- Kategori
- Gezi - Tatil
Yollarda
Kimi insanlar sadece yeni yerler görebilmek için yollara düşer kimileri içinse yolculuğun kendisi başlı başına bir deneyimdir. Bu nedenle bir hayat tarzı içeren “Road trip”i tam olarak Türkçe’ye nasıl çevirmeliyim karar veremedim...”Yolculuk” demek tam yetmiyor “araba yolculuğu” demek güzel bir his vermiyor, daha çok “yollarda” demek geliyor içimden çünkü nedense “road trip” biraz yollarda olmak, yollarda yaşamak anlamına geliyor. Arabaya atlayıp yollar seni nereye götürürse oraya gitmek, sabahtan öğlen yiyeceğin yemeği, akşam ise yatacağın yeri düşünmek demek. Dünyadan, günlük hayattan tamamen kopmak, anı, günü yaşamak demek!
Her günü başka bir mekanda geçirmenin, yollarda yavaş yavaş değişen coğrafyayı izlemenin, köylere kasabalara uzaktan bakıp geçmenin insanı kendi hayatından koparan, dünyadan uzaklaştıran bambaşka boyuta geçiren bir etkisi olduğunu düşünüyorum. İnsanın tek konsantrasyonu varacağı yer oluyor yollarda… Tamamlanacak işler, ödenecek faturalar, yaşanan mutluluklar-mutsuzluklar birden çok uzaklarda kalıyor. Ulaşılacak hedef ve kat edilen yoldan başka her şey ve herkes uzaklaşıp yolların arasında kayboluyor.
Yıllardır seyrettiğimiz filmlerin, okuduğumuz romanların etkisiyle midir yoksa bir kıtaya yayılan coğrafyanın değişkenliği ve güzelliğinden midir bilmem ama Amerika Birleşik Devletleri, en güzel road trip. Uzun yıllardır bu kıta ülkede pek çok bölgesel road trip yapmış olamama rağmen kıtayı baştan sona geçen bir “cross country road trip” yapmak hep hayal olarak kalmıştı. Doğu yakasından batı yakasına taşınacak bir arkadaşım bu uzun yolu yapmak için kendine yol arkadaşı arayınca birdenbire yılların hayali gerçek oluverdi. Taşındığı için arabasında fazla yer yoktu o nedenle bir küçük el bagajı içine eşyalarımı sığdırdım ve kendimi ilk uçakla Nashville’e attım. Pasaport kontrolündeki memur niye Nashville’e gittiğimi sorduğunda, kısaca seyahat planımı anlattım. Şaşkınlıkla yüzüme bakıp “iyi eğlenceler” dedi.
1. Gün
Arkadaşımın yolculuğu North Carolina’dan başlıyordu ve Nashville seyahatimizin buluşma noktası olacaktı. Final noktamız Los Angeles’a ulaşmak için maksimum 6 günümüz vardı ve bunu nerede nasıl geçireceğimize yol boyunca akışa göre karar verecektik. Nashville Havaalanı’na indiğimde değişik, dünyadan uzak bir ruh hali içindeydim. Çağırdığım Uber şoförünün arabasına binmemle birlikte kendimi bir film setinde gibi hissetmeye başladım. Beyaz kasketi, küpesi ve eşofmanları ile beni alan yaşlı siyah Amerikalı filmlerinden fırlayan bir karakter gibiydi. Gülüp eğlenerek gittiğimiz yolun sonunda beni bekleyen otel ise kendimi daha da bir film setinde sanmama neden oldu. Şehrin iyi mahallelerinden birindeki eski bir güney evi kovboy teması ile son derece zevkli bir şekilde dekore edilmişti. Otelin arkasındaki bar-restoranı Public House ise gerçekten inanılmazdı. Kış soğuğundan gelmenin gerginliğini tişörtle oturduğum ateş başında biramı içerek kısa sürede attım.
2. Gün
Sabah yağmurlu ve karanlık bir Nashville’e uyandık. Bu country müziğin başkenti sayılan canlı ve güneyli şehri hızlı bir şekilde keşfetmekte kararlıydık ama yağmurdan iki adım yürümek bile mümkün olmadı. Bisquit Love’da gritz, bacon ve yumurtadan oluşan sıkı bir güneyli kahvaltının ardından Johny Cash Müzesi'ne geçtik. Küçük ama etkileyici bu müzeden sonra tatlı ve otantik şehir merkezinde dolaşma hayallerimizi artan yağmur nedeniyle geride bırakmak zorunda kaldık. Kiremit rengi alçak evleri, renkli neon tabelaları, country müzik yapan çeşitli barları ile güneyin sıcaklığını yansıtan şehre doyamadan ve biraz aklımız kalarak Nashville'den ayrıldık.
İkinci geceyi geçirmek için hedefimizi Kansas City olarak koyduk. Önümüzde kat etmemiz gereken uzun bir yol ve geçmemiz gereken Tennesee, İllinois ve Missouri eyaletleri bizi bekliyordu. Öğlen saatlerinde yola çıkıp nerdeyse hiç durmadan saatlerce yol aldık. Saat 18.00 civarlarında hava karardıktan sonra kısa bir fast food yemek molası verip yola yine devam ettik. Yoldan tek aklımda kalan gece karanlığında ünlü Mimar Calatrava’nın yaptığı St Louis şehrindeki köprüyü geçmek ve gece yarısı vardığımız Kansas City şehrinin sandığımızdan çok daha modern ve büyük olduğunu fark etmek oldu. Sonrasında kendimizi Kansas City’nin hemen dışındaki bir otele yorgun ve uykusuz bir şekilde attık.
3. Gün
Sabah uyandığımızda serin ve parlak bir Kansas sabahı bizi bekliyordu ve yolu tam olarak yarılamıştık. Kansas eyaletinin hemen sınırındaki Kansas City aynı zamanda ülkenin ve kıtanın da tam ortasında yer alıyordu. Erkenden toparlanıp Kansas’ın dümdüz, bomboş yollarında ilerlerken aklımıza Truman Capote’nin kitabı In Cold Blood ( Soğukkanlılıkla ) geldi. Kitapta anlattılan gerçek olaylara dayalı tüyler ürpertici cinayet yolumuzdan pek de uzak olmayan Holcomb Kansas’ta geçyordu. Cinayetin, yol boyunca gördüğümüz çiftliklerden birinde işlenmiş olduğunu bilmek hafif bir ürpermemize neden oldu. Romanda anlatılanlar, ara ara gördüğümüz Trump destek tabelaları, birbirinden kilometrelerce uzak ıssız yerleşim yerleri orta Amerika’nın farklı yapısını çok güzel ortaya koyuyordu.
Benzinimiz azalınca küçük kasabalardan birine girmeye karar verdik. Kansas’ta sık sık oluşan hortumlardan biri ile yerinden savrulacak gibi görünen küçük bir kasaba olan Alma’da durduk. Bir benzinci, birkaç restoran ve bir antikacıdan oluşan kasabanın merkezi o kadar sakin ve küçüktü ki birilerinin yaşadığına inanmak zordu. Benzin aldıktan sonra kısa bir yürüyüş yapıp sakin antikacı dükkanını dolaştık. Onlarca yıllık tabak çanaklar, oyuncaklar, mobilyalar insanı başka bir zaman dilimine götürüyordu.
Fazla oyalanmadan tekrar yola koyulduk. Uzun saatler süren yolculuğun ardından hava kararmak üzereyken Denver’a vardık. Artık resmi olarak kıtanın batı tarafına geçmiş yolun yarısından fazlasını tamamlamıştık. Buraya gelir gelmez artık hem yapılardan, hem havadan hem de coğrafyadan batı yakasına geçtiğimiz anlaşılıyordu. Karlı dağların çevrelediği Denver şehir merkezinde eski bir madenci kasabasında bizlere rastlamak mümkündü. Nedense Denver’ı dağlık yükseklerde hayal etmiştim oysaki karşıma dağların eteğinde dümdüz bir şehir çıktı. Tarihi yapıları, marijuana satan dükkanları, şık barları ve butikleri ile hoş bir şehirdi Denver. Özellikle bir butik havasındaki Marijuana satan dükkanları çok enteresandı.
4. Gün
Denver’ın tam göbeğindeki Warwick Otel'de bir gece geçirdikten sonra güneşli serin bir havada Denver’dan yola çıktık. Karlı dağlarla çevrelenmiş şehirden çıkarken yol görüntümüz artık bambaşkaydı. Bir yanımızda kayak merkezleri, diğer yanımızda karlı dağlarla çevriliydi. Yavaş yavaş bir dağdan ötekine geçerek keyifle yolumuza devam ediyorduk. Öğle yemeği molasını Vail kasabasında verdik. Mart ayında kayak sezonu tüm hızıyla devam ederken kasabanın her yeri hala kalabalık ve cıvıl cıvıldı. Kasaba merkezinde pistlere nazır, güneşli bir küçük yemek molasının ardından yolumuza koyulduk.
Birkaç saat içinde dağların yerini yavaş yavaş daha çorak turuncu kayalara ve ağaçsız düzlüklere almaya başladı. “Welcome to Utah” tabelasının ardından birbirinden güzel tepeler arasında, düz yollarda ilerledik. Yavaş yavaş yollarda kalabalık azaldı, yerleşim yerleri görünmez oldu. Saat akşamüzeri 5-6 civarıydı ve güneş alçalmaya başlamıştı. Karanlık basmadan Moeb yakınlarındaki otelimize ulaşmak için dar ve ıssız bir yola saptık. İlk anda ürkütücü ve fazla ıssız görünen bu yol ilerledikçe turuncu renkli bir kanyonun içine, küçük bir nehirin yanına doğru inanılmaz güzel bir manzaraya dönüştü. Durup resim çekmekten yolda ilerleyemez hale geldik. Döndüğümüz her virajın ardından güneş batımında şahane manzaralar yolumuzu kesiyordu. Sonunda tam karanlık olmaz üzereyken bu güzel manzaraların tam göbeğindeki otelimiz Red Cliffs Lodge’a ulaştık. Sade, basit ama doğayla inanılmaz uyumlu otelde bir gece kalacak olacağımıza daha oteli görür görmez üzülmüştük. Manzaralı güzel bir yemeğin ardından yol yorgunluğu ile erkenden uykuya daldık.
5. Gün
Sabah güneş doğmadan kahvelerimizle kendimizi odanın terasına attık. Turuncu kayaların arkasından yavaşça süzülen güneş kanyonun tüm güzelliğini ortaya koydu. Unutmayacağım bir güneş doğuşunu güzel bir kahvaltı ile ardımızda bıraktıktan sonra ilk durağımız hemen yakındaki Arches National Park’tı. Birbirinden güzel ve özel parklarıyla ünlü Utah normalde en az bir hafta on gün geçirmeyi hak ediyor. Ama bu seferlik ne yazık ki bu kadar zaman ayırabiliyorduk. Arches National Park her bir köşesi ile doğanın bir harikası. Masmavi pırıl pırıl gökyüzünün altında terra cotta rengi birbirinden farklı şekildeki kayalar her bir dönemeçte sizi şaşırtıyor.
Moab’in içinden geçerek bir sonraki durağımız olan Monument Valley’e doğru yola çıktığımızda öğlen saatleriydi. Yine aynı güzellikte ve ıssızlıktaki yollarda birkaç saat hiç sıkılmadan manzara seyrederek ilerledik. Dümdüz ve ıssız yolun ilerisinde meşhur kayalıklar uzaktan tüm heybetiyle görünene kadar devam ettik. Tam hayal ettiğimiz gibiydi. Arabayı durdurduk ve manzaranın keyfini çıkarıp bol bol resim çektik. Sonra da yavaş yavaş vadinin içine doğru ilerlemeye başladık. Tam Utah ile Arizona sınırında yer alan park aynı zamanda Navajo Kızılderililerinin yaşam alanı yani Navajo Tribal Park. İnsan her ne kadar muhteşem bir şey görmeyi beklese de gerçeği ile karşılaştığı zaman hissettiği her zaman çok daha etkileyici oluyor. Yıllarca kovboy filmlerinde izlediğimiz dev kayaların arasından görünen manzaraları hayranlıkla izledik. Ancak bir yandan hayranlık hissederken bir yandan da Navajo Kızılderililerinin derme çatma evlerini, izole hayatlarını görmek içimize bir hüzün çökmesine neden oldu. Ve bu hüzün kaldığımız bölgeden ayrılana kadar hiç peşimizi bırakmadı. Bir zamanlar buralarda özgür ve mutlu hayat yaşayan bu insanların şimdi böyle zorlukla yaşam mücadelesi vermeleri insanın içini acıtıyor. Tüm bölge yerli halk tarafından işletiliyor ve içki yasak. Ne otelde ne restoranda hiçbir içki servisi yok. Bu manzara bir kadeh içkisiz olmaz deyip yanınızda getirseniz bile otel odası dışında taşımak saygısızlık olarak kabul ediliyor.
Burada kalınacak en iyi otel The View, şahane bir konumda inanılmaz bir manzarası var ama yerinizi önceden ayırtmanız gerekiyor. Biz geç kaldığımız için yer bulamadık ve parkın dışında The Goulding Lodge’da kaldık. Lüks yok, şatafat yok sadece doğanın yüzlerce yılda ortaya çıkardığı güzellikler var.
6.Gün
Monument Valley’de akşam ayın doğuşu ne kadar etkileyiciyse sabah güneş doğuşu da bir o kadar etkileyiciydi. Manzarayı sabah erken güneş doğarken bambaşka renklerle yakaladık. Tüm bölgede insanı etkileyen, başka bir boyuta götüren net bir his olduğunu söylemeliyim. Biraz içimiz buruk biraz da yolun sonuna yaklaşmanın verdiği heyecanla ve hayal kırıklığı karışımı bir duyguyla yola koyulduk.
Bir sonraki durağımızı Las Vegas olarak tespit etmiştik ancak vadideki doğal güzellikler, spiritüel atmosfer, huzur ve sakinlikten sonra Las Vegas’ın karmaşık ve materyal dünyasını çekemeyeceğimize karar verip gaza basıp (hız limiti yüzünden bastıramadık tabi ki) direkt Los Angeles'a gitmeye karar verdik. Tam 10 saatlik bir yolculuğun ardından akşamüzeri saatlerinde güneşli ve yoğun trafikli Los Angeles bizi karşıladı. Hava kararmadan Santa Monica’daki otelimiz Shutters on the Beach Otel’in balkonunda okyanus kokusu ve manzarasına doğru otururken içimizde hala Monument Valley’nin buruk ve muhteşem tadı ve bizi bu dünyadan koparıp başka bir dünyaya götüren “Road Trip”ın unutulmayacak anıları vardı.