Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Haziran '17

 
Kategori
Blog
 

Yanlışlar, tepkiler, tepkisizlikler, zıtlıklar ve zıtlaşmalar...

Yanlışlar, tepkiler, tepkisizlikler, zıtlıklar ve zıtlaşmalar...
 

Hele de gerçekten yanlış olan bir şey eleştirildiğinde, o yanlışı savunmaya kalkışmak ve yanlışı yapana arka çıkmak, insanlığa, ülkenize ve topluma yapılan en büyük kötülüktür.


Bazen kimi kişiler veya yanlış yapılan şeyler ya da eleştiriler, tepkiler, itirazlar filan da konu edilebiliyor tabii blog kategorisinde de. Zira her yerde olduğu gibi blog yazarlarımız arasında da kâh yaptıklarıyla, kâh tutumuyla, uslûbuyla veya dedikleriyle yanlış yapabilen ya da yanlış veya hoşa gitmeyen şeyler diyebilenler olabiliyor.

O nedenle bu tür durumlarda, özellikle de o tenkit yazılarına yapılan “yorumlarda ve yorumlara verilen cevaplarda” konuyu saptırmamak da gerekiyor. Şöyle ki mesela, herhangi bir durum, kişi ya da husus tenkid edilirken veya eleştirilirken, bu, ille de siyasî veya dinî tercihlere ya da cinsiyete göre vurgulanarak, konuyu veya kişileri bu şekilde kategorize etmekten kaçınılmalıdır derim ben.

Yani mesela… “tepkisizlik” konusunda… yok kadınlar daha tepkisiz veya erkekler daha tepkisiz gibi kadındı erkekti veya siyasetti, dindi, ya da siyasî veya dinî tercihti, şuydu buydu, şurdansa şöyledir burdansa böyledirlerle filan ilişkilendirmeyip, çok elzem olmadıkça, yani "olmazsa olmaz" olmadıkça konuları bu spesifik başlıklar altında değerlendirme ve ayrıştırma cihetine sapılmamalıdır, sapmayalım.

Zira tepkisizlik dediğimizde mesela, bizim toplumumuzda maalesef, çok ender sayıdaki doğru ve yerinde tepkiler gösterebilecek denli cesur, özgüvenli, yürekli, neyin ne olup olmadığını bilen ve perşembenin gelişini çarşamdan görebilen, ve o yüzdendir ki zaten “tepkisiz ve tarafsız asla kalmayıp”, kesinlikle de salt “doğrudan ve haklıdan yana olan-olabilen” gerçekten bilinçli, yani gerçek aydın ve manen de-aklen de-fikren de gelişmiş, düzgün, olgun ve duyarlı, nadir insanlar dışında, neredeyse “herkes” kadınıyla erkeğiyle, dindarı, dincisi, dinsiziyle, sağcısı solcusuyla veya şu tercihten bu tercihten olup olmadığıyla hiçbir ilintisi olmaksızın, evet, neredeyse “herkes denebilecek kadar büyük bir çoğunluk” genellikle "her bir şeye" zaten TEPKİSİZdir!

Yani tepkinin, olumlu tepkiyi de içeren genel anlamıyla değil, olumsuz karşılık vermeme anlamındaki, beğenmediği, katılmadığı bir şeye itiraz etmemek, susmak, sesini çıkarmamak, "yanlışa" karşı durmamak anlamında tepkisizdir.

Ve dahi “sırf”, aman gönüller hoş olsun, kimsenin gönlü kırılmasın ya da aman kimseyle aram bozulmasın diye, veya şu partiye bu partiye, şu takıma bu takıma, hattâ 'kimseye' bir laf etmeyeyim de benim de başıma bir iş gelmesin diye en olmayacak, olmaması gereken şeyleri dahi, bırakın tepkiyi, alkışlamakta ve hoşgörmekte asıl çok çok fazlasıyla da bonkördür!

Üstelik  hem tepkisizlik, hem alkış, hem hoşgörü zaten birbirine sıkı sıkıya bağlı olarak oluştuğu için insanda, bütün bunları da makbûl bir şey, hattâ akıllılık ve iyilik gibi bir erdem, bir haslet, yani  “insanlık” sanki buymuş saydığı için, öyle “sandığı” için zaten böyle de olmaktadır. Onun için her türlü tenkide şayan durumlarda asıl ve tek bu vurgulanmalıdır. Hem tepkisizliğin ve hem de her ne olursa olsun her bir şeyi, en olmadık şeyleri dahi alkışlamaktaki ve/veya hoşgörmekteki bonkörlüğün “yanlışlığı” asıl anlatılmalı, anlatılmaya çalışılmalıdır insanlara. Hem de hiç yılmadan, yorulmadan, bıkmadan, usanmadan öyle ki hattâ tekrar tekrar yapılmalıdır bu. Çünkü insanın, toplumun ve insanlığın selameti zaten sırf bu noktadadır.

Dolayısıyla insanın-toplumun-insanlığın gelişmişliği, çağdaşlığı, ahlâkı, doğruluğu gibi hususların nedeni veya kökeni, “doğuya veya batıya dönük olmak”ta değil, ya da “Atatürk olsaydı veya olmasaydı”da da değildir. Bunlardan ziyade, tepkisizlikte ve alkış ya da hoşgörüdeki "seçici" olmayışta kilitlidir.

Öyle ki hattâ, gelişmişlik, çağdaşlık, ahlâk ve doğruluğa ilaveten insanların dinî ya da siyasî tercihlerinin dahi “doğruluğu-yanlışlığı”, çünkü zaten insanın “kâmil insan” olup olmaması ve hattâ ol-a-maması bile yine sırf sadece insanın tepkisizliğinin, her önüne geleni alkışlamaktaki ve hoşgörüdeki bonkörlüğünün eseridir… Ve böylece de "hayat”, “insan”, “doğru” gibi hususlar sanki çözümsüz birer bilmeceymişçesine sırf yine bu nedenle beyinlerde-zihinlerde kördüğüm olmuş gibi bir vaziyette, her şeyin birbirine karıştırıldığı bir zihniyet ve düşünce yapısı ve "hasbel kader" , "yani öylesine işte" bir şeyler yapmak ve yapmamak şeklinde tariflenebilecek bir hareket tarzı toplumda süreeer gider.

Zira, “kim doğru kim yanlış”, “kim haklı kim haksız”, "ne doğru ne yanlış”, bunları asıl yine “doğru bir şekilde” ayırt edebilmekte yatmaktadır zaten bütün sorunların ve yapılan yanlışların, yapılan tercihlerin, verilen kararların, dolayısıyla ve dahi kâmil insan-gelişmiş insan-aydın insan-çağdaş insan-bilinçli insan olup olmamanın, yani olabilmenin bile asıl temeli. E hal böyle olduğuna göre söyleyin bakalım şimdi: yanlışın bile gayet rahat ve bolca alkışlandığı, kezâ haksızlıkların, çirkinliklerin, kötülüklerin bile son derece umursamazca, umarsızca ve bilinçsizce hoşgörüldüğü ve bütün bunların insanlardan çoğunlukla hiçbir olumsuz tepki, kınama, olumsuz bir tavır, tutum görmediği bir toplumda hangi insan, hangi yanlışı, hangi doğrudan nasıl ayırt edebilsin!!??!!

Öyle ki, böyle bir durumda, hukuk bile nasıl, daha hakça bir takım yaptırımlar, kanunlar, daha doğru işleyen bir hukuk sistemi geliştirebilsin ve bu uygulana-da-bilsin???!!!

Kaldı ki kanun koyucular, yasa yapıcılar, hukukçular da farklı bir toplumdan değil, onlar da yine bu aynı toplumun insanları, dolayısıyla ayşe-fatma-hasan-hüseyin'den daha farklı bir tutum, farklı bir gelişmişlik, bir farklılık nasıl beklenebilsin, beklenebilir mi, ya da beklemek doğal mıdır, mantıklı mıdır, mümkün müdür bu?! Ancak o doğru dürüst bilinçli ender insanlardan onların da arasına karışmışsa işte 2-3 kişi, olsa olsa o kadarı mümkündür mucize kabilinden.

Görüldüğü üzere problem gayet açık ve nettir ve çözümü da zaten yine problemin kendi içindedir: Demek ki öyle yapılmayacak, öyle yapılmamalıdır. Bu kadar net ve kesindir.

O yüzdendir ki işte sadece doğrudan, haktan ve hadden yana taraf olmak” ve bu taraflığını aktif bir şekilde, yani susmayarak ifade etmek çok önemlidir bu çabada. Tıpkı benim de neredeyse hemen her yazımda ve yorumumda da işte hep yaptığım gibi… Ama pek tabii ki bu yolda hiç doğru anlaşılmamak, yanlış anlaşılmak ve eleştirdiğimiz, tepki gösterdiğimiz veya alkışlamak istediğimiz halde “yanlış yaptıkları için veya yanlışa-yanılgıya düştükleri için” alkışlayamadığımız insanlar tarafından da haliyle sevilmemek de pahasına..!

Lâkin "sırf Allah’ın sevgisi zaten yeter" deyip, doğrulara - gerçeklere - hakka - hadde sığınıp, “yeter ki haksızca tepki ya da haksızca eleştirip kul hakkı alınmamış-haksızlık edilmemiş olmak koşuluyla”, Allah’ın-Hakkın-haklı olanın rızasının, kul rızasından, yani insanların, dolayısıyla da haksızların/yanlıştakilerin rızasından her halükarda daha üstün, önemli ve geçerli olduğunun da bilinciyle, her tür tercihimizde, yanlıştaki kullarının rızası olmasa da buna razı olmak ve hem bunu, hem onlar tarafından sevilmemeyi ve hattâ onlardan karşı tepki-karşı eleştiri almayı dahi peşin peşin göze almak zorundayızdır da malûmunuz.

Zira mayası-hamuru-özü zaten herşeyin zıddıyla var olduğu ve yine zıddıyla ancak varolacak şekilde bir dualite gerçeğiyle yoğrulmuş-yaratılmış ve haliyle herşeyin de yine öyle oluştuğu, öyle aktığı, öyle süre gittiği şu kâinatta, bu tercihlerimizde de ister istemez karşı tarafta bir zıtlık oluşacağı-oluşması, bir takım zıtlıklar yaşanması-yaşamamız kaçınılmazdır. Yani bunun başkaca bir yolu zaten bulunmamaktadır şu yaşadığımız ömür süresince en azından bu dünya hayatında.

Ancak, bu da kezâ yanlış anlaşılmasın, böyle demekle, zıtlıkları da hoşgörelim, ses çıkarmayalım, tepki göstermeyelim filan demiyorum asla, “ister istemez bir takım zıtlıklar, biz istesek de istemesek de zaten oluşacaktır, oluşmaktadır, bu kaçınılmazdır, zorunludur, önlenemezdir, zaten olur ve olmaktadır da nitekim”, demekteyimdir sadece. Yani, “tepkiye, karşı tepki olarak oluşan olumsuzluklar, zıtlıklar veya zıtlıkların olması ya da olmaması da yine, öyle sanıldığı gibi pek her birimizin elinde, yani her zaman insanın elinde olan bir şey de değildir zaten” demekteyim.

Kaldı ki biz "yanlışa karşı" bir tepki göstermekten söz ettiğimiz için, tepki gösterdiklerimiz de zaten yanlışı yapan, yanlıştaki insanlar olduğuna göre, yanlıştakilerin vereceği karşı tepki de keza "büyük olasılıkla" yine yanlış tepkiler olacaktır, keşke aksi söz konusu olsa ama genellikle öyle olmaz da zaten. Onun için, onlardan doğru tepkiler geleceği "beklentisinde" de pek olmamak lazımdır..

***

Bugün de işte yine bir şeyler gözüme ilişip, gördüğüm lüzum üzere bu defa da böylesi bir tepki yazısı yazmak geldi içimden.

Hani bazen kadınlar daha tepkisizdir ya, veya böyle dendiğine zaman zaman denk geliriz ya, ki bu tespitte gerçeklik payı da vardır, yanlış bir tesbit değildir, -gerçi aile içindeki hususlarda değil de (çünkü aile içinde çoğu yanlışa genellikle tepkilidir aslında kadın)- daha ziyade özellikle topluma açık konularda ve durumlarda, yani biraz da “sosyallik çerçevesinde” kadınların tepkisizliği vurgulanınca ve kadın dayanışmasından filan da söz edilince, hele bir de yine kör gözüne gözüne kimi yanlışlar savunulup yanlışlara arka çıkılınca… e ben de bir kadın olduğuma göre, ama tepkisizliğin aksine üstelik tam bir istisna olarak, resmen bir tepki abidesi gibi de olduğum için, eh yanlışlar da söz konusu olduğu için, ister istemez bende de bu hallere karşı, en azından ‘kendi adıma’ bir karşı çıkma, bir karşılık verme gereği, bir itiraz, bir tepki, içimde zıt bir dürtüyle bir başkaldırı oluştu haliyle, ben de napayım, susmamam lazım, tepki göstermem lazım, sarıldım klavyeye:)

O yüzden “bilmeden” ve dahi aceleyle herhangi yanlış, yersiz ya da gereksiz, hattâ kimi kişilerin “saçma” diye niteleme gafletinde bile bulunabileceği bir şey dediysem veya demişim gibi geldiyse size:)) ya da herhangi biri, herhangi bir şekilde, herhangi bir dediğimi üzerine alınıp -ya da alınmayıp da:)- yine de bir tepki hissederse, önce bir lütfen kendine dönüp-bakıp, öyle de bir düşüne… yanlış tepkilerle beni fuzulî uğraştırmaya..! (ah nerede..)

Yani;

Tepki tepki diyoruz tamam da, ama yerinde, hakça ve gerekli, yani “doğru” karşılıklar, doğru tepkiler vermek asıl önemli! Tepki asıl buna denmeli!

Dolayısıyla;

Bile isteye ve hattâ “kasten” yanlışta takılıp kalıp, ayrıca aklı sıra güya tepki verirmişçesine ama aslında yaptığı şey sadece yanlışı savunmak olan, ve böylelikledir ki zaten "yanlışta" ve “yanlışa/haksızlığa ve dahi çirkinliklere bile” tepkisizlikte “ısrar edenler” ile özellikle de bütün bunları hiç mi hiç umursamayanlar ve sadece seyretmekle yetinenler “hariç” olmak üzere, ve en başta da “yerinde, haklı, gerekli, doğru tepki verenler” asıl dahil, sevgilerimle HERKESE… diyor ve bu konuda söylenmiş iki güzel tümceyle noktalıyorum:

 Zaman gelir sessizlik ihanet olur…-- Martin Luther King

Dünya, kötülük(veya haksızlık, çirkinlik) yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir. – Albert Einstein

(Düşünün ki işte, bir de kötülüğü-çirkinliği-yanlışı-haksızlığı hoşgörmeyi ve hattâ hele de alkışlayabilmeyi…  nasıl da berbat bir hale getirmektedir işte şu güzelim alemi!!)

Bu vesileyle, bil cümleye de “hayırlı”, yani daha bir gerçeğin-doğrunun-hakkın, haklının… iyinin, güzelin ve hattâ edebin ve dahi edebînin de idrakinde Ramazanlar temennilerimle…

.

.

Filiz Alev

26.05.”17

 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..