Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '17

 
Kategori
Dans
 

Zorba Balesi

Eskimeye yüz tutmuş kırmızı deri koltuklara kim bilir kaçıncı oturuşumdu. Her köşesi buram buram tarih kokan  bu yer neredeyse hiç bakım görmeden yıllar geçirmişti. Böyle muhteşem  bir kültür mirasının bu kadar bakımsız olması ne yazık diye  yüreğim buruldu.  En ön sıradaydım. Sahne çukurunun hemen önünde.  Sahne süpürgeliklerine göz gezdirdim. Yarısı kırıktı. Yerlerde ki ahşap doğrama parkeler cilalarını çoktan yitirmiş, duvarlarda ki yağlıboyalar yer yer  çatlamıştı.  Gözyaşlarımın pınarlardan çıkmak için hamle yaptığını hissettim.  Zaten son günlerde dokunsan ağlayacak haldeydim. Duygularım içimde bir yandan çiçek açtırırken öbür yanda karlar yağdırıyordu. Her şeye duyarlıydım.

Birazdan oyun başlayacaktı. Her zaman olduğu gibi orkestra çalışanları çalgılarının akordlarını yapıyorlardı. Yaylı çalgılar bir yandan yükselirken en kalınından bir üflemeli çalgı onları bastırmaya çalışıyordu.  Diz kapaklarına kadar inen siyah kadife jilesi ve onunla uyumlu lame babetleriyle  bir çocuk çukurun kenarında durmuş büyülenmiş gibi aşağıya bakıyor olanları seyrediyordu. Başını yasladığı çukurun kenarlıklarına altın bukleleri yayılmıştı. Kim bilir oraya bakarken neler düşünüyordu. Onun yerinde olmayı istedim. Niyesini bilmiyordum. Belki daha genç olmak istediğimden belki de sorunsuz minik bir yüreği taşımak istememdendi.

Salon doldukça, fısıltı halinden büyüyerek bağrışmaya dönüşen konuşmalar çukurdan gelen seslerle karışmış kulakları rahatsız edici bir hal almıştı. Düşünce yumağından çıkıp arkama dönerek salonda tanıdık birilerini aradım. Göremedim. Gözüme takılan insanların giyimleriydi. Telaşla sağa sola koşturan birkaç  şık elbiseli kadın vardı. Oyuncuların yakınları olabilirlerdi. Tabii ya bugün prömiyerdi.  Ama çoğunluk prömiyer falan dinlemeden kot pantolon bluz gibi giysiler giyinmişlerdi. Oysa ben oldukça şık sayılırdım. Makyajımı yapmış saçlarımı ensemde toplamış, ceket ve pantolon takımımın içine ipek beyaz bluzumu giymiştim. Ailemin büyüğü kadınlardan öğrendim opera ve baleye hatta tiyatroya gidilirken şık giyinilir diye. Annemin yıllar önce operaya giderken giyinmek üzere diktirdiği giyisi hala gardrobunda duruyordu. Baştan aşağı simsiyah, etekleri ve kol ağızları kadifeden, yakası öpücük yaka, göğüs kısmı pullarla işlenmiş kloş elbise ve üstünde bir o kadar şık siyah ceket ve başında kıyafetin tamamlayıcısı siyah kadife şapka. Önüne düşen tülün ardından bakan  gözleri ve vurgulu kırmızı ruju. Babası ise geniş omuzlu kruvaze ceketi ve paçaları dubleli pantalonuyla Ayhan IŞIK gibi. Bu sırada oyunun başlamasına beş dakika kaldığını bildiren anons duyuldu. Ön sırada protokele ayrılan koltukların boş olanlarına göz diken seyirciler avına saldırmak üzere olan aç kurtlar gibi pusuda bekliyorlardı. O sırada protokol görevlisi iki kişiyle göründü. En ortadaki iki koltuk böylece doldu. Oyunun başlamasına bir dakika kalmıştı ışıklar kararmaya başlayınca kırmızı ceketli kızlar diğer yerlere de aceleyle ayakta bekleyenleri yerleştirdi.

Bir alkış tufanı koptu. Her ne kadar görünmese de orkestra şefi geldi. Kim görüp de alkışı başlatıyor diye her zaman merak ederdim. Tabii ki alkışlara ben de katıldım. O esnada şefin eli göründü, bizleri selamladı. Ve harika müzik ağır ağır salonu doldurdu. Başka hiçbir ses yoktu. İşte tam bu an yaşamın en güzel anıydı. Yaşadığımı hissettiğim, içimin kıpır kıpır olduğu ya da hıçkırarak ağlamak istediğim an. Yumuşacık bir müzik. Yavaş yavaş yükseliyor ve perde açılıyordu. Loş mavi ışıkların aydınlattığı eski bir Girit mahallesinin ara sokağını anımsatan bir dekor.  Koronun söylediği ezgi eşliğinde gayet maskulen hareketlerle bir erkek dansçı sahneye çıktı. Bale ile bu maskulen davranışları ifade etmek kimbilir nedenli güçtü. Nağmeler yükselirken erkek dansçı grubu uyum içerisinde sahneyi doldurdu. Müzik akan bir nehir gibi kesintisiz çağıldıyordu. Sıra kızlardaydı. Üstlerinde ipek göğsü çapraz bağlamalı bir gömlek aynı kumaştan etek vardı.  Hepsi aynı model ama farklı renklerdeydi. Kuşlar gibi uçarak sahneye daldılar. Müziğin ritmiyle bedenleri o kadar uyumlu ilerliyorlardı ki nota gibi… Yok yok ses dalgası. Kıvrılıp bükülüyor eğilip doğruluyorlar, bir akışkanın molekülleri gibi ahenkli hareket ediyorlardı. Beyazlar içinde ki dansçı çıktığında coşan alkışlar  baş baletin  görünmesi ile ayyuka çıktı.

Allahım o nasıl bir aşkla dans ediş anlatmaya kelime yetmez. Dansla sarılmış sarmalanmış bir vücut her zerresiyle oyunun içinde.  Olayı bire bir yaşadığı,  etraftaki kimseleri görmediği besbelli. O artık bir Zorba. Yüzündeki hınzır ifadeden, bedenindeki kabaca hareketlere kadar.  O umursamaz, hayattan zevk alan hiçbir şeyi dert etmeyen değişik bir bilgelikle yaşamı kucaklayan Zorba. Gözlerimi ondan alamıyorum. Diğer dans edenlerin ne kadar harika olduklarının algısında değilim. Bu nasıl bir büyü almış beni götürüyor. Herkesin o anda aynı şeyleri düşündüğüne eminim. Dansöz sahnesi geliyor. Müziğin kıvraklığı ile dans edişi dudaklarıma bir tebessüm yerleştiriyor ve perde arası olmasına rağmen öylece kalıyor.  

İkinci perdedeki onca hüzünlü olay, katliamlar, kayıplar bile içimdeki bu pozitif enerjiyi kaybettiremiyor. Oyun biterken defalarca  tekrarlanan son sahnedeki coşku oyunun tacı oluyor. Herkesin gülümsemekten yanak kasları,  alkışlamaktan kol kasları kasılıyor. Ben de avuçlarımın patlayacak kadar ısındığını hissediyorum. Bir kez daha,  bir kez daha… Sağ elinin parmaklarını mükemmel hareketi yaparcasına birleştirip dudaklarına götürerek, bir öpücüğü seyircilere fırlatmasıyla yeniden oynamaya başlama sinyali vermesini, perde kapanırken bile tekrarlaması akıllarda kalan son şey oluyor.

Oyun bitip de kırmızı halı kaplı merdivenlerden inerken ruhumu orada bırakıyorum. Sanki canım gitmek istemiyor. Dönüp tüm oyunculara sarılasım var.

Kalabalıkla birlikte dışarı çıktığımda yüzüme vuran soğuk hava beni bana getiriyor, ama dudaklarımda hala belli belirsiz bir tebessüm olduğunu fark ediyorum.

Osmanlı döneminin unutulmaz aktörü Tomas Fasülyeciyan’ın muhteşem bir tiradı geliyor aklıma.

 “Zaten aktör dediğin nedir ki?..

Oynarken varızdır, yok olunca da sesimiz o boş kubbede, bir hoş sada (seda) olarak kalır...

Olsa olsa eski program dergilerinde soluk birer hayal olur kalırız...

Görooorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanıyorsunuz...

Birazdan teatro bomboş kalacak...

Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar...

Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır

Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir...

Hiranuş’la Virjinya’nın bir diyaloğu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır...

İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler...

Artık kendimiz yoğuz...

Seyircilerimiz de kalmadı...

Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar...

Gün ağırır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır...

Perde...”

 

 
Toplam blog
: 80
: 640
Kayıt tarihi
: 06.07.10
 
 

Fizik Mühendisiyim. Ankara'da oturuyorum.Türkiye' radyoaktif kaynak giriş ve çıkışını takip eden bir..