Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mart '14

 
Kategori
Öykü
 

Yolculuk

Yolculuk
 

Yağmur damlaları delicesine dövüyorlardı şehrin taştan sokaklarını. Her karanlık kuytuyu dolduruyordu sis, ışığa nispet edercesine. Harabelerden çıkan dumanlar, gri yağmur bulutlarına karışıyorlardı yükseklerde. Ne bir araba ne de bir insan vardı etrafta. Kedilerin  gözleri parıldıyordu saklandıkları kuytulardan. Derken bir beyaz fare göründü dar sokağın tam ortasında. Gözlerinde korku ve belirsizlik vardı. Olduğu yerde kalakalmıştı, sanki bir güç onun hareket etmesine izin vermiyordu. Çöp bidonlarının arasından simsiyah bir kedi fırladı ve tam farenin karşısında durdu. Tüyleri geceyle alay edercesine simsiyahtı. Gözlerindeki korkunç parıltı farenin çaresizliği ile daha da artıyordu. Sanki zaman bu ikili için donmuştu. Bunu rüzgarın ve yağmurun aniden kesilmesinden de anlayabilirdiniz. Tek bir ses bile duyulmuyordu şehrin arka sokaklarında.

Ta ki o felç edici ana kadar. Kara kedinin pençe darbesinin nasıl geldiğini bile fark edemeyen beyaz fare kanlar içinde kalıvermişti. Bu anın ardından rüzgar yeniden uğuldamaya ve yağmur kaldığı yerden yağmaya devem etti. Kediyi ürperterek adımladım dar sokağı eğilerek beyaz fareyi yerden aldım. Belki de bu, akşam yemeğim olabilirdi.

Şehrin karanlık sokaklarında adım adım ilerliyordum. Yıkıntıların arasından geçtim. Yağan yağmura da aldırış ettiğim yoktu. Birkaç sokak geçtikten sonra dar bir aralığa girdim. Ayak seslerim yağmurunkilerle birleşiyor ve ahenkli bir melodiye dönüşüyorlardı. Bu dar ve izbe aralıkta biraz daha ilerledikten sonra durdum. Hemen sağımda kullanılamaz halde bir telefon kulübesi ve onun ilerisinde de kırık dökük bir bina kalıntısı vardı. Oraya doğru yürümeye devam ettim. Kalıntıların tam ortasında, yerde solmuş bir resim durmaktaydı. Mutlu bir aile tablosu vardı resimde. Anne, yanında baba onların hemen önünde, kollarının arasında tuttukları biri erkek diğeri kız iki çocukları. Geçmişte kalmış bir mutluluk tablosu. Resmi de cebime koydum ve yürümeye devam ettim. Hiç tanımadığım bu yerde tek başıma bir şeyler keşfetmeye çabalıyordum. Aslında ne yaptığımı tam olarak ben de bilemiyordum.

Sokaklarda başı boş bir halde gezindim. Serin bir rüzgar havalandırıyordu saçlarımı. Derimi yakıp kavuran bu yağmur durmuştu artık. Hava da o kadar serin değildi. Gökyüzü gri pelerinini giyinmişti yine. Zaten bu diyarlarda güneşin ısıtıcı sıcak yüzünü gösterdiği de nadirdi artık. Uyuyacak bir yer bulmalıyım diye düşündüm. Şehri keşfetmeye sabah devam etmeliydim. Bir başka harabe daha buldum. Duvarları nemden yosun tutmuş, yıkık dökük eski ve terk edilmiş bir yerdi burası da. Yerde eski püskü bir döşek vardı. Rengi solmuş, pamukları dışarıya fırlamış ve küflenmişti. Biraz da kokuyordu ama bu tür durumlarda insan her şeye katlanabiliyordu hani. Pek rahat bir gece geçirdiğimi söyleyemem sizlere ama sabah içimi ısıtan o güneşle uyandığımda tüm yorgunluğum uzaklara doğru yelken açtı. Yaklaşık bir buçuk aydır yüzüne hasret kaldığım güneş nihayet kendisini göstermişti bana.

Bir parça yiyecek bulmalıydım yoksa açlıktan ölebilirdim. Evet...

Köşedeki eski dükkanda bir kaç parça kurabiye ve yemek artıkları buldum. Zehirlenme riskim olmasına karşın bunu umursadım. En azından cebimdeki fareden iyiydi bunlar. Radyoaktif kalıntı saçmalıklarını da umursamıyordum artık. Eğer bu garip yerde hayvanlar yaşıyorsa artık kalıntı da kalmamıştır diye düşündüm kendi kendime. Karnımı doyurduğuma göre cebimdeki fareyi de atabilirdim artık. Öyle ya onu zor bir zaman için saklamıştım kendime. Artık bir süre daha yaşayabilecek yiyeceği bulmuştum. Artakalan kırıntıları ve yemek artıklarını bir kağıda sararak yanıma aldım ve oradan ayrıldım. Şehrin kuzey tarafına doğru ilerleyecektim. Belki orada benim gibi sağ kalmayı başarmış birileri vardır diye düşünüyordum.

Kuzeyde şehri boylu boyunca ayıran bir nehir vardı ve iki yakayı bağlayan köprü de savaş sırasında tahrip olmuştu. Karşı tarafa geçecek başka bir yol bulmalıyım diye düşündüm kendi kendime. Nehir boyunca yürüdüm. Sis çökmüştü. Etrafı göremiyordum. Bulduğum bir yıkıntıya sığındım. En azından sis dağılana kadar burada kalırım diye düşünüyordum. Neredeyse öğlen olmuştu. Yağmur başlamıştı yeniden. Yağmur hoyrat esen bir rüzgarla beraber savruluyor ve savruldukça da sis tabakasını dağıtıyordu. Yağmur dindiğinde donuk bir güneş doğdu. Nükleer fırtınalar atmosfer tabakasını alt üst ettiğinden güneşte dolaşmak oldukça zararlıydı. Cilt kanserine yakalanmanız içten bile değildi. Paltoma bürünerek tekrar yürümeye başladım. Sonunda karşı tarafa geçecek bir yol bulmuştum.Burası şehrin en fazla hasara uğramış bölgesiydi herhalde. Her tarafta yıkıntılar ve yıkıntılar arasından görünen şehrin silüeti. Sanki bir hayalet şehir görünümündeydi. Etrafı dolaşıp kendime geceyi rahat geçirebileceğim bir yer aradım. Yıkılmış bir binanın sığınağı hâla sapasağlam duruyordu. Yer altına açılan demir bir kapak gördüm. Kapağı açmaya çalıştım fakat bunda başarılı olamadım. Ama sonra... İçerden sesler gelmeye başlamıştı. Kapağa doğru yakınlaşan ayak sesleri. Sonra kapak gıcırtılar içerisinde yavaşça aralandı. Küçük bir kız çocuğu kısık gözleriyle bana bakıyordu. Ardında da ürkek bakışlarıyla duran erkek kardeşi. Sonra kısık sesiyle dedeleri bana doğru yaklaşarak “Savaş bitti mi evlat?” dedi.

Gece yaklaşıyordu. Atmosfere verilen hasar nedeniyle buralarda gündüzleri hava sıcaklığı atmış derecenin üzerine çıkarken geceleri de eksi yirmi derecelere kadar düşebiliyordu. Sığınak loştu. Birkaç gece lambası aydınlatıyordu burayı. İçerisi basık tavanına rağmen geniş sayılabilecek bir ölçüdeydi. Masanın etrafında oturup sohbet etmeye başladık. Onlara bir gezgin olduğumu ve savaştan sonra gittiğim yerleri anlattım. Çocuklar meraklı gözlerle beni dinliyorlardı. Yaklaşık üç yıldır dışarıya çıkmamışlar. Son bir yıldır dedeleri yakın çevreyi dolaşıp bir şeyler bulabilmek umuduyla çıkıyormuş dışarıya. Dış dünyaya karşı oldukça yabancıydılar.

Savaş bitmişti ama artık medeniyet dediğimiz şey çok uzaklardaydı. Üçüncü dünya savaşından sonra hayatta kalanlar için yaşam mücadelesi oldukça güç bir şeydi. Sular ve tarlalar radyasyonla kirlenmiş, hastaneler, okullar ve barınaklar tamamen yok edilmişlerdi. Artık devletler olmadığından şehir feodalizmine geçilmiş ve kıtalardaki belli başlı büyük şehirler kapılarını dış dünyaya kapatarak kendi içlerinde toparlanmaya ve yapılanmaya başlamışlardı. Eğer bu şehirlerden herhangi birine kabul edilmemişseniz, benim gibi bir göçebe olmaktan ve harabeler arasında yaşama savaşı vermekten başka şansınız yoktu.

Ertesi sabah bu sevimli aileyle vedalaşarak yola koyuldum. Bana bir kaç parça eşya ve biraz da yiyecek verdiler. En önemlisi de temiz su bulmam olmuştu. Kuzeye doğru yaptığım yolculuğa devam etmeliydim. Orada bir yerlerde herkesi kabul eden gelişmiş bir şehir devleti varmış. Tabi bunlar göçebelerin uydurduğu ve sadece kendilerini avutmak için anlattıkları bir masaldan başka bir şey de olmayabilirdi. Ama ne çıkar. Elimizde yalnızca umutlarımız kalmıştı zaten. Onları da yitirecek olursak yaşamak için bir nedenimiz de olmayacaktı. Bu yüzden tüm gücümü toparladım ve sislerin ardından yükselen güneş ülkesine doğru yola koyuldum. Elim cebime gitti ve yıkıntılar arasında bulduğum resme takıldı. Bu solmuş fotoğrafa tekrar baktım. Hayat yeniden bu fotoğraftaki kadar güzel olabilecek miydi acaba?

Her şeye rağmen bildiğim tek bir şey vardı. Yolculuğuma devam etmem gerektiği...

-         S O N -

YAZAN: Hakan KAYA                                                                 

 
Toplam blog
: 23
: 289
Kayıt tarihi
: 28.11.13
 
 

1977 Malatya doğumluyum. ilk orta ve lise eğitimimi Bursa'da tamamladım. Dumlupınar Üniversitesi ..