceğim ümidiyle yaşadığım zannına kapılmışım…

“Bir lisan bir insan” dediklerini duyar gibi olduğumda yalnızca YARIM lisan konuşabiliyor olmanın getirdiği amansız ve bir o kadar da ağır yükün, zavallı bedenim tarafından nasıl taşınabileceğini kara kara düşünmeye başlamış, Karadeniz’de gemileri batan her hangi biri gibi KARA düşünceler içerisinde ağıma takılan hamsilerin bile farkına varmamışım…

Bütün bu şartlar altında ve koşullar üstünde hop hop zıplayarak, aldığım kalorileri yakabilme pahasına en ağır sporları vücuduma reva gördüğüm kadar benliğime ağır gelen her türlü iç hesaplaşmasından ‘kan revan’ olmuş düşünce iklimlerimdeki yangınların sorumluluğundan da kaçmışım, hayret kaçabilmişim… Üstelik hayat bana bir telefon kadar yakınken…

İşte zalimlere taş çıkartırcasına, onlara nispet edercesine icraatını yaptığım, ve icraatım neticesinde kendime eziyet ve işkence etmedeki başarımı tam da madalya ile taçlandıracakken iki çift satır ile aniden beynimdeki şimşekleri dellendirmiş bulunmaktayım…

Bugün okuduğum Berk Yüksel’e ait yazının (http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=148265) düşündürdükleri bunlar… “Bilmiyorum diyebilmek” isimli makalenin ruhumda yarattığı depremlerdir titreşimini el yordamıyla betimleyebildiğim…

“Herhangi bir konuda aniden bir şey sorarlarsa ne derim?” korkusuyla yaşamış durmuşum, bu korkunun eseri olan ‘Sosyal Fobi’mi yenebilmek içinse elimi taşın altına koymadan ‘taşı gediğe koyma’ merakına düçar olmuşum…

İşte marifet değilmiş bilmek ve dünyanın sonu değilmiş bilmemek… Bilmediğini bilmek ne kadar erdem ise, bilmediğini bilmemek o kadar ahmaklık ve üstüne üstlük bilmediği halde biliyor sandığı konuda atıp tutmak ise ahmaklık kere ahmaklık…

Kendime bir barış antlaşması hazırladım… Şimdiye dek bir şey bilmiyorum diye dövünüp durduğum her dakikanın anısına bir imza atacağım, ama bilmem ki sayfalar yetecek mi?...

Girdiğim her ortamda, hemen her konuda bilgi sahibi olup saatlerce konuşabilen insanlar arasında duyduğum rahatsızlığın, hissettiğim yalnızlığın, benliğimi sıkıştıran aşağılık kompleksinin, “neden daha çok okumadın?” diye hayıflanan ve sürekli beni azarlayan üst benliğimin intikamını alıyorum…

İntikam vaktidir, çünkü; bilmek konuşmak değildir… Susmak belki bilmemekten kaynaklanıyor olabilir ama her zaman bilmemek değildir… Susmak haddini bilmektir… Susuyorsam haddimi bildiğimdendir… Konuşmuyorsam o konuya dair söyleyeceklerimin olmadığından değil bildiğim onca şeye rağmen konuşmaya değer bulmadığımdan ya da konuşarak vakit kaybetmenin anlamsızlığındandır…

Konuşamadığım için yazıyorum zaten… Belki çok bilmişçe, belki küstahça, belki ukalaca yazıyorum, ama yazıyorum… Belki bilgince, belki alimce, belki zalimce yazıyorum, ama yazıyorum… Belki salakça, belki ahmakça, belki delice yazıyorum, ama yazıyorum… Belki gaddarca, belki şefkatle, belki de gereksizce yazıyorum, ama yazıyorum…

Yazıyorum çünkü; konuşan binlerce insan gibi havaya yazı yazmayı sevmiyorum… Yazıyorum çünkü; konuşarak anlatamayacaklarımı anlatabiliyorum… Yazıyorum çünkü; düşünerek yazıyorum… İşkembe-i kübradan sallanan konuşma metinleri gibi uçup gitmiyor yazdıklarım… Her satırın bir anısı, her harfin bir hazzı var yüreğimde… Ve düşüncemin ispatı…

Yazıyorum, çünkü; konuşamıyorum… Konuşamıyorum ama düşünüyorum… Öyleyse ben de varım…

Murat HACIOĞLU

14 Aralık 2008 Pazar

 
Toplam blog
: 656
: 1708
Kayıt tarihi
: 08.12.08
 
 

Allah kimisine “Yürü ya kulum” demiş. Ben onu “Yürü, yaz kulum” anladım. Yürü anca gidersin manas..